Prof. Dr. Fahrettin Altun: “İsrail’in katliamlarını, kabarık suç dosyasını anlatmaktan geri durmayacağız”

Medyada yaşanan dezenformasyonu, İsrail’in Batı medyası üzerinde kurduğu baskıyı ve Türkiye’nin dezenformasyonla mücadelesini Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun Fokus+'a anlattı.
Fahrettin_Altun.jpg
11 Mart 2024

Enformasyon çağında yeni nesil tehditlerle karşı karşıyayız.  Özellikle İsrail yönetiminin her çatışma döneminde dezenformasyon yaratacak bilgilerle kitleleri manipüle etmeye yönelik çabası, bu tehditlerin başında geliyor. İsrail, işlediği savaş suçlarını, medya ve akademik camianın üzerinde kurduğu baskı sayesinde kendini aklamaya çalışıyor. Şüphesiz bu baskı sistematik bir biçimde yıllardır sürüyor.   

  

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun, özel röportajımızda, İsrail ordusunun işgalci/yerleşimci anlatılarını pekiştirmek amacıyla Batı medya şirketlerine kavram setleri, sözcükleri gönderdiğini ifade etti. Altun, “Özgür, tarafsız basın” olarak kendini tanımlayan Batı medyasının, söz konusu İsrail olduğunda, 120’den fazla gazetecinin katledilmesini göz ardı ettiğini hatırlattı. Türkiye’nin ulusal ve uluslararası dezenformasyonla mücadelede gösterdiği çabaya dikkat çeken Altun, Filistinlilerin yaşadığı acıların göz ardı edilmesine ve İsrail’in işlediği suçlarını uluslararası kamuoyunun gündemine taşımaktan geri durmayacaklarına dikkat çekti.  

 




Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ederek yoğun mesainiz içinde vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. 

İletişim araçlarındaki yapısal değişim temel bazı soru ve sorunları beraberinde getiriyor. Bu soru ve sorunlar içerisindeki en merkezî kavram ise Post-Truth. Kavramın kapsadığı sorun alanlarına ilişkin değerlendirmeniz nedir? İletişim Başkanlığı bu sorunlarla nasıl mücadele ediyor?

 

İletişimin olmazsa olmaz değeri doğru bilgi. Modernlikten Post-modernliğe geçişin iletişim alanındaki yansıması hakikatin yerine yapay ve sahte olanın ikame edilmesi oldu. Jean Baudrillard bu durumu simülasyon olarak adlandırmıştı. Simülasyon tanımıyla gerçekliğin, doğruların dayandığı hakikat zemininin kaybolduğunu anlatmak istemişti. Anlamın buharlaştığı böyle bir dünyada gerçeğin yerini imaj, doğrunun yerini yalan alacaktı. Bir sonraki adımda ise, yalan-yanlış, eksik veya çarpıtılmış bilgiden üretilen kurgular idealize edildi. Post-Truth (hakikat ötesi) olarak tanımlanan şey buydu. Dolayısıyla klasik medya anlayışının kaynak-kitle ayırımı da dönüşmüş oldu. Kitle hem üretici hem de tüketici halini aldı.

 

İnsanların kendilerini, -Yunus Emre’nin ifadesiyle-, sigaya çekeceği ölçüt ortadan kalktı. Post- Truth, bir anlamda savunmasız kalan insan için yalan da olsa, sahte de olsa sığındığı bir liman haline geldi! Değerlerini yitiren, ölçütlerini kaybeden bir kitle, kendi duygu ve düşüncelerini onaylayan tasarılara, yani hakikat ötesine kapıldı. “Yankı odalarına” hapsolan kitleler kendilerini doğrulayan ve kendilerine benzeyenlerin sesi dışındaki sesleri duymadı. Geldiğimiz noktada yalan-yanlış, eksik ve çarpıtılmış bilgilerin kurgu yoluyla yeniden üretilmesi hakikatin hilafına insanı zayıflattı, Post-Truth’u ise güçlendirdi.

Post-truth çağını güçlendiren dezenformasyon, mezenformasyon, malenformasyon, sahte haberler, enformasyon düzensizliği gibi iletişim sapmalarına karşı topyekûn bir mücadele gerekiyor. Öncelikle kurumsal medya organlarının bu konuda bir imkân olduğunu söylemeliyim. Sahte hesaplar veya gerçek isimlerle yapılan dezenformasyon bir anlamda yapanı bağlıyor ama kurumsal medya şirketlerinin bu anlamda yapacağı bir hata, söz konusu kuruluşu, yani markayı töhmet altında bırakır. Buna rağmen Batılı medya organlarının Türkiye başta olmak üzere bölgemizle ilgili dezenformasyona başvurmaktan kaçınmadığını da üzülerek söylemeliyim.

İletişim Başkanlığı olarak dezenformasyonu ve manipülasyonu medya alanına ilişkin basit bir problem olarak değil, ulusal güvenlik meselesi olarak görüyoruz. Ne kadar idealize edilirse edilsin, yaygınlık kazanırsa kazansın yalanın, eksik ve yanlış bilginin değeri yok. Kurguların panzehiri ise doğru bilgi, yani hakikatin ta kendisi. Biz hakikati hayatın merkezine koyan bir medeniyetin mensuplarıyız. Dolayısıyla hakikat fikrini ve hakikatin kendisin bayraklaştırmaya devam edeceğiz. Dezenformasyonla Mücadele Merkezimiz başta olmak üzere elimizdeki tüm imkânlarla yankı odalarındaki aynaları tuzla buz ederek hakikat mücadelemizi sürdüreceğiz.

Dezenformasyonun amacı gerçekleri gizlemek ve birtakım kurgularla istenen algıyı oluşturmaktır. Size göre dezenformasyonla mücadele nasıl yürütülmeli? İletişim Başkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin çalışmaları hakkında bilgi verir misiniz?

Algıya kimler ihtiyaç duyar, yalanlardan kimler medet umar? Haksız olanlar, gerçeklerden korkanlar, hakikaten kaçanlar… Algı operasyonlarıyla hak suretine bürünerek Türkiye’nin ulusal ve uluslararası alanda ortaya koyduğu meşru ve haklı tezler hedef alınıyor. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi “hakikati perdelemek” için adeta sistemli bir kampanya yürütülüyor. Ancak bu algıları her seferinde boşa çıkarttık. Evet, sistemli çalışmanın avantajlarından da faydalandık fakat bizim en büyük gücümüz, haklı olmaktı. Dezenformasyonu deşifre etmek ve gerçekleri, doğruları ortaya koymak haklılığımızın gereği olduğu kadar hakikate sadakatin de verdiği bir yükümlülüktür. Biz bu yükümlülüğümüze sonuna kadar sadık kalacağız.

Dezenformasyonla Mücadele Merkezimizin faaliyetlerini bugünlerde 1. yılını geride bıraktığımız 6 Şubat depremlerindeki çalışmalarımız üzerinden açıklayayım. Zira Türkiye olarak 11 ilde 14 milyon insanımızı doğrudan etkileyen deprem sürecinde bile çok sayıda manipülasyonla karşı karşıya kaldık. Depremin meydana geldiği 6 Şubat’tan 20 Şubat’a kadarki iki haftalık sürede 200’den fazla dezenformasyon ürünü haberi tespit ederek ifşa ettik. Dezenformasyon saldırıları iki haftayla sınırlı kalmadı. Süreç sonunda 28 farklı Deprem Dezenformasyon Bülteni hazırladık. Hakikat Mücadelesi adlı bir gazete çıkararak depremzede vatandaşlarımızın afet bölgesindeki gelişmelerle ilgili doğru şekilde bilgilendirilmesini sağladık.

Yine yapılan dezenformasyonun içeriğini incelediğimizde kirli odakların, kötücül aktörlerin amacını ortaya çıkardık. Halkın yetkililere yönelik güven duygusunu tahrip etmeyi, arama kurtarma ve yardım faaliyetlerinin aksamasını, depremden etkilenen insanları istedikleri şekilde yönlendirmeyi, milletimizin dayanıklılığını ve direncini ortadan kaldırmayı, doğru bilgiye erişimi manipülasyonlarla engelleyip karar alma süreçlerini akamete uğratmayı hedeflediler. Allah’a şükür gerek yürüttüğümüz çalışmalar gerekse de milletimizin sahip olduğu derin idrak ve irfan, kirli odakların oyunlarını boşa çıkardı.

Şunu da vurgulamak isterim: Dezenformasyonla mücadele bizim için sadece ülkemizle sınırlı değil. Bizler bölgemiz başta olmak üzere uluslararası boyutu olan ve insanlığı doğrudan etkileyen coğrafyalara ilişkin de çalışmalar yapıyoruz. Örneğin İsrail, 7 Ekim’den bu yana Gazze’de gerçekleştirdiği katliamları dezenformasyon ürünü içeriklerle, sahte bilgilerle haklı göstermeye, uluslararası kamuoyunu yanına çekmeye çalışıyor. Ancak biz İsrail’in estirdiği yalan fırtınasına direndik. Dolaşıma soktuğu yalan yanlış haberleri ve bilgileri ifşa ettik. İsrail’in 200’ye yakın ciddi dezenformasyon girişimini, yayınladığımız Filistin Özel Bültenleriyle ortaya koyduk. Doğruları uluslararası kamuoyuyla paylaştık. İsrail’in ortaya döktüğümüz tüm yalanları uluslararası kamuoyunda yer alarak İsrail’in yargılanma sürecine referans teşkil etti. Bunun yanında, İsrail’in etkisi altında kalarak yalanlarını yayma misyonunu yüklenen birçok uluslararası medya organı da pozisyonunu gözden geçirmek zorunda kaldı.

Enformasyon çağında yeni nesil tehditlerle karşı karşıyayız. Bu da büyük oranda geleneksel iletişimin yerini yenilikçi iletişimin almasıyla ilgili. Hem yeni nesil tehditleri hem de enformasyon yoğunluğunu göz önüne aldığınızda iletişim dili nasıl inşa edilmelidir?

Her yenilikte olduğu gibi medya alanındaki yenilikler de birçok imkânla birlikte yeni sorunları beraberinde getirdi. Şu ana kadar ‘hakikat ötesi’ni konuştuk, dezenformasyona karşı hakikati konuştuk. Hibrit (yeni nesil) tehditler dendiğinde ise; terörizm, vesayet savaşları, siyasal manipülasyonlar, düzensiz göçler, yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı, enformasyon yarışları, dezenformasyon savaşları, siber saldırılar gibi çok farklı başlık akla geliyor.

Aslına bakarsanız yeni nesil tehditlerin dezenformasyonla, yalan yanlış veya çarpıtılmış bilgiyle iç içe meseleler olduğunu görmek gerekir. Başka bir ifadeyle dezenformasyon ve türevleri, bu olguların en önemli bileşeni.

O halde yeni nesil tehditler, kurgusal/sahte gerçekliklerden bağımsız değerlendirilemez. Yeni nesil tehditlere karşı alınacak tedbirler de bu hakikat göz önüne alınarak belirlenmelidir. Bana göre, geleneksel iletişim mecralarının çizgisi ve kurumsal araçlarıyla, bu tehditlerin bertaraf edilmesi mümkün değil. Ulusal güvenlik ve savunma mekanizmalarının bu yeni koşullara göre dizayn edilmesi, esnek ve çok yönlü mücadele stratejilerinin belirlenmesi gerekiyor.

Bu mücadele, ezberlere dayanan perspektifle, basmakalıp tanımlamalarla, üzerinde düşünülmemiş kavramlarla sürdürülemez. Gerek geleneksel medyada gerek sosyal medyada kullandığınız dil belli bir bilinç yerine alışkanlıkların etkisiyle oluşuyorsa post-truth olgusuna kapılmanız işten bile değil. Şairin güzel ifadesi ile “ayıklarsan ayık durabiliyorsun”. Dolayısıyla medya dilimizi alışkanlıklardan, ezberlerden arındırmamız gerektiğini düşünüyorum. Her kelime, her kavram ve tanım üzerine düşünmeliyiz. Medya dilimizin, bin yıllık medeniyetimizin ufkunu taşıması gerektiği kanaatindeyim. Bu dilin aynı zamanda hakikatin taşıyıcı kolonlarından olacağına ve yeni nesil tehditlerin panzehiri işlevi göreceğine inanıyorum.

Bir konuşmanızda “dijital teknoloji şirketlerinin yeni küresel iktidar odakları haline geldiğini” ifade ediyorsunuz. Dijital teknoloji şirketlerinin dezenformasyonun yayılmasında ana mecralar olduğu göz önünde bulundurulduğunda, dezenformasyona karşı mücadelede devletler nasıl bir yol izlemeli?

Dijital teknoloji şirketlerinin günümüzde artan etkisi esasında çok girift bir mesele ve haliyle çok boyutlu bir şekilde düşünülmesi gerekiyor. Öncelikle şunu iyi kavramalıyız: Günümüzde ekonomiden siyasete, kültürel ve sanatsal üretimden eğitime, ulusal güvenlikten sağlık sektörüne kadar birçok alanda iletişim ve enformasyonun merkezî konumda bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. İster şirket ister devlet yöneticisi olsun, bütün aktörler bu alanlardaki somut başarıları kadar, enformasyonu doğru ve etkili kullandıkları ölçüde öne çıkıyor. Yani günümüzde bölgesel ve küresel rekabet giderek bu alandaki etkinlik ve verimlilik üzerinde belirginlik kazanıyor.

Durum böyle olunca da aktörler arası rekabette nitelikli enformasyona erişim kadar rakiplerin dezenformasyon saldırılarıyla alt edilmeye yahut yıpratılmaya çalışılması ve dahi dezenformasyonun caydırıcı bir unsur, bir tür silah olarak kullanılması da söz konusu. Üstelik tüm bunlar, dijital teknolojiler öncesi çağın meydan okumalarıyla mezc olmuş; hibrit bir karakter kazanmış durumda. “Ne yapıyor dijital teknoloji şirketleri?” diyecek olursanız, bu noktada ilk önce şu söylenebilir:

Doğru olup olmamasına bakmaksızın enformasyonun kendisini, kullanımını ve yaygınlaşma derecesini kendi tekellerinde tutma amacındalar. Dijital faşizm, dijital zorbalık, yabancı karşıtlığı ve konusu suç teşkil eden birçok içerik ısrarlı bir şekilde küresel toplumun üzerine boca ediliyor. Tüm bunlar toplumsal barış ve huzur ortamını zedeleyen, kutuplaşmayı tetikleyen sorunlu alanlar olmakla birlikte dijital teknoloji şirketleri bu tür sorunları “kullanıcıların daha fazla dikkatini çalmak” suretiyle kârlarını maksimize etmeye dönük iş modelleri olarak kullanıyor. Dahası şirketler kimi zaman başka yapılarla olan menfaat ilişkileri nedeniyle diğer bazı devletlerin ve toplumların güvenliği rağmına hareket etmekten çekinmiyor.

Devletlerin bu meydan okumaya nasıl karşılık vermesi gerektiğine gelince, öncelikle göz önünde bulundurulması gereken dezenformasyon sorununa bir ulusal güvenlik meselesi olarak yaklaşılması gerektiğidir. Dezenformasyon sorunu küresel güvenlik ve barışı da tehdit eden bir boyut kazanmış durumda. Dolayısıyla bu meselenin sadece ulusal düzeyde değil uluslararası iş birlikleri düzeyinde ele alınması elzem hale geldi.

Türkiye olarak biz, Sayın Cumhurbaşkanımızın da birçok kez ifade ettikleri gibi Türkiye Yüzyılı’nı bir “iletişim yüzyılı” olarak kayıtlayacağımız noktasında güçlü bir irade ortaya koyduk. Ve bu süreçte dezenformasyon sorununu küresel hakikat krizi içerisinde son derece ciddi neticeleri olabilecek bir mesele olarak addediyoruz. İletişim Başkanlığı olarak bu noktada hakiki manada esaslı çalışmalar da gerçekleştirdik ve gerçekleştirmeye devam ediyoruz.

Ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir dilin hâkim olduğu bu dönemde, yeni nesil iletişim dili nasıl inşa edilebilir? Sosyal medyanın bu konudaki fonksiyonu hakkında neler söylersiniz?

1990’lı yıllarda internetin yayılmasıyla beraber konvansiyonel medya araçlarında radikal bir dönüşüm başlamıştı. Son yıllarda sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla da geleneksel medya enstrümanlarının daha geri planda kaldığını görüyoruz. Sosyal medya ile bilginin yayılım hızı artmış ve sıradan vatandaşlar bile bir içerik üreticisi haline gelmiştir. Dolayısıyla kurumsallaşmış bir medya düzeninden enformasyon yığının daha fazla olduğu ve bu yüzden de takibi ve düzenlenmesi daha zor yeni bir medya iklimine geçmiş bulunuyoruz.

Öte yandan bu medya düzeninde toplumu olumsuz etkileyen birçok hususun da yaygınlaşmaya başladığını görüyoruz. Elbette bunların başında da siyasi ve toplumsal kutuplaşma geliyor. Kutuplaşma olgusu ise herhangi bir toplumda görülebilecek en tabiî farklılıkların bir ayrıştırma ve çatışma konusuna dönüştürülmesidir aslında. Dolayısıyla kutuplaşma büyük oranda farklı mecralar eliyle imal edilen bir süreç. Bu süreçte kullanılan dil ve söylemlerin etkisi büyük ve soruda da belirttiğiniz gibi ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir dili en çok da sosyal medya mecralarında görmekteyiz. Sosyal medyada bilginin bu hızla dolaşıma sokulması yoluyla doğru olmayan bilgilerin bile toplumu rahatlıkla iki karşı kutba itebildiği görülüyor. Özellikle yüz yüze ilişkilerde söylenmeyecek sözlerin sosyal medyada rahatlıkla sarf edilebiliyor olması kutuplaştırıcı dilin en önemli sebebi.

Medya dilinin bu anlayış düzleminde yeniden ele alınması gerekir. Bölücü, milletimizin birlik ve beraberlik ruhunu dinamitleyen kötücül söylemlerin öne çıkarılması yerine hakikati merkeze alan yapıcı/onarıcı söylemlerin medya diline dönüşmesi bugün yaşadığımız sorunların çözümünde de kıymetli imkanlar sunacaktır.

O yüzden her bir bireyin medyada üretici bir aktör olduğu günümüz medya ekosisteminde herkesin kullandığı kavram, tanım ve ifadelere daha fazla hassasiyet göstermesi gerekir.

Yukarda İsrail’in saldırılarına değinmiştik ama burada şunu sormak istiyorum; İsrail yönetiminin her çatışma döneminde Müslümanları manipüle edecek görselleri yayması artık bilinen bir gerçek. Ülkemizde de özellikle sosyal medya kanalları başta olmak üzere çeşitli hesaplar üzerinden yayılıyor. Bununla topyekûn bir mücadele nasıl mümkün olur?

İsrail en başından beri bu konuda sistematik bir faaliyet yürütüyor. Filistin topraklarındaki varlığı ve genişleyerek devam eden işgal girişimi hukuka aykırı; saldırıları da insanlık dışı olduğu için medyada, özellikle uluslararası medya organları vasıtasıyla dolaşıma soktuğu haberler, kendi yaptıklarını gizlemek ve perdelemek amacını taşıyor.

Dolayısıyla bu söylediğiniz ne yeni ne de şaşırtıcı bir durum. Öteden beri Filistinlilerin -hatta daha genel manada konuşursak- Müslümanların, en ufak bir anlaşmazlık durumunda bile bir kısım küresel medya şirketlerinin yayınlarında “aşırılıkçı”, “terörist”, “fundamentalist” gibi etiketlerle nitelendirildiği bilinen bir gerçek. Ve bu durum sadece gündelik medya içerikleriyle sınırlı değil. Maalesef sinema-dizi sektöründen akademik yayınlara kadar uzanan bir ölçekte, böylesi bir tutumun vaki olduğunu görüyoruz. Üstelik Filistinlilerin ya da Müslümanların bu türden suni kalıplarla ve etiketlerle temsil edilmesine bir şekilde tepkisini ortaya koyan birçok sanatçı, düşünür, yazar, medya mensubu anında sansüre ve mobbinge maruz kalıyor.

Fakat bu baskı her ne kadar artarak devam etse de 7 Ekim’den sonraki süreç eskiye nazaran daha farklı bir tablo ortaya koydu. İsrail bugün gerek sahadaki savaş suçları ve soykırım teşebbüsü nedeniyle gerekse medyada, sanat ve akademi camiasında uyguladığı baskı, sansür ve manipülasyon çabası nedeniyle eskiye nazaran çok daha güçlü tepkilerle karşılaşıyor. Hâlihazırda baskının şiddetini arttırmaya çalışması da esasında bu çaresizliğin bir dışavurumu. Diğer bir ifadeyle İsrail’in arkasındaki uluslararası medya desteği ile politik destek hızla azalıyor. İsrail giderek daha zor taşınan bir yük, destekçilerine büyük maliyetler üreten bir konuma doğru evrildi.

Maalesef ülkemizde de İsrail’in yalan ve kurmaca haberlerine, görsellerine zaman zaman itibar edildiği görülüyor. Bu yüzden az önce de ifade ettiğim gibi İletişim Başkanlığı olarak biz İsrail’in yalanlarını deşifre edip bunların doğrusunu Türk ve dünya kamuoyuyla paylaştık. Fakat kurumsal anlamda olduğu kadar bireysel anlamda da bu tür içeriklere karşı teyakkuz halinde olmamız gerekiyor.

Müslümanlar olarak, İsrail’in İslam dünyasına yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için ürettiği materyallerin yayılımına karşı bireysel, kurumsal ve toplumsal anlamda ortak bir tavır geliştirmeliyiz. Dezenformasyon saldırıları ne kadar kapsamlı ve topyekûn ise mücadelenin o kadar kapsayıcı ve topyekûn bir mahiyet arz etmesi gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde ev sahipliğini üstlendiğimiz ve sektörel bazda bir ilk niteliği taşıyan İİT Enformasyon Bakanları Olağanüstü Toplantısı tam da bu amaçla kurgulandı.

“İsrail’in eylemlerinin hibrit tehditler olduğunu” ifade ediyorsunuz. İsrail’in hibrit tehditleriyle nasıl mücadele edilebilir?

İsrail’in başvurduğu dezenformasyon da hibrit tehditler kategorisinde. İsrail kaynaklı hibrit tehditlerin ve dezenformasyonun, dünya kamuoyunu hedeflediği de açık. İsrail ordusunun işgalci/yerleşimci anlatılarını pekiştirmek amacıyla Batı medya şirketlerine kavram setleri, sözlükleri gönderdiğini biliyoruz. İsrail istilacı ve işgalci kimliğini gizlemeye çalışarak 7 Ekim’den bu yana yaklaşık 30 bin Filistinliyi katletti. Bunların en az yarısı çocuk ve kadın. Söz konusu kavram setlerinin, sözlüklerin söylem üstünlüğünü ve meşruiyeti elinde tutma amaçlı olduğuna kuşku yok. Batılı medya kuruluşlarının İsrail menşei dili kullanmasının medya organlarının bağımsızlığını ve tarafsızlığını ortadan kaldırdığını görmek gerekiyor. Bundan daha önemli olan ise, medya organları eliyle hakikatin ölüme terk edilmek istenmesidir. Medya organlarının görev alanları dikkate alındığında bu durumun medya olgusunun çürümesi ve ölümüyle sonuçlanması mukadder. Dezenformasyonla mücadele ederken, yine dezenformasyon yöntemini kullanmak elbette etik değil. O zaman, basın mensupları en temel ahlaki kuralları dikkate alarak ve en önemlisi ellerini vicdanlarına koyarak haber yapmalı ve hakikatin sözcüsü olmalılar. Kirli bilgiyle mücadele etmenin başka yolu yok.

Bu noktada İsrail’in kendi halkının ve uluslararası kamuoyunun hibrit tehditlere karşı mücadelede büyük sorumlulukları var. O da şu; kendi hükümetleri ve onun yandaşları tarafından önlerine sunulan çeşitli yalan söylemleri bir hapmış gibi sorgulamadan kabul etmemeleri. Çünkü hakikati idrak etmek herkesin sorumluluğunda olan bir görev. Bu sebeple bahsettiğim kişiler de gerçeğe ulaşmak için cesurca çaba sarf etmeli, doğru habercilik peşinde giden haber kaynaklarını vicdanlarına ses vererek takip etmeli.

Gazze’de yaşanan acı durum İsrail’in baskıları sebebiyle uluslararası basında yeteri kadar yer almıyor. Aksine Gazzelilerin mağduriyeti yerine İsrail’in mağdur rolü öne çıkarılıyor. Uluslararası alanda medya üzerinde nasıl bir baskı uygulanıyor?

Öncelikle önümüzde şöyle bir gerçek var; İsrail’in iktidar odakları ile aynı siyasi çizgiye sahip bireyler daha 20. yüzyılın başından itibaren çeşitli uluslararası medya kuruluşlarında önemli pozisyonlara sahip olmuşlardır. Tirajları yüksek günlük gazetelerden tutun da çocukların her ay düzenli okuduğu çizgi roman yayıncılarına kadar bu böyledir. Yani gündemi belirleyen veya ona hizmet eden medyada İsraillilerin göz ardı edilemeyecek ölçekte söz hakları uzun yıllardır mevcut.

Fakat burada İsrail’in girişimlerine ve esas olarak İsrail’in medya üzerinde kurduğu baskının pratik manada nasıl işlediğine daha yakından bakmak gerek. Bu konuda ilk önce bariz bir gerçeğin altını çizmeliyiz: İsrail, siyasi, diplomatik, ekonomik gücünü ve bu alanlarda kurduğu ilişkileri, Filistin’de ve Gazze’de kendisini temize çıkarmak için araçsallaştırdı. Bu süreçte gördük ki, özellikle ABD’de ve Avrupa’da yayın yapan bazı küresel medya kuruluşlarının üst yönetim kadrosundan editörlerine kadar kritik pozisyonlarda çalışan kişilerin İsrail yanlısı olmaları adeta işe alım şartına dönüşmüştür. Dahası bu şirketler, İsrail’in arkasında durduğu sermaye odaklarının reklam gelirlerinden ve İsrail’in siyasi nüfuzundan mahrum kalmamak için Gazzeli mazlumları ve İsrail’in katliamlarını kasıtlı bir şekilde görmezden gelmektedir. Üzülerek ifade edeyim ki bu tavırları ile de İsrail’in savaş suçlarına ortak olmaktadırlar.

ABD menşeli bir yayın kuruluşunun çalışanları, sistematik baskı ve sansürü açıkça itiraf ettiler. Şirketlerinin İsrail yanlısı editoryal politikaları nedeniyle yoğun bir tepki gösteriyorlar. Düşünün ki, bir yandan “özgür, tarafsız basın” diyeceksiniz diğer taraftan muhabirlerinize Gazze’deki durumla ilgili yapacakları haberlerde “Hamas’ın her şeyin sorumlusu olduğunu vurgulamayı unutmayın.” diye talimat vereceksiniz. Bir yandan “ifade özgürlüğü” dersi vermeye kalkacaksınız diğer taraftan İsrail’in Gazze’de katlettiği 120’den fazla gazeteciye dair haberleri sansürleyeceksiniz.

Yine benzer bir şekilde örneğin İsrail’in bombaladığı bir hastane adeta askeri üsmüşçesine bir algı oluşturacak şekilde tarif ediliyor. İsrailli aşırılıkçıların Filistinlilerin topraklarını ve evlerini ellerinden almaları, bu tür yayınlarda “yerleşimcilik” adıyla estetize edilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin hem sahada hem de iletişim alanında yaptıkları göz ardı edilemez. Ancak Türkiye’nin çabası birileri tarafından bilinçli olarak göz ardı edilmeye ve Türkiye için Filistin’in ve Gazzelilerin önemi küçümsenmeye çalışılıyor. Türkiye’nin Gazze için yürüttüğü iletişim faaliyetlerinin seyri nasıl devam edecek?

Bugün Gazze’de öldürülen Filistinlilerin sayısı 30 bine yaklaştı. Fakat bunlar, açık bir şekilde yalan olan, “kafası kesilmiş bebekler” gibi dezenformasyonlar kadar konuşulmuyor. Çünkü İsrail’in uyguladığı medya baskısıyla Filistinliler, varlıkları, canları, toprakları değersiz insanlar ve dahası –dilim zikretmeye varmıyor ama- insan dışı varlıklar olarak resmedilmeye çalışılıyor.

Ayrıca bu noktada önemli bir vurgu da yapmak isterim. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın öncü gayretleriyle Türkiye, Filistin başta olmak üzere, mağdur durumdaki farklı coğrafyaların sesi olmuş, onların haklı mücadelelerini desteklemiştir. Türkiye’nin gücünü ve yaptıklarını küçümseme çabası en hafif tabirle acizliktir. Nasıl ki, güneş balçıkla sıvanmaz ise mazlumların yardımına koşan, onların sesi olma çabasının değeri de küçültülemez. Bizler mazlumlara kol kanat gererken kimseden takdir beklemiyoruz. Bilakis tarihimizin, inancımızın, insana bakışımızın ve en önemlisi de Türkiye misyonunun gereğini yerine getiriyoruz ve bu misyonumuzu bundan böyle de aynen devam ettireceğiz.

Biz Türkiye olarak Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bu yaşananların siyasi, askeri, diplomatik boyutlarına odaklandığımız kadar iletişim ve medya boyutlarına da odaklanıyoruz. Ve bu süreçte daima Filistinli kardeşlerimizin yanında güçlü bir şekilde durmaya gayret ettik. İletişim Başkanlığımızca düzenlenen “Kurşun Geçirmez Düşler: Gazzeli Çocuk Ressamlar Sergisi”, “Gazze Savaşı’nda Medyanın Hakikat Mücadelesi Sempozyumu”, “Filistin İçin Tek Yürek Zirvesi” gibi uluslararası etkinliklerde ve bu kapsamda çıkardığımız birçok yayında Filistin davasının ve Gazzeli mazlum kardeşlerimizin sesi olmaya çalıştık. Dezenformasyonla Mücadele Merkezimiz aracılığıyla İsrail’in medyaya yönelik baskısını kırmayı, bu konuda gerçekleri ortaya çıkarmayı kendimize şiar edindik. AA ve TRT de bu süreçte sahadaki gerçekleri ortaya çıkarmak ve dünya kamuoyunun gündemine taşımak için yoğun bir çaba sarf ediyor. İİT Enformasyon Bakanları Olağanüstü Toplantısı’da kurumsal çabamızın uluslararası boyutuna işaret eden önemli bir örnek.

İsrail’in Gazze işgali bir gün bitecek. Fakat biz bugün yaşananları unutmayacak, her fırsatta İsrail’in katliamlarını, savaş suçlarını ve soykırımını uluslararası kamuoyunun gündemine taşıyacak, İsrail’in katliamlarını, kabarık suç dosyasını anlatmaktan geri durmayacağız. Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz kıymetli hocamız Alevle Alatlı vasiyetini şu ifadelerle bitiriyordu: “Mademki son temsilcileriyiz Gezegen’in iyiliği için yaşatılması elzem bir medeniyetin, bizi durduracak tek ‘gerçek’, soğuyan Güneş’in dünyamızı yarı yolda bırakması ihtimali olmalı.” 

Popüler Haberler
Berçelan Yaylası 3 Bin 300 Metrede Doğaseverlerin Cenneti

Hakkari'de yaz ve kışın bir arada yaşandığı Berçelan Yaylası, 3 bin 300 metre rakımda yer alan buzul gölleri ve eşsiz manzarasıyla doğaseverlerin gözde rotası haline geldi.

2040'a adım adım Türk Devletleri Teşkilatı

Marmara Üniversitesinden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Cengiz Tomar, 5-6 Temmuz'da gerçekleşecek Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) Gayriresmi Liderler Zirvesi öncesi 2040 Türk Dünyası Vizyon Belgesi'ndeki son gelişmeleri AA Analiz için kaleme…

EURO 2024'e siyasi müdahale UEFA neden Türkiye'yi hedef aldı

Hukukçu Dr. Abdullah Musab Şahin, UEFA'nın Milli Futbolcu Merih Demiral'a verdiği 2 maç ceza kararının perde arkasını AA Analiz için kaleme aldı.

Gazze'deki Sivil Kayıplara Rağmen ABD'nin İsrail'e Silah Yardımı Devam Ediyor

ABD, Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısı sonrası İsrail ordusunun Gazze’de başlattığı operasyonlara koşulsuz destek vermeye devam ediyor. Washington yönetimi, sivil kayıplara ve savaş hukuku ihlallerine rağmen İsrail'e silah yardımlarını sürdürüyor.

Bakan Uraloğlu Türkiye'de Yollara Akıllı Ulaşım Sistemleri Kuruluyor

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, yollara akıllı ulaşım sistemlerinin kurulacağını bildirdi.