Sıradan Kötülüğün Gündelik Failleri

Steven Spielberg’ün München filmini inceleyen yazar Özgür Taburoğlu, sahneler üzerinden, Filistinlilere yönelik anlatımın Yahudiler karşısında nasıl farklılık gösterdiğini Fokus+ için kaleme aldı.
Özgür Taburoğlu
Sıradan Kötülüğün Gündelik Failleri
28 Haziran 2024

Steven Spielberg’ün München (2005) filmi, Münih Olimpiyat Oyunları’nda İsrailli sporcuların öldürülmesi ertesinde gelişen olaylara odaklanır. Çok farklı ülkelerin arka bahçelerinde, insansız bölgelerde oynanan bu istihbarat oyunları ataklar ve karşı ataklardan oluşur. Mossad şefi Münih'teki olaylara cevaben “en az altmış Arabı” öldürdükleri haberini verir. Katliamın baş sorumluları ortadan kalktıkça, dünyanın başka yerlerinden dumanlar yükselir.  

Bu oyun sonu gelmeyen bir kan davası gibidir; bir potlaç töresinde olduğu gibi her seferinde karşı taraf için bir fazlasını yaparak, daha yaratıcı şekillerde karşılık verilir. Bu sırada oyunun parçası olarak “suçsuzlar öldürülür”. Çünkü bu oyunda kimi öldürdüğünüzün çok önemi kalmaz. Zaten suretsiz bir kalabalıktan erkek, kadın, çocuk seçmekte sakınca yoktur. Alelade bir canlı olmasının dışında adı ve yüzü olan bir çocuk olduğunu sadece yakınları bilir. Ekran üzerinden bu acı diğer tarafa taşınamaz, gözleri ekranlara fazla bakmaktan seyiren medya alıcısına ulaşamaz.  

Mossad şefi, “tanınmamış bir ulus” ile “medeniyeti temsil eden” bir tarafın çatışmasında "böyle insanları hangi yasanın koruduğunu sen söyle" der. İtalyan düşünür Giorgio Agamben’e kulak verirsek, tanınmamış bir devletin yurttaşı, öldürülmesi suç olmayan “çıplak insan” konumundadır. Onu çevreleyen egemen bir devletin uyruğu olmadığından, insansız bölgede taş atan bir çocuk veya rastgele ateş açan puşili bir adam gibi görünür.  

İsrailli sıradan bir yurttaş Avner görevi kabul edince, “resmen gayri resmi” bir mıntıkaya taşınır; istisnai, yasasız bölgeye geçer. Her tür katliamı yapabilir bundan böyle. Çünkü orada çıplak insanlarla karşılaşır. Herhangi bir hukuk sistemi gibi, seyirci de onu suçlamaz. Doğuştan gelen bir yatkınlıkla o da kendi doğrularını, fikirlerini askıya alır.  

 

İnsansız ve yasasız istisnai bölgede “işsiz ve sigortasız” kalsa da kayıt dışı gelirini İsviçreli bir banka sağlar. Yani olağanüstü hal bölgesinde teröristler, istihbarat uzmanları ve banka görevlileri bir arada bulunurlar. İsrail devleti harcamaları için makbuz da ister. İstisnai olmayan tarafta bu cinayetlerin giderlerinin kayıt altında olması gereklidir. Suikast ekibinin başına yolculuk avansını veren muhasebeci Mossad memuru “umurumda değil, ne yaparsan yap makbuz getir” der. Ukrayna kökenli bir Musevi’dir ve Alman Yahudilerine güvenmez. Onlardaki hınç onu da korkutmuş gibidir.  

Avner, her insanın bir diğer insanın kurdu olduğu, Leviathan'ın güvencesinden ve denetiminden kurtulmuş yerde iyi bir baba, eş, evlat, yurttaş ve Yahudi olarak rahatça öldürebilir artık. Seyirci gibi onun da içi rahattır. Eichmann’ın mahkemede nahifçe, “sadece görevini yaptığını” söylemesi gibi, o da cinayetleri işlerken iyi bir Yahudi olmanın gereğini yaptığını düşünür. Mossad memuru “sen iyi bir İbrani’sin, köpeğin var, bir bebeğin olacak, sen sıradansın” der. Asıl kötülüğün faillerinin sıradan kişiler olduğunu duyurur. Gerçek kötüler, kötülükler pastasından sıradan kişilere göre çok az pay alsalar da asıl ilgiyi onlar toplar; komplocuların hedef şaşırtması gibi. Oysa herhangi bir ortamda iyi görünen, sıradan, sağduyulu yurttaşlar mevcut kötülüklerin çok büyük bir kısmından sorumludurlar.  

Seyircinin keyfi  

Beş İsrailli suikastçı ilk cinayetlerinin ardından lirik bir müzik eşliğinde sohbet eder, şakalaşırlar. Kamera hepsine yakın çekim girer, yüzlerini sıyırıp geçmez. Filistinli yerel halk, teröristlerden farksız şekilde bir karikatür gibi tasvir edilirken, İsrail tarafının sakinleri üç boyutlu şahsiyetlerdir, hacimlidirler. Puşileri, peçeleri altındakiler gibi tek tip canlılar değil, zevkleri, keyifleri, farklı huyları, kendilerine özgü giyimleri olan karakterlerdir. Bu yüzden onları öldürmek, onlara kayıtsız kalmak zordur. Öldürülseler bile seyirci onları mutlaka sonsuzluğa uğurlar, yasını tutar ve boşluğunu içinde duyar.  

Onların ölüme gidiş sahneleri de uzun sürer. Diğerleri gibi bir anda yere serilmezler. Yine lirik bir müzik onların ölüm anına eşlik eder. Seyirci tutacağı yas için hazırlanır. Ölüm haberi izleyiciye hemen verilmez, yavaş yavaş alıştırılır. Bu durumda Mossad şefinin “bizim için kim yas tutuyor” demesi dayanaksızdır. Herkes onların arkasından ağlar. Fransız düşünür Jacques Rancière’in “duyguların paylaşımı” dediği sermayeden en çok yüzü olanlar pay alırlar. Yüz yaydığı duygu manyetizmasıyla düşünceleri köreltir. Diğer taraftan kaba etleri ile karikatür gibi resimlenenler hiçbir duyguyu ve düşünceyi cezbetmezler. Sadece bir azınlığın merhametine, sızlayan vicdanlarına konu olabilirler.  

 

Seyirci gündelik hayatında veya medyada yüzünü gördüğü şahsiyetle özdeşleşir; onu aşina bulur. Fransız psikanalist Jacques Lacan’a kulak verirsek eğer, altı aylıkken karşısında bulduğu ayna imgesinden bu yana böyledir. Sadece sinemada değil, edebiyatta da yüzü olmayana kayıtsız kalır. Klasik romanın özenle karakterler yaratması, onları uzun uzun tasvir etmesi de bu temel arzuya seslenir. Brecht, Beckett gibi yazarlar çok erkenden başlayan bu yatkınlıkla uğraşırlar. Beckett romanlarında yüzü belirgin karakterlerle karşılaşamayız, okuyucu onlarla özdeşlik kuramaz. Örneğin Watt “top gibidir”; kaba hatlarıyla belli bir şeye benzemez. Brecht’in “epik etki” arayışları da böyledir. Seyirci sahneyle özdeşlik kurmasın, aptallaşmasın diye elinden geleni yapar; aklını kaybetmesin, o mayışma anından uzaklaşsın diye sahneleri beklenmedik zamanda keser. Sahnedeki etkileşimler de seyirci ve oyuncu arasındaki yapışmaya mani olur. Onların sıkılması, yeterince eğlenmemesi onu çok ilgilendirmez.   

Fakat Spielberg, ayrıcalıklı bir temsilcisi olduğu film endüstrisinde bu yabancılaştırma etkilerinden uzak durur. Fransız düşünür Gilles Deleuze seyircilerin kötü huylarına seslenen yapımları “aksiyon sineması” olarak adlandırır. Böyle filmler hep mutlu sonlara (mutsuz da olsa) odaklıdır; hepsinin başı, ortası ve sonu vardır. Seyirci bir kıyımdan, felaketten sahneler de içerse her izlediğine böyle muamele eder. Dramına sorumluluk almadan ortak olabileceği bir kurguya heveslenir; biraz da öyle gördüğü, yetiştirildiği için. Buradan şu sonuca varılabilir, edebiyatta, sanatta veya felsefede yüzü silmek, poetik, düşünsel bir etki yaratabilir fakat siyasette, gündelik hayatta yüzün yok edilmesi bireyin kaybolmasına, etik zafiyete ve adaletsizliğe kapı aralar.  

Yüzü yok etmenin zorlukları  

Filmde yüzü olan Yahudilerin aynı zamanda iç dünyaları da vardır. Bu yüzden işledikleri cinayetlerin ortasında onların ebeveynleriyle ilişkilerine, evliliklerine, duygularına tanık oluruz. Diğer tarafta kendisini yumrukları kalkmış, birkaç sloganın dışında ifade edemeyenlere rast geliriz. İç dünyası olanla duygudaşlığımız artar. Kendimizi yavaş yavaş o tarafta buluruz; diğerlerini de ancak bir “politik doğruculuk” içinden destekleriz; sosyal medyadaki karşılığıyla “duyar kasarak”.  

Yüzü olanların yanında rahat ederiz. İçimizden biri olan Avner’i suikast görevine uğurlarız; arkasında bıraktığı hamile eşi adına endişeleniriz. Çocuğun doğumu için cinayetlerine ara verip İsrail'e dönünce, “dünyanın en iyi hastanelerine sahip oldukları” için gururlanan annesine hak veririz. Şu sıralar bombaladıklarından diğer tarafta hastane kalmadığı aklımıza gelse de, Avner kucağına kızını alınca yeniden seviniriz. Epik bir etkiye kapılıp aklımızdan geçen cümle Spielberg araya bir duygu yerleştirince silinir. Arada yabancılaştırıcı bir etki olmayınca kahramanla ve dramla duygudaşlığımız insafsız tepkilerimizi yönetir. Böyle zamanlarda Spinoza’yı bir kez daha doğrularız. Düşüncelerimizin duygularımıza nasıl teğet geçtiğini, “bir duygunun ancak başka bir duygu tarafından bastırılacağı veya güçleneceği” bilgisini hatırlarız. Filmde Spielberg kimin haklı olduğu konusunda fikir olarak ortada dursa da, sadece bir tarafın duygularına ortak olmamıza izin verdiğinden, diğer tarafta ne olduğunu hızlıca unuturuz.  

 

Suikastçılardan birisi bomba yerleştirdiği evde küçük Filistinli kızın yüzünü görünce duraksar ve düşünür Emmanuel Levinas’ın veciz sözünde dile getirdiği gibi, yüzü öldürmenin zorluğunu birkaç saniye için deneyimler. Kızın yüzü kendisini “iyi bir İbrani” sayan adamda sonradan vicdani sorgulara sebep olur. İbrani halkının ve İsrail devletinin aynı tarafta yer almadığını kavrar. Küçük kızın yüzü Fransız kuramcı Roland Barthes’ın punctum dediği etkiyle bombacının metafiziğini delip geçer. Vicdani muhasebesinin sonunda, İsrailli değil de Yahudi tarafını seçerek şunları söyler: “Biz Yahudi’yiz, düşmanlarımız günah işliyor diye biz de işleyemeyiz. (…) Binlerce yıllık nefrete maruz kalmak bizi saygılı yapmıyor ama biz adil olmakla yükümlüyüz. Yahudi’ye bu yakışır.”  

Yasal İsrail devletinin uyruğu olmaktan çıkarak adaletli bir Yahudi olmayı umut eder. İsrail devletinin temelinin müesses hınç ahlakı olduğunu ilan eder.  

Bombacınınkiyle benzer bir sahnede Avner, otelde yan balkonda karşılaştığı ve sohbet ettikleri Filistinlinin ölüm kararını vermekte yine birkaç saniye duraksar. Çünkü adamın samimi, konuksever yüzünü görür. Bir başka sahnedeyse yasasız sahada karşılaşan iki tarafın temsilcileri ilk kez birbirleriyle konuşurlar. O kadar iç içe yaşasalar da genellikle birinin attığı taşa cevaben karşı taraftan gönderilen bombalar vasıtasıyla etkileşim kurduklarından, sohbetleri son derece yavan ve sloganlarla doludur. Zaman içinde karşılıklı konuşmayı öğrenememişlerdir. Spielberg de eşit bir karşılaşmayı sahneye koymayı bu yüzden beceremez.   

Avner, vazifesini başarıyla tamamlayarak karısı ve kızına kavuşunca film seyirciye bu duyguyu geçirmek üzere seferber olur. İzleyici savaş sonrası travmanın sebep olduğu kâbuslara ortak olur. Çok sayıda cinayet işlemiş bir adam evine selametle kavuşunca derin bir nefes alır. Yönetmenin tarafsız bir açıdan anlatmak istediği film en sonunda bir aile dramıyla nihayetlenir. Avner karısıyla birlikte olurken öldürülen İsrailli sporcuların kederini duyar. Keyfekeder bu sahnede seyirci de tatmin olur. Karısı ona “seni seviyorum” der ve mutlu sonu taçlandırır. Suikastçı biraz da seyircinin beklentileri sayesinde evine selametle ulaşır. Bu beklenti sayısız kıyımın, insafsız filmlerin verimli karnıdır. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.