Ali Ayçil

Ali Ayçil
1969 Yılında Erzincan’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da yükseköğrenimini Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Mostar dergisinin editörlüğünü ve haftalık Gerçek Hayat haber- kültür dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. TRT ve bazı özel televizyonlarda program danışmanlığı yaptı ve bazı kültür programlarını hazırlayıp sundu. Şiir ve yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık, Varlık gibi dergilerde yayınladı. 2018 yılında şiir kitabı Bir Japon
devamını oku daha az oku Nasıl Ölür’le Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şiir Ödülü’nü aldı. 2015- 2022 yılları arasında Dergah Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı.

Lübnan Distopyası

Lübnan Distopyası
17 Ekim 2024

Benim kuşağımın hatıralarında, önce radyo ajanslarından, sonra da televizyonlardan verilen Lübnan haberlerinin ayrı bir yeri vardır. Akşam 7 ajanslarında aktarılan savaş ve yıkım haberleri bir karanlığın ortasında irileşerek içimizdeki korkuyu derinleştirirlerdi. Bu haberler içerisinde adını en çok duyduğumuz kentlerden biri Beyrut’tu. Orada isimlerini nereye koyacağımızı bilemediğimiz bazı gruplar sürekli birbiriyle çatışıyor, adeta haber merkezlerine günlük malzeme sağlıyorlardı. Marunîler, Dürziler, Şiiler, Sünniler… Kimdiler, amaçları neydi, birbirlerini öldürerek nereye varmak istiyorlardı bilemezdik. Hele Dürzi Lider Velid Canbolat’tan söz açıldığında iyice kafamız karışır, ironik bir şekilde böyle bir gruba nasıl liderlik yaptığına şaşardık.  

Zaman bütün bu bilinmezlerin içini bilgiyle doldurdu ve Marunîlerin, Dürzilerin ve Şiilerin kimler olduğunu öğrendik. Lübnan’daki kampları, kamplarda sürgün hayatı yaşayan Filistinlileri, İsrail’in katliamlarının sebeplerini iyi kötü bir yerlere oturttuk.  

Lübnan’da ve Beyrut’ta olup bitenleri sökmeye başladığımızda, bu ülkeye dair bilgilerimize, mevcut resimle taban tabana zıt yeni bir resim daha eklendi: Doğu’nun Paris’i. Bu benzetme, iç savaştan önceki Beyrut’un kısa bir dönemini anlatmak için yapılıyordu. Doğu Akdeniz’in kıyısında yıldız gibi parlayan, mekânları, yaşam tarzları ve eğlenceleriyle göz kamaştıran bir şehir nasıl olmuştu da bir savaş ve yıkım yeri haline gelmişti, nasıl olmuştu da ülkenin zenginliği olan ve binlerce yıldır birlikte yaşayan topluluklar birbirinin katiline dönüşmüştü? Bu sorular da zaman içinde cevaplarını buldular.  

İsrail’in komşusu bu küçük ülke adım adım sosyolojik bir bataklığa sürüklenmiş, İsrail bu fay hatlarını derinleştirmek için her türlü stratejiyi denemiş, Fransızların, Suriye ve İran’ın, başka bazı ülkelerin desteğiyle her grup kendi Beyrut’unu gettolaştırmaya başlamıştı. Beyrut değil, Beyrutlar vardı artık. Gün geldi, dünya siyaseti öyle arzuladığı için yıkımın üzerine bir astar çekildi ve bu günkü dengeler parlamentosu oluşturuldu. Aslında bu bile bir başarıydı.  

Beyrut, Şam ve Halep  

Bir de bir okur olarak benim kitap sayfalarından taşınıp gelen Lübnan’ım, Beyrut’um savaş ve yıkım haberlerinin yanına ilişmeye başlamıştı. Bazı sayfalarda Halide Edip Adıvar, şehirde Cemal Paşa’nın masasında oturuyor, ondan Lübnan’da çocukların eğitimi için giriştiği çabalara destek vermesini rica ediyordu; bazı sayfalarda Refik Halit Karay sürgün olarak gittiği bu ülkede geçim sıkıntısı çekiyordu, bazı sayfalarda da mecburi olarak bir süreliğine Beyrut’a yerleşmiş bulunan Osmanlı saray mensupları ve hanım sultanlarının kederli gölgeleri dolaşıyordu. Ama bütün bu metinlerde Beyrut, Şam ve Halep genellikle birlikte anılır, üçü bir salkımın iri taneleri gibi insanı kendine çekerdi.  

İç savaştan önce Şam ve Halep’e yaptığım ziyarette, okuduğum metinlerin yazar ya da kahramanları da bana eşlik etmişti. Adonis, Feyroz, Halil Cibran gibi bölgenin kalemleri ve sesleri de baktığımız her yerdeydi. Suriye gezimden önce bu bölgeye dair başka yeni bilgiler de edinmiştim; Golan Tepeleri’nden Toros Dağları’na uzanan bir hatta Yavuz Sultan Selim döneminde yerleştirilmiş bir dizi Yörük köyü de bulunmaktaydı. İsrail işgaliyle birlikte, tepelerdeki köyler boşaltılmıştı. Lübnan’da hala iki büyük Yörük köyü vardı ve bunlardan biri Türkçe konuşmayı sürdürüyordu.  

Çocukluğumuzun Lübnan’ı zaman içinde biraz sükûnete kavuşmuş olsa da ara ara yine çocukluğumuzun haberlerine benzer haberlerle gündemimize girdi ve adeta kendisine dair o korkulu hatırayı sulamayı sürdürdü. Ama en son haberler öncekilerle kıyaslanacak gibi değildi. Lübnan’da sadece bu ülkenin değil bütün dünyanın nasıl korkutucu bir eşiğe geldiğine tanık olduk.  

Dijital çağ, klasik savaşların çok ötesinde, kendi şanına layık yeni bir harp konseptine geçti ve bu yeni yöntemin ilk denemeleri yapıldı. İsrail birer gün arayla Lübnan Hizbullahı’nın elindeki çağrı cihazlarını ve telsizleri uzaktan kumandayla patlattı.  

Korku filmlerini hatırlatan ama gerçek olan bu Lübnan Distopyası, şimdilik iki taraftan birinin yöntemiymiş gibi görünse de artık bütün dünyanın gündemine ve ilgisine girmiş bulunuyor. Bundan böyle savaşlar, büyük filmlerin kurmacalarıyla yarışacak ve hatta yönetmenlere yeni ilhamlar sunacak. Yine de “yeni” derken kendi içimde kuşkuya düşüyorum; aslında Truva Savaşı’ndaki at şekilden şekile giriyor ve Truva sürekli yer değiştiriyor. Yeni Truva ‘Beyrut’.    

Mahallede Direnmek  

Mahallede Direnmek  
10 Mayıs 2024

Ölümünden birkaç yıl önce, çalıştığım dergiye söyleşi yapmak için modern mimarlık tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Turgut Cansever’in kapısını çalmıştım. Söyleşinin bir yerinde söz, doğal olarak mahalleye gelmişti. Cansever, şehirlerin merkezini çepeçevre saran ve doğal mekânlaşmanın bir ürünün olan mahallelere “gecekondu” demenin mümkün olmadığını, bu mahallelerin dünyanın değişik yerlerinde baraka kabilinden, neredeyse patika yollarla birbirinden ayrışmış gecekondulardan tamamen farklı olduğunu söylüyordu. Bir de hatırasını paylaşmıştı: Batıdan bir grup mimara helikopterle İstanbul’u yukarıdan seyrettirmiş, gecekondu diye tanımlanan mahalleleri onlara da göstermiş, onlar da bu mekânlaşmanın gece kondu sayılamayacağını kendisine ifade etmişlerdi. Gerekçeleri şöyleydi Cansever’in:  

“Bizim halkımız bir yere mahalle kuracağı zaman yolun, okulun, caminin, mümkünse meydanın yerini ayırmaya özen gösterir. Bu basit bağlamda bir mimarlık planlamasıdır. Dahası, pencerelerin birbirini engellememesine de ayrıca dikkat ederler.”  

Bir de hayali vardı Cansever’in; İstanbul’da “örnek bir Türk mahallesi” kurmak. Ancak siyasi, bürokratik bir dizi engelden ötürü bu hayali gerçekleşmedi.  

Edgar Morin'den pandemi sonrası için yol haritası 

 Edgar Morin, virüs salgının bütün dünyayı sarstığı, büyük kapatmaların ve ölümlerin yaşandığı pandemi döneminde, Yolumuzu Değiştirelim adıyla bir kitap yayımladı. Avrupa’nın önemli düşünürlerinden biri olan 99 yaşındaki bu yaşlı adam, olan biteni berrak bir zihinle analiz etmiş ve yüz yıllık hayatının tecrübelerinden süzülen bir dizi öneride bulunmuştu. O da diğer pek çok düşünür gibi liberalizmin/kapitalizmin bir felakete doğru giden yolculuğundan şikâyet ediyor, sosyal sorumluluk üstlenebilecek “yarı devletçi” mekanizmalara dönülmesi gerektiğini savunuyordu. Ama önerileri bununla sınırlı değildi. Üç kavramın altını çiziyordu Morin: toplaşma/yakınlaşma, bostan kültürünü yaygınlaştırmak ve organik mahalleler inşa etmek. Bu arzunun arkasında da tıpkı Heidegger’in 1913’te kaleme aldığı “Ev Yapmak İnşa Etmek” makalesinde altını çizdiği sebepler ve endişeler saklıydı. Morin, “konut üretmek”le “ev yapmak”ın aynı şeyler olmadığının farkına varmıştı. Pandemide içeri kapatılan konut insanlarının yaşadığı travmalar, ona zorunlu olarak bostan ve mahalle düzenini tekrar hatırlatmıştı.  

Tanpınarı’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Batılılaşma/modernleşme ile ortaya çıkan eş zamansızlığın ironisi gibidir. Mahalle ve modern semt, alaturka ve alafranga zaman, varlığı suyunu çekmekte olan bir Osmanlı paşası ve modern müteşebbis, aynı zamana ait olmadıkları halde mecburen aynı şehir mekânının içinde birbirini itekleyip durmaktadırlar. Romanın başkahramanı Hayri İrdal, Fatih semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin etrafında şekillenen mahallede alaturka hayat sürmekte olan bir adamdır. Alaturka kederlenmekte, alaturka iş aramakta, alaturka çözümler bulmaya çalışmakta ama her seferinde biraz daha yeis içine düşmektedir. Ta ki, modern müteşebbis Halit Ayarcı ile karşılaşıncaya kadar. Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ı mahallesinden, şu eski ve kasvetli, şu pinti ve yoksul dünyadan uzaklaştırmaya karar verir. Modernlik/yenilik, Halit Ayarcı’nın parmakları arasında bir hokus pokusa bakan dilek kipi gibidir; aklına bir fikir gelir ve onu ayartıcı bir dizi söylevle hemen paraya dönüştürür. Hayri İrdal, Ayarcı’nın ne kurduğu düzene ne ürettiği işlerin gerekliliğine hiçbir zaman tam olarak inanmamış, ama bu kuşku onun yeni bir hayata geçmesine de engel olamamıştır. Yeni dünyanın rüzgârı güçlüdür çünkü. Mahalle, komşuluklarıyla, yoksulluğuyla, akla hayale gelmedik hikâyeleri ve şu garip canlılığıyla geride kalır.  

Mahalle ve şiir 

Ama tarih, romanlardaki birkaç kahramanın yaşadığı hızlı tecrübeye ayak uyduracak bir çevikliğe sahip değildir. Türkiye’de mahalle ve mahalle kültürü hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir adım ileri giderek şunu da söylemek mümkün: İki dayanaktan ötürü kapitalizm ve tüketim kültürü ülkemizde görsel şölen kurmanın ötesine geçip de yaşamın kendisine dönüşemiyor; mahalle ve şiir. Biri dile diğeri toplumsallığa güç veren bu iki dayanak bizim için gittikçe daha da kıymetli hale gelmeye başladı. Kentsel dönüşüm pratikleri, depreme karşı girişilen hazırlıklar mahalleyi tehdit ediyor artık. “Mahallenin yerine mahalle kurmak”tan kaçınan, dönüşümü, metrekareyi en yüksek kârlılıkla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Oysa kentler ve mahalleler derin yapılardır ve yıkıp aynısını yapmak bile ciddi sonuçlar doğurabilen bir süreçtir. Hiç kuşku yok ki, özellikle İstanbul’da mahalleler yok edilebilirse, “yeni dünya düzeni” hayatımız karşısında büyük bir zafer elde etmiş olacak. Mahallede direnmek, insani temasta, bahçede, çocukların oyun ve arkadaşlığında, sevinç ve kederi paylaşmakta, dertleşmelerde, komşuya emanet bırakılan söz ve işlerde direnmektir. Bütün bunlar özneler tarafından yüklenilebilecek mahiyette olmadığı için mahallede direnmek zorundayız.            

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.