23 Ağustos 2024
İki yüz bine yakın yerli çocuk; 1800’lerin başlarından itibaren, korku ve hilenin eşlik ettiği türlü baskıyla, şantaj ve rüşvet yoluyla, ebeveynlerinin kolunu kanadını kıran ölüm tehdidiyle yuvalarından koparıldı. Kanada’daki beyaz çoğunluğa entegre edilmeleri amacıyla, peş peşe açılan yatılı kilise okullarına zorla yerleştirildi. Binlercesi soğuk, dayak, tecavüz, tıbbî deney, açlık ve hastalık nedeniyle öldü.
Kanada, Gazze’deki soykırım dâhil mazlum halklara yönelik her türlü saldırıda emperyalist devletlerin safında yer tutsa da son birkaç yıldır, bu devasa çocuk mezarlığında yaşamaktan utandığını söyleyerek ülkeyi terk eden vicdan ve merhamet sahibi insanların sayısında ciddi bir artış görüldü. Bu metin, buz gibi yerin altında kalbi ve aklı dipdiri kalan o çocuklardan birinin yeryüzüne ve insanlığa söylediklerinin bir bölümü:
Evrenin ileri gelenleriyle dostça geçinir; kurdun kuşun dilini, doğuştan gelen bir kabiliyet ve hayata bitişik muhkem bir müfredat sayesinde çok iyi bilirdim. Gümrah ırmağın, gürbüz ormanın ve güleç toprağın kadim konuklarına kendimi sevdirir, börtü böceğe elimden yedirirdim.
Bize gözcülük eden heybetli ve esrarlı dağlar, sesimi duyunca, çiçeklerle bezeli başlarını hemencecik eğer; bezginlik nedir bilmeyen çalışkan dereler, yeri telaşlandıran yüzüstü bir neşeyle ayaklarımı gıdıklamaya seğirtirdi. Doymak için hırsızlığa, sevmek için küçük bir heykelciğe, dua etmek için çan çalan bir kiliseye ihtiyacım yoktu. Doğa, en kıdemli öğretmenimdi; okula, yirmi dört saat giderdim.
Kabilemin güzel kızları, bal rengi gözlerime bakmaya doyamaz; çevik ve gürbüz akranlarım, ensemi öpe öpe uzayan kavi saçlarımın dev salıncakları dahi kaldırıp savurabileceğini söylerlerdi. O gözlerle; hiç yorulmadan, yakınmadan, yalpalamadan yağan karı yahut bilgelikle gökten ağan yağmuru seyrederdim. İri hayvanların huyunu nasıl kavradığına akıl sır erdiremediğim babamı seyrederdim. Günün bütün afacan cinlerini ayağa kaldırarak çalışan şamatacı anamı seyrederdim. Ara sıra görünüp kaybolan aylak güneşler gibi, sesi yeni kalınlaşan oğlanlara kozalak atıp kaçan; bazılarının kötek yemesine, bazılarının da gözden düşmesine neden olan çılgın ve muzip ablamı seyrederdim.
Elim uz, ayağım tez, ihtiyacım azdı. Koca Kulak’la şaşkın geyiklerin oyununa katılır, Ulu Ağacın Oğlu ile çalılıkların karışan aklını, dolaşan ayaklarını, birbirine yapışıp kalan dudaklarını açardım. Ne çadırda yediğim ayarı kaçmış şaplak gücüme giderdi ne de mantarlarımı beğenmeyen ihtiyar reisin bütün obayı yutacakmış gibi açılan dişsiz ağzından yüzüme hücum eden o sitem dolu sözler.
Yaratıcı ile aram iyiydi; bedenimin mümin toprakla, müfessir kısrakla, müheyya ırmakla aynı kaynaktan, aynı soydan geldiğinden adım gibi emindim. Ateşin başında oynaşıp duran alaz ve kıvılcımları izleyerek yeryüzünden ve büyüklerimden hikmet devşirir, şelalelerin yamacında tefekkür ve tezekküre dalan ağaçlarla konuşarak iman tahtamı dövüp duran haylaz kalbimi eğitirdim.
Ve geldiler…
Ah! Tez bitti. Güzellik yumağının ipi birden kopuverdi, sevincin ırmağı suyunu kesti, yerin üstünü can yakan dikenler bürüdü. Karaltıları bile toprağı dalayan iki ayaklı ve ağzı kalabalık canavarlar bir gün bize de geldiler, bizim yurdumuza da. Yanlarında, yıllar önce obadan kovulunca bu iblislerin arasına katılan Aksak Bacak da vardı. O aklına nicedir zehir koymuştu, kalbi hepimizinkinden eğri ve kötü çalışıyordu. Ekmeğimizi küçümsüyordu artık. Para denen bir tanrıya tapıyordu. Pazarlıktan haberdardı. Aldatmayı, kaçırmayı, satmayı huy edinmişti. Elinde kâğıttan bir şeytanla geziyordu.
Geldiler. Bağırıp çağırdılar. Sarıp sıyırdılar. Kırıp döktüler. Çadırın kapısında titreyen ellerimize sopa ve kemerle vurdular sonra. Taze bir gelinmişçesine beline sarıldığımız yaylardan, güreş tuttuğumuz çayırlardan, mutluluk sepetini üstümüze döken şen şakrak akşamlardan kopardılar. Hiç bilmediğimiz, görmediğimiz, aklımızda ismini gezdirmediğimiz yerlere kapattılar. Dilimiz ve eğnimiz değişti, derdimiz ve sevincimiz değişti, yemeğimiz ve duamız değişti. Etimizi büktüler ses çıkarınca, saçımızı yoldular, bileklerimize ilmek attılar. Gözümüzün ibriği içimize döndü o vakit. Neşenin meleği uçup gitti. Yatağımız yerden uzaklaştı. Çoğaldık; sığmaz olduk yurtlara, barakalara, bahçelere. Tam iki yüz bin kuzuyu, kurtların ülkesine sürmüşler meğer. Kimisini altınla, kimisini kamçıyla, kimisini kurşunla, kimisini korkuyla evinden alıp götürmüşler. Güneşin, yerdeki yuvasını dağıtmışlar.
Zor alıştık çığlıklara, açlığa, soğuğa, dayağa. Gece gündüz demeden ağır işlerde çalıştırılmaya çoğumuz dayanamadık. Tecavüze uğrayanlar oldu Allah’ım; diri diri derisi yüzülenler, deneyci hekimlerin önünde çırpınarak can verenler, başkalarına ibret olsun diye dili ya da gözü dağlananlar. British Columbia, Sakatchewan, Kuper Adası… Misyon okullarının yanını yöresini; kaçmak isterken vurulan, azdırılmış köpeklere parçalatılan, kapanlarda kolu bacağı ezilen yavrularla doldurdular. Hastalanınca yakılan, kan kusarken tekmelenen, yiyecek azalınca yatağında boğulan saçları kazınmış oğlanlarla.
Son darbe…
Çok geçmedi, aklımın bulutları havalandı, beni öperek uyandıran anamın hasretine dayanamayacağımı anladım. Kaçmak isteyince suratımı duvarlara çarpa çarpa ezdiler. Elimden tuttular, arka bahçeye çıkardılar, uzakları gösterdiler. Güzel gözlerimi, kızların bakmaya doyamadığı bal rengi gözlerimi, gözyaşına belenen gözlerimi iri iri açtım, iyice açtım, anamı son kez hatırlayarak açtım.
Tam o sırada bir balyoz indi suratıma. Acı bitti. Hüzün bitti. Korku bitti. Terlikler, kemerler bitti. İnsanlık bitti. Her yerim dağılıp parçalandı; biliyorum, çok iyi hatırlıyorum. Fakat son anda aklıma geldi, direndim, gözlerimi inadına açık tuttum.
Tam yüz elli yıldır açık kalan o gözlerle Kanada’ya, Amerika’ya, dünyaya bakıyorum.
devamını oku daha az oku
değer bulundu. Deneme, eleştiri ve edebî incelemelerin yanı sıra tarih, siyaset ve biyografi gibi alanlarda da çalışmalar yaptı.