Yalkun Uluyol Uygur Bölgesi’nin Kumul şehrinden. Annesi, eşi, kız kardeşi ve üç kuzeni ile birlikte, 2013 yılından bu yana, üniversite eğitimi için geldiği İstanbul’da yaşıyor. Memleketine en son 2016’da gitti, babasını son görüşü de bu ziyareti sırasında oldu.  

2017 yılında amcası Emet Yakup, 2018 yılının haziran ayında babası Mehmet Yakup ansızın ortadan kayboldu. Babasının ve amcasının akıbetini ancak iki yıllık bir arayıştan sonra öğrenebildi. Babası “yurt dışında akrabaları bulunduğu” gerekçesiyle önce toplama kampına atılmış, sonrasında 16 yıl hapse mahkum edilmiş, amcası da müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.  

Uluyol, bu röportajın yayına hazırlandığı esnada Kumul’da bulunan yengesinin vefat ettiği haberini aldı. Hemragül Abdurehim İstanbul’da bulunan kızlarıyla sekiz senedir telefonla dahi görüşememişti. 56 yaşında kanser hastalığından, kızlarıyla vedalaşamadan vefat etti.  

Ayrıca Uluyol, 2019’da, çocukluğunun geçtiği mahallelerde en az 5 caminin yıkıldığını, soyadını aldığı Uluyol kasabasının isminin diğer 3600 köy gibi değiştirildiğini öğrendi. Uluyol’un akrabaları arasından en az 30 kişi 2016 yılından bu yana toplama kamplarında değişen sürelerle alıkonuldu. Kimileri uzun hapis cezalarına çarptırılmış veya baskı ve şiddet altında zorla çalıştırılıyor, kimilerinin ise akıbeti belli değil.  

Uluyol, İstanbul’da uluslararası ilişkiler alanında doktora eğitimini sürdürürken Çin’in ulus aşırı baskı mekanizmaları ve Uygur Bölgesi’ndeki toplama kampları üzerine araştırmalarını sürdürüyor. Kasım 2023’te kuruluşunda rol aldığı Uyghur Human Rights Monitor websitesi ile de Uygur Bölgesi’nde soykırımın toplumsal, ekonomik ve kültürel boyutlarına; soykırımın planlama, karar alma, uygulama aşamalarında rol oynayan yerel ve ulusal otoritelere, kurumlara ve aktörlere ilişkin politika notları yayınlıyor.    

 

2017 yılından sonra, başta babanız ve amcanız olmak üzere birinci dereceden yakınlarınızın ve akrabalarınızın aniden ortadan kaybolduklarını ve daha sonra tutuklandıklarını veya gözaltına alınıp toplama kamplarına transfer edildiklerini öğrendiniz. Bize kendi kişisel hikâyenizi merkeze alarak 2016-2017 yılları sonrasında Uygur Bölgesi’nde yaşananları anlatabilir misiniz? 


"Memleketten 2010 yılında İngilizce öğrenmek için ayrıldım. Malezya’da İngilizce öğrendikten sonra, Malezya Üniversitesinde lisans eğitimine başladım. Sonra da YTB Türkiye Burslarına başvurdum. 2013 senesinde Ürümçi’de mülakata gittim. İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat bölümüne kabul edildikten sonra, eğitim hayatıma İstanbul’da devam etmeye karar verdim. 2013 senesinden beri İstanbul’da ikamet ediyorum. 2018 senesinde İstanbul Üniversitesinden mezun olduktan sonra, Koç Üniversitesinde doktora eğitimime devam ettim. Tez yazım sürecinde TÜBİTAK bursu ile Malezya’da saha çalışması yaptım. Ziya Öniş hocamın danışmanlığında yürüttüğüm “Değişen Uluslararası Düzende Orta Güçler: Karşılaştırmalı Bakış Açısıyla Malezya ve Türkiye” başlıklı doktora tezimi yakın zamanda savundum. 

2015’te de annem ve kardeşim ve amcamın üç kızı İstanbul’a taşındılar. Kızların eğitimleri söz konusuydu. Asıl planımız annemin ve yengemin dönüşümlü bir şekilde kızlarla ilgilenmesi, babamın ve amcamın da finansal olarak destek olması, benim de resmî işlemlerle ilgilenmemdi. Ama bu düşüncemiz çok sürmedi.  

Benim annem, kardeşim ve kuzenlerim haricinde herkes memlekette. Eşimin de tamamıyla ailesi memlekette. Memlekete en son 2016 yaz tatilinde gittim. Gider gitmez her şeyin eskiye nazaran daha farklı olduğunu fark ettim. İnsanlar benden kaçıyor, Türkiye’den geldiğimi bildikleri için selamlaşmak dahi istemiyor, herkes çok tedbirli davranıyordu. Ben gittiğimde Ramazan ayıydı. Teravih kılınabiliyordu hala ama camiye herkes kimlik okutarak giriyordu. Ve ben hiçbir teravihe gitmedim. Cuma namazlarına da gitmedim. Kimlik okutma cihazının olduğu hiçbir checkpointten [kontrol noktası] geçmemeye çalışarak bir ay geçirdim. Memlekette, kendi kasabamın dışına neredeyse çıkmadım. Mesela tren bileti alıp şuraya gideceğim, arkadaşlarımı ziyaret edeceğim dediğimde, babam sürekli engelliyordu. Ben çok algılayamıyordum tabi. Yani baskının arttığı aşikârdı, bir şeylerin değiştiği de hissediliyordu. Sakallı kuzenlerimin hepsinin sakalları kesilmiş, tesettürlü kadın akrabalarımızın başları açılmış, uzun veya siyah renkli kıyafetler daha az tercih edilir olmuş.  

2016’da memlekete giden arkadaşlardan birçoğu geri gelemedi. Ya pasaportlarına el konuldu ya da kamplara alındı. Babam çok tedbirli davrandı, dönüş tarihimi sır gibi sakladı. Son dakikaya kadar bilet almadı. Arabayla, kontrol noktalarına uğramamaya çalışarak, Ürümçi’ye gittik ve direkt havalimanından Türkiye’ye döndüm. Kimseye haber vermeksizin. Zor kurtuldum diyebilirim. Çünkü ben Türkiye’ye geldikten 2 hafta kadar sonra eve baskın düzenlenmiş. Yaklaşık 20 kişi beni sorguya götürmeye gelmiş. Yaz okulu vardı, Türkiye’ye döndü, demişler. 

Bizim geniş aileden ilk akrabamız kampa 2016 yılının Eylül ayında alındı. O zamanlar babamla kısıtlı da olsa iletişimim vardı. Kaybolan akrabalar hakkında soru sorduğumda, ya eğitime gittikleri ya hastanede oldukları söyleniyordu. Ancak, üniversite mezunu kuzenlerimin ne gibi bir eğitime tabii tutulmuş olabileceğini kestiremiyordum. Bir şeylerin ters olduğu belliydi ama tam olarak algılayabildiğim bir durum değildi. Akraba ve arkadaşlar beni WeChat’ten siliyor, kusura bakma, bir süreliğine silmek zorundayız, diyorlardı. Dedemi, anneannemi arıyorum, açmıyorlardı. Son defa konuştuğumda da bir daha aramamamı söyleyerek kapatmışlardı. 

Tam olarak ne olacağını tahmin etmekte zorlandığımız bir süreçti. Belirtileri vardı belki ama insanların birden kaybolması şok ediciydi. Düşünsenize, hukuk mezunu, akıcı Çince bilen, işinde gücünde bir akrabanız bir gün ansızın ortadan kayboluyor. Nerede? Eğitimde. Ya adam üniversite mezunu, nasıl eğitimde? Ne eğitimine ihtiyacı olabilir? Çin hükümeti kampları “yeniden eğitim” (re-education) merkezleri şeklinde isimlendirerek yaptığı zulmü gizlemeye çalıştı. 

Amcam yani kuzenlerimin babası, babamla beraber iş yapıyordu. Yaklaşık 300 kişinin çalıştığı aile şirketimiz çoğu Çin anakarasında olmak üzere kavun ticareti yapıyor, Güney Doğu Asya ülkelerine de ihracat yapıyordu. 2017 Temmuz’da amcam Emet Yaqup, 2018 Haziran’da da babam Memet Yaqup ortadan kayboldu. Tam olarak ne olduğunu öğrenmem en az iki senemi aldı. Memleketteki herkesle iletişim kesildiği için, babamın veya amcamın hayatta olup olmadığını da bilemiyordum. Nerede tutuluyorlardı, neden tutuklanmışlardı, ne kadar kalacaklardı, suçları neydi, hiçbir fikrimiz yoktu.  

Ancak 2020 senesinde babamın hayatta olduğunu, Kumul’daki bir kampta “eğitime” devam ettiğini, yurtdışında akrabaları bulunduğu için “güvenilmez birey” olarak nitelendirildiğini öğrendim. 2022 senesine kadar yeni bilgi edinemedim. Güvenilir ama detay veremeyeceğim bir kaynaktan babamın 16 sene, amcamın ise müebbet hapis cezası aldığını öğrendik. Bu mesaj şu cümle ile iletildi bana: “Babası ve amcasının hayatta olduğuna şükretsin, nicelerini kaybettik.” Ailemizden ağır hapis cezası alan sadece babam ve amcam değildi. 71 yaşındaki eniştem, Yaqup Şerol, 15 sene, onun oğlu İskender Yaqup 15 sene hapis cezası almış. Detaylı bilgiye sahip olmadığım, ama hapishanede olabileceğini tahmin ettiğim daha çok sayıda insan var. Geçtiğimiz birkaç senede yarım milyondan fazla insanın uzun hapis cezasına çarptırıldığı tahmin ediliyor. Özellikle yaşça büyük insanlar için bu ölüm cezası demek, maalesef."

Araştırmalarınızda Uygur bölgesinde “devlet dayatmalı zorunlu işçilik” var, diyorsunuz. Bu tespitinizi nasıl temellendiriyorsunuz? Uygurların zorunlu çalışmaya tabi tutulduğunu tespit ettiğiniz araştırmalarda nasıl bir metodoloji izlediniz?  


"Uygur bölgesindeki devlet dayatmalı zorunlu işçilik (state-imposed forced labor) farklı boyutlarda incelenmesi gereken, 21. yüzyıldaki en geniş çaplı modern kölelik sistemlerinden biri. İlk olarak zorunlu işçiliğin ne olduğunu, sonrasında da devletin zorunlu işçiliği Uygur ve diğer Türki milliyetlerine dayattığını anlamamız gerekiyor. Uluslararası Emek Örgütü’nün tanımına göre zorunlu işçilik, işçinin “hayır” deme özgürlüğünün bulunmadığı her türlü durum için geçerli. Ki bölgedeki bu durumu devlet kanalında gözyaşlarına hâkim olamayan genç Uygur kadını, “devlet git diyorsa, gitmek zorundasın” diyerek “ikna” etmeye çalışan memurun sözlerinden biliyoruz.  

Yapılan araştırmalar, kişilerin devlet dayatmalı işçilik programlarına katılmayı reddettikleri takdirde, terörist veya aşırılıkçı olarak suçlanıp tutuklanabileceklerini gösteriyor. Öte yandan, yine Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi hükümet raporlarında 2022 yılında üç milyondan fazla insanın devlet zoruyla emek transfer programlarına katıldığını görebiliyoruz. Bölgedeki toplama kampı, hapishaneler ve diğer tutuklama merkezlerindeki insanların da zorunlu çalıştırıldığı da araştırmalarla tespit edilen bir durum. Resmi rakamlara göre 13 milyon Uygur nüfusun neredeyse üçte birinin farklı şekillerde köle olarak, çok az bir bedel karşılığı veya hiç ödeme yapılmaksızın çalıştırıldığını söyleyebiliriz.  

Şimdiye kadar içerisinde bulunduğum tüm çalışmalar, tamamen kamuya açık kaynaklara dayanıyor. Referans aldığımız kaynaklar; hükümet raporları, devlet destekli medya kuruluşlarının yayınladığı propaganda materyalleri, zorunlu çalıştırılan Uygurların hayat hikâyelerini konu alan yerel medyada yayımlanmış içerikler, şirketlerin yıllık raporları, uydu görüntüleri ve Çin merkezli sosyal medyalardaki paylaşımlardan oluşuyor. Zikredilen kaynaklarda hükümetin yoksullukla mücadele, teröre karşı savaş gibi kampanyalardan faydalanarak Uygur ve diğer Türki milliyetlere bu baskıcı sistemi nasıl dayattığını görebiliyoruz. Veri toplama sürecinden sonra verilerin işlenmesi, analizi ve deşifre edilmesi yoluyla, Çin hükümetinin gizlemeye çalıştığı insanlık dramını raporlaştırıyor, küresel tedarik zincirinin Uygur köle işçiliğiyle ne derece bağlantılı olabileceğini göstermeye çalışıyoruz."  

Çin, sizin “zorunlu çalışma” olarak adlandırdığınız politikanın Uygur bölgesinde kırsal kesimde atıl bulunan vasıfsız iş gücünün, mesleki eğitim yoluyla, iş gücü ihtiyacı olan gelişmiş bölgelerde istihdama uygun hale getirilmesini amaçladığını iddia ediyor. Sizin bu politikayı “zorunlu çalışma ve modern kölelik” olarak nitelendirmenizin gerekçeleri nelerdir?  


"Araştırmalar kapsamında karşılaştığım bir örnek üzerinden anlatabilirim. Devlet destekli bir medya kuruluşunun Turfan kentindeki bir köylünün yoksulluktan nasıl kurtulduğunu anlattığı bir propaganda yazısında bu detaylara rastlamıştım. Kendi halinde tarımla uğraşan bir Uygur aile, hükümetin teşvikiyle sahibi oldukları oldukça geniş bir araziyi bölgede genişlemek isteyen bir firmaya devrediyor. Devlet buna karşılık yaklaşık 8,000 RMB ödeme yapıyor.  

Ancak, yerini şirkete devreden çiftçi artık geçimini sağlamakta zorlanacak vasıfsız iş gücü ve “emek fazlası” (surplus labor). Dolayısıyla, yerel hükümet bu çiftçiyi kendi arazisi üzerinde kurulacak şirkette istihdam ediyor ve cüzi bir miktar maaş bağlıyor. Hükümete göre, bu çiftçi devlet politikasından yararlanarak modern bir işçiye dönüştü. Ancak, bana göre tam tersine Uygur köylü, emeğini kazandığı yerinden oldu ve köleleştirildi. Çünkü o civarda doğup büyüyen bir Uygur olarak, o köylünün sahip olduğu arazinin yıllık hasılatı devletin ona bağladığı cüzi miktarın çok üstünde olması gerekiyor. Özgürce tarımla uğraşan bir Uygur, böylelikle kendi toprağına çöken şirkete çalışan ucuz emek gücü, fabrika yanında inşa edilen yatakhanede sabah ve akşamları siyasi eğitim alması gereken, ailesinden kopmuş bir “işçiye” dönüştü. Bana göre Çin devleti farklı süslü kelimelerin arkasına sığınarak Uygur bölgesinde soykırım politikası yürütüyor ve modern kölelik de bu soykırım politikalarının bir parçası." 

Sizin bulgularınıza göre, söz konusu zorunlu işçilik hangi sektörlerde, nasıl uygulanıyor? Bu üretim biçimi küresel tedarik zincirlerini hangi ülkelerde, nasıl etkiliyor?  


"Bölgedeki modern kölelik, resmî rakamlara göre bölge nüfusunun (emek gücünün veya yetişkin nüfusunun değil, toplam nüfusun) yaklaşık üçte birinin etkilendiği, bölgedeki tutuklama merkezlerinde, endüstri parklarında, Çin’in diğer bölgelerindeki fabrikalarda son hız genişleyerek devam etmekte olan, Uygur soykırımının bir parçası haline gelmiş insan hakları ihlalidir. Dolayısıyla, bütünü veya parçası bölgede üretilmiş herhangi bir ürün, köle işçilikle yapılmış olabilir. Uygurları köle olarak çalıştıran şirketlerin ürünlerini tüketmek de bu sisteme katkıda bulunmak demektir.  

Uygur bölgesi çok zengin bir coğrafya. Dünya pamuk üretiminin yaklaşık %25’i, domates üretimin yaklaşık %25’i, alüminyum üretiminin yaklaşık %10’u, PVC üretiminin yaklaşık %10’u, güneş panellerinde kullanılan polisilikonun yaklaşık %40’ı Uygur Bölgesi’nden geliyor. Tekstil, otomotiv, güneş paneli, domates sosu, alüminyum, çelik, bakır, lityum gibi metal veya mineraller, işlenmiş deniz mamulleri dâhil olmak üzere birçok sektördeki Uygur köle işçilik meselesi raporlaştırıldı. Bu sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin bazılarının kamplar veya hapishanelerde üretim tesisi bulundururken, bazılarının bölgede veya Çin’in diğer eyaletlerindeki üretim tesislerine Uygurları devlet desteğiyle transfer ettiği tespit edildi. Öyle ki, bazı şirketlerin çevrim içi reklamlarında, yedi gün yirmi dört saat polis bulunan tesislerinde Uygurların “ideolojik dönüşüm” yaşamasıyla övündüğünü görüyoruz. Bu şirketler dünyanın dört bir yanına ihracat yapıyor ve dolayısıyla Uygur köle işçiliği uluslararası tedarik zincirindeki en kritik insan hakları meselesi haline geldi."  

Size göre bu durumun önüne geçilmesi için hükümetler, şirketler veya işletmeler kendi faaliyetlerinde ve tedarik zincirlerinde ne tür önlemler almalılar?  


"Tüm devletlerin Uygur zorunlu işçiliğini durdurmaya yönelik adımlar atması gerekiyor. En önemlisi, ithalatı ve iş birliğini durdurmak. Bunun gerçekleşmesi için Çin menşeli ve Uygur zorunlu işçiliği riski barındıran nihai veya aracı ürünlerin tüketicilere veya üreticilere ulaşmasını önlemenin devletlerin ve uluslararası şirketlerin önceliği hâline gelmesi gerekir. ABD’deki Uygur Zorunlu İşçiliğini Önleme Yasası bu konudaki en güçlü yasa olduğundan, AB başta olmak üzere bu konuda hassasiyet gösteren ülkeler için örnek teşkil ediyor.  

Yakın zamanda AB Parlamentosu’ndan geçen Sürdürülebilirlik ve Durum Tespiti Yönergesi bu alandaki kritik gelişmelerden sayılabilir. Maalesef, Çin’deki artan baskıdan dolayı şirketlere tedarikçilerin kim olduğunu sormak dahi suç teşkil eder hale geldi. Sağlıklı denetiminin ve durum tespitinin neredeyse imkânsız hale geldiği bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla, şirketlerin alabileceği minimum önlem, bu konuda hassas davranmaları ve daha önce yapılan çalışmalarda köle işçilikle ilişkili olabilir tespiti yapılan Çinli tedarikçilerle ticari ilişkileri kesmeleri olabilir." 

Yeniden eğitim merkezleri adı verilen toplama kamplarının bir çeşit toplum mühendisliği anlayışının ürünü olduğunu anlıyoruz. Bir tarafta da bahsini ettiğiniz özellikle kırsal kesimlerde yaşayan Uygurların kent merkezlerinde rızaları dışında istihdam edilmesini sağlayan zorunlu çalışma politikası var. Size göre bu iki politikanın birbiri ile ilişkisi nedir?    


"Toplama kamplarında yaklaşık 3 milyon kişinin bulunduğu ve BM raporuna göre bu kamplarda insanlığa karşı suç işlendiği belgelendi. Ancak, son birkaç yıl içerisinde, Çin resmî makamları artan uluslararası baskılardan dolayı Uygur ve Kazakların artık “mezun” olduğunu iddia ederek toplama kamplarının tamamen kapatıldığını söylemeye başladı. Bazı araştırmacılar, bazı toplama kamplarının hala faal olduğunu söylese de çoğunun kapandığı veya dönüştürüldüğü hakkındaki görüş daha yaygın. Bulgular, kamplarda tutulan insanların bir kısmına uzun hapis cezaları verildiğini, diğer bir bölümünün de “istihdam” kampanyasıyla beraber üretim tesislerine çalıştırılmak üzere transfer edildiğini gösteriyor. Az bir kısmının da serbest bırakıldığı ve bunların da ancak çeşitli kısıtlamalar ve gözetim altında “normal” hayatlarına döndüğü düşünülüyor.  

Kırsal kesimde yaşayan Uygurların transferi ile kamplarla bağlantılı köle işçilik bazı durumlarda birbirini tamamlayıcı, bazı durumlarda ise biri diğerinin alternatifi olabiliyor. Yerel düzeydeki pratiklere hangisi elverişliyse o tercih ediliyor. Ancak, ne olduğu değil, neden olduğu ve ne gibi sonuçlara sebep olduğu daha önemli. Mahiyeti ve etkisi baz alındığında, emek transferi de tutuklama merkezlerindeki köle işçilik de bölgedeki soykırım politikalarının bir parçası olarak var olmaya ve genişlemeye devam ediyor." 

Siz 2010 yılına kadar Uygur bölgesinde yaşamınızı sürdürüyordunuz. Geriye dönüp baktığınızda toplama kamplarının mimarı Chen Quanguo’nun valiliği dönemini diğer dönemlerden ayırt eden özellikler olarak neleri görüyorsunuz? 


"Chen Quanguo dönemini önceki dönemlerden ayıran özellik, asimilasyon dâhil olmak üzere uzun süredir devam eden baskıcı politikaları, daha geniş çapta, daha kısa sürede, daha sistematik bir şekilde gerçekleştirerek soykırım teşkil edecek niteliği kazandırması. Ve bu baskıcı politikaların, Xi Jinping yönetimindeki ÇKP’nın “Çin ulusu” inşası ve diğer milliyetleri bu ulusal kimliğe entegre etme çabasıyla eş zamanlı gerçekleşti. Bu iki gelişme beraberinde, farklı etnokültürel ve dini kimliğe sahip Uygurların, Pekin tarafından tehdit olarak algılanmasına ve soykırım politikalarını meşrulaştırmasına zemin hazırladı. Uygurlar artık Çin devletinin bekası için yok edilebilir değil, yok edilmesi gereken bir milliyete dönüşmüş durumda." 

2023 yılında yayınlanan araştırmalarınızdan birinde Çin’in uluslararası networkler yoluyla Türkiye’deki Uygurları gözetim altında tuttuğunu, korkutup sindirdiğini ve tehdit ettiğini belirtiyorsunuz. Araştırmanız Uygurlarla yaptığınız mülakatları da içeriyor. Bu mülakatlardan elde ettiğiniz bulgular neler? 


"Yaptığım araştırmada, Türkiye’deki Uygur diasporasının karşılaştığı tehdit ve şantajlara odaklanıyorum. Mülakatlardan elde ettiğim sonuçlara göre, Çin devleti destekli aktörler yurtdışında yaşayan Uygurları taciz etmek için dijital kanalları veya doğrudan telefon bağlantısını kullanıyor. Devlet destekli aktörler, bölgedeki polis, mahalle komiteler veya diğer devlet kurumları olabiliyorken Türkiye’deki konsolosluk ve elçiliğin de bu baskı ağının parçası olduğunu tespit ettik.  

Uygurların “iş birliği yapmayı” reddettiği çoğu vakada, memleketindeki aileleri baskı aracı olarak kullanılabiliyor veya yaptırıma maruz kalabiliyorlar. İş birliğini reddeden veya siyasi aktivizmini sürdürmekte ısrarcı olan Uygurların ailesi, hapse veya kampa atılma riski ile karşı karşıya kalıyor. İşin şaşırtıcı olan tarafı ise, bu gibi durumları bildiren Uygurların çoğu Türk vatandaşı. Bu sadece Uygurların güvenliğine değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine de ciddi tehdit oluşturuyor." 

Lisans ve yüksek lisans eğitimlerinizi İstanbul’da tamamladınız. Halen İstanbul’da yaşıyorsunuz. Okul hayatınızda, sosyal ilişkilerinizde ve varsa polis ya da bürokratik işlemlerle ilgili tecrübelerinizi göz önüne aldığınızda Türkiye’nin Uygur toplumu için iyi bir ev sahibi olduğunu düşünüyor musunuz? 


"Hem evet hem de hayır... Şöyle söyleyeyim, ben genel olarak Türkiye’de ve İstanbul’da yaşamaktan memnunum. Yani hem okul ortamı hem yurt ortamı hem sosyal çevrem hem hocalarım hem de komşularımı düşündüğümde. Ekonomik sıkıntıları ve muhtemelen dünyanın her yerinde karşılaşabileceğimiz bazı olumsuz vakaları katmazsak işin içine, ben memnunum genel olarak. Özellikle vatandaşlığımı aldıktan sonra bu memnuniyetim daha da arttı. Ben eğitim hayatımın başında Malezya’da mı eğitimime devam edeyim, Türkiye’ye mi gideyim diye bir ikilemde kaldığımda, babamın bir arkadaşı üniversitede hiçbir şey öğrenmesen bile İstanbul seni zaten adam eder gibi bir cümle kurmuştu. Şimdi dönüp baktığımda, düşündüğümde gerçekten de öyle. Bir tarihi var, bir kokusu var, hiç işgale uğramamış bir duruşu var İstanbul’un. Beni ben yapan, özellikle 20’li yaşlarımı geçirdiğim bir şehir, çok seviyorum her açıdan. Sanki ben burada doğup büyümüşüm gibi bir hissediyorum. 

Ama Göç İdaresi süreci benim için çok yıpratıcıydı. Çoğu zaman çok uzun sıra bekleniyor. Oraya girdiğinizde kötü muameleye maruz kalabiliyorsunuz. Bazen bir memurun çok yoğun olmasından kaynaklı işleriniz aksıyor. Dosyanıza tekrar tekrar ret gelebiliyor veya bazı apostilli evrakları getiremeyeceğinize dair dilekçeler yazmak zorunda kalabiliyorsunuz ama dilekçeniz kabul olmayabiliyor. Hatta bazen, ilgili evrakları şu Uygur getirmiş, sen niye getiremiyorsun, diyen memurlarla karşılaşabiliyorsunuz. Şöyle dönüp baktığımda geçmiş 10 senede, sosyal hayatımda en fazla zorluğu Göç İdaresi’yle yaşadığımı söyleyebilirim. 

Bununla birlikte iade edilme riski açısından değerlendirirsek, Mısır’a veya Endonezya’ya kıyasla Türkiye’nin Uygurlar için nispeten güvenli bir liman olduğunu düşünüyorum. Arabistan’da, Dubai’de Çin polislerinin kullandığı sorgu odaları olduğu tespit edildi mesela. Dolayısıyla o açıdan Türkiye’nin nispeten güvenli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan yaşam, sosyal refah, destek, özellikle vatandaşlık veya ikamet reddi olan Uygurlar için hukuki statü gibi konuların daha sıkıntılı olduğunu da göz ardı etmememiz gerekiyor." 

Türkiye’de Batı Trakya’dan, Bulgaristan’dan, Özbekistan’dan gelip yerleşmiş, siyasete atılarak parlamentoya girmiş kişiler oldu. Türkiye yıllardır Uygur diasporasına ev sahipliği yaparken henüz Uygur asıllı bir siyasetçi görmedik. Japonya’da Uygur asıllı Arfiya Eri, Liberal Demokrat Parti’den siyasete girdi ve 34 yaşında Temsilciler Meclisi üyeliğine seçildi. Sizce Türkiye’de Uygur asıllı bir siyasetçi görmemizin önünde bir engel var mı?  


"Bence hiçbir engel yok. Türkiye’ye daha entegre, Türk toplumuna ve siyasetine aktif katılım sağlayan Uygurların çoğalmasıyla, yakın gelecekte bir Uygur’u Gazi Meclisimizde görmek, sadece bir olasılık değil, kaçınılmaz bir gereklilik diye düşünüyorum." 

Uygur Türklerinin hak savunuculuğu bağlamındaki faaliyetlerine destek veren ve imkân sağlayan ülkeler hangileri? Türkiye ile bu ülkeler arasında ne tür farklar görüyorsunuz? 


"Batılı ülkeler başta olmak üzere, Uygur hak savunucuları dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteriyor. Türkiye’deki Uygur diasporası da en etkin gruplardan biri diyebiliriz. Destek vermek ve imkân sağlamak iki farklı konu diye düşünüyorum. Örneğin, Türkiye gerek vatandaşlık gerek ikamet konusunda Uygurlara en çok imkân sağlayan devletlerden biri. Ancak, hak savunuculuğuna destek konusunda yetersiz kaldığını düşünüyorum. Türkiye’deki bir dernek mensubunun yaptığım mülakatta ifade ettiği gibi “mevcut hükümet Uygur hak savunucularına ciddi engel koymamakla beraber teşvik de sağlamıyor.” Bunun başlıca sebebi son zamanlarda Çin ile artan ekonomik iş birliği ve artan yatırım beklentileri diyebiliriz. Batılı ülkelerdeki Uygurlara gösterilen destek, 11 parlamentonun Uygurlara karşı yürütülen politikaları soykırım olarak nitelendirmesinden de görüldüğü üzere, çok kıymetli. Halkı Müslüman olan ülkelerin destek vermemesi ve hatta Çin’in Uygur politikasını desteklemesi ise hayal kırıklığı.  

Uygur meselesini Doğu-Batı çekişmesinin bir sonucu olarak görmekten kaçınmak gerekir. Türkiye’nin bu konuda önderlik etme ve Uygur soykırımını durdurmakta en kritik ülke olma potansiyeli var. Sanki, Ankara, Batı ile Batı dışı dünya arasında denge kurmaya çalışırken, bu dengede Uygur meselesinin çok önemli ağırlığı olduğunun farkında değil diye düşünüyorum. Kısaca, Batılı ülkeler Uygur meselesine daha çok bir dış politika meselesi olarak yaklaşırken Türkiye’de Uygur meselesi genel olarak bir iç politika meselesi olmaktan öteye geçemiyor. Ankara’nın şimdiye kadar Uygurlara yönelik yaptığı çalışmalar, Türkiye’deki Uygur diasporasına yönelik. Türkiye, Çin’deki tutuklama merkezlerinden vatandaşlarını kurtarmada başarılı olamayan sayılı ülkelerden biri olmaya devam ediyor."  

Eğitiminizi tamamladıktan sonra yaşamınızı Türkiye’de sürdürmeyi düşünüyor musunuz? Sizin Türkiye’de yaşamaya devam edip etmeyeceğiniz üzerinde hangi faktörler belirleyici olacak? 


"Bu, benim çok düşündüğüm, bir sonuca varamadığım bir soru. Uzun vadede ben Türkiye’de yaşamak isterim. Yani Batı’da gidip araştırmalarımı yapmak, çalışmalarıma devam etmek, bazı konularda kendimi daha da geliştirmek isterim tabii ki. Uzun vadede ise Türkiye’de yaşamayı tercih edebilirim. Kendimi Türkiye’ye ait hissediyorum. Hem Uygur hem de Türk arkadaşlarımdan oluşan bir sosyal çevrem var ve benim böyle bir çevreyi nereye gidersem gideyim tekrar edinmem muhtemelen imkânsız. Sosyal hayat o açıdan benim için çok önemli. Öte yandan İstanbul’un düşüncelerim, kimliğim ve kişiliğimin şekillenmesinde çok önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Dünya’ya İstanbul’dan bakmayı seviyorum. İleride çocuğumu İstanbul’da büyütmek isterim."