01 Nisan 2024
29 Eylül’de The Atlantic tarafından düzenlenen bir etkinlikte konuşan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Biden yönetiminin dikkatini başka yerlere kaydırmasına olanak tanıyan Orta Doğu’daki olumlu gelişmeleri anlattı. Sullivan kendinden emin bir dille “Orta Doğu’nun bugün yirmi yıldır olmadığı kadar sakin olduğunu” söyledi. Sullivan daha sonra Foreign Affairs’e aynı ifadeleri içeren bir makale gönderdi, ancak Sullivan’ın kendinden emin ifadelerinden sadece sekiz gün sonra, 7 Ekim’de Hamas’ın Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlatmasının ardından Orta Doğu’daki durumun patlak vermesi üzerine makaleyi düzenlemek zorunda kaldı.
Bu, bölgenin önde gelen uluslararası politikacıların burnundan getirmesinin ilk örneği değil. Orta Doğu her zaman istikrarsız ve değişken bir bölge olmuştur. Hatta eski ABD Başkanı Barack Obama “Orta Doğu’daki bir kötümser, deneyimli bir iyimserdir!” demişti.
Orta Doğu’nun doğasında var olan istikrarsızlığın nedenlerini incelemek, uluslararası politikada önemli bir yere sahip olan bu bölgenin jeopolitiğini anlamak ve dolayısıyla süregelen krizin ele alınmasına katkıda bulunmak için kilit öneme sahip. Böyle bir çalışma şüphesiz bu analizden daha kapsamlı bir çaba gerektiriyor, ancak burada üç ana eksenden bahsetmek yeterli olacaktır: Orta Doğu’nun rastlantısal coğrafyası, bölgesel uzlaşının çöküşü ve Arap ulus devletinin krizi. Bu yazıda birinci ve ikinci eksenlere değineceğiz, üçüncü ekseni ise inşallah gelecek bir yazıda ele alacağız.
Birincisi: Orta Doğu’nun rastlantısal coğrafyası
Orta Doğu, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birleştiği bir alana uzanır ve kavram jeopolitik açıdan tüm Arap bölgesi ülkelerini, Türkiye’yi ve İran’ı içerecek şekilde genişler. Bazı jeopolitik akademisyenler Büyük Orta Doğu olarak adlandırılan bölgeyi, bu devletlere Orta Asya devletlerini ve bazen de Afrika Boynuzu’nu ekleyen bitişik bir birim olarak ele almayı tercih ederler. Buradaki analizimiz, Orta Asya ve Afrika Boynuzu ile arasındaki jeopolitik bağlantıyı yadsımadan ilk kavrama odaklanacak.
Rusya, Çin ve Hindistan tek başına birer ülke ve Avrupa coğrafyası son derece organize ittifak yapılarına (AB ve NATO) sahip iken, Orta Doğu tam tersine krallıklar, sultanlıklar, teokratik yönetimler, demokrasiler ve askeri otoriter rejimlerin düzensiz bir karışımı. Devletlerin bu heterojen karışımından daha önemlisi, Robert Kaplan’ın tanımıyla “ortak sınırlarının kör bir bıçakla kesilmiş gibi” olmasıdır.
Net bir coğrafi mantığa ya da örneğin etnik veya kültürel tarihi gerçeklere dayanmayan bu rastlantısal coğrafya, sömürgeci güçlerin kör bıçağı ile parçalandı ve ardında kronik ve geniş kapsamlı çatışmalar bıraktı. Bunların bir kısmı çözülmemiş sınır sorunlarından ya da uzun süredir birlik içinde olan ve ortak bir kültürü, dili, tarihi ve gelenekleri paylaşan insan topluluklarını parçalayan bu sınırların yarattığı kabilevi ve etnik bölünmelerden ve ihtilaflı bölgelerdeki doğal kaynakların daha sonra keşfedilmesinden kaynaklanan çatışmalardan ortaya çıktı. Bu çatışmalar, Türkiye ve Yunanistan, Mısır ve Sudan, Sudan ve Etiyopya, Kuveyt, Suudi Arabistan ve İran, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri, Irak ve Kuveyt, Fas ve Cezayir gibi ülkeleri kapsayan bölgedeki jeopolitik için bir dönüm noktasını temsil etmeye devam ediyor.
Bu, bölgedeki tüm ülkelerin herhangi bir tarihi ve coğrafi temeli veya anlamı olmayan yapay ülkeler olduğu anlamına gelmiyor. Mısır, İran, Türkiye, Yemen ve Tunus gibi ülkeler kuşkusuz köklü tarihi ve coğrafi gerçeklere dayanıyor. Ancak bu ülkeler bile, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgeyi yüzyıllar boyunca şekillendiren tarihi, coğrafi ve etnik gerçeklerden ziyade esas olarak sömürgeci güçlerin çıkarlarına tabi kılınan gerekçelerle yeni bölgenin oluşumunun yansımalarına şu veya bu şekilde maruz kaldılar. Sömürgeci çıkarların en belirgin tezahürünün İsrail Devleti’nin kurulması ve bunun sonucunda sadece işgal altındaki Filistin topraklarında değil, aynı zamanda kuşatma altındaki Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan’da da sürekli savaşlar ve uzun vadeli istikrarsızlık ile genel bölgesel istikrar üzerindeki etkisi olduğuna şüphe yok.
Bu açıdan bakıldığında bölge, Robert Kaplan’ın deyimiyle bir kez daha “istikrarsızlıkla dolup taşan”, coğrafya ve kültür güçlerinin her zaman insan yapımı sınırlara meydan okumaya çalıştığı bir yer haline geldi. Bu rastlantısal sınırlar, istikrarlı bir doğal ya da tarihi coğrafi mantığa tekabül etmediği için her zaman dokunulmaz görünüyor. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, DAEŞ örneğinde olduğu gibi ideolojik grupların ve Sudan, Çad ve Libya’daki kabileler örneğinde olduğu gibi kabile gruplarının sınırlara meydan okumasının ve kayıtsız kalmasının, bölgenin altında yatan istikrarsızlığın bir işareti olduğu açıkça ortaya çıktı. Daha da ciddisi, bazı sınır bölünmelerinin rastgeleliği, Sudan, Libya ve Yemen’de olduğu gibi bölgedeki bazı ülkelerde bölünme hayaletinin hala mevcut olması ve Kuzey Irak ile Suriye’deki Kürtler örneğinde olduğu gibi yeni devlet kurma çabalarında da kendini gösteriyor.
İkincisi: Bölgesel uzlaşının çöküşü
Orta Doğu’nun jeopolitiğine ilişkin önemli bir sonuç; bu bölgenin Osmanlı Devleti’nin çöküşünden bu yana fikir birliğini kaybettiği ve uzun bir parçalanma ve bölünme dönemine girdiğidir. Mısır’ın “halifeliği” devralma çabalarının kısa sürede engellenmesi, ardından Arap milliyetçiliği güçlerinin tek bir Arap devleti hayalini gerçekleştirememesi, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve hatta Körfez İşbirliği Konseyi gibi daha küçük birlikler olsun, tüm bölgesel düzenlemelerin, üye devletlerin çatışmalarını çözmeyi bile başaramayan sınırlı bir koordinasyonla yerinde sayması ve ekonomik veya askeri açıdan kısmi birlikten öteye geçememesi gibi, bölge ülkeleri o zamandan beri birlik/uzlaşı/birleşme sorusuna hiçbir şekilde cevap veremedi.
Sonuç olarak bölge, liderlik eksikliğinden muzdarip durumda. Bu durum ilk bakışta anlaşılabileceği gibi bölge ülkelerine siyasi özgürlük kazandırmıyor, aksine bölgenin kaynakları ve jeopolitik etkisi için rekabete kapı aralıyor ve her zaman boş kalan liderlik pozisyonu için mücadeleye yol açıyor. Batı’nın çıkarlarının bu dinamiğin sürdürülmesine katkıda bulunduğuna şüphe yok zaten. Çünkü Batı’nın Orta Doğu’ya yönelik stratejilerinden biri, Ekim 2022’de Biden’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde vurgulanan bölgesel bir gücün bölge üzerinde hegemonya kurmasına izin vermemek. Ondan önce Trump yönetiminin stratejisi “uygun bir bölgesel güç dengesinin” sürdürülmesine vurgu yapmıştı. Bölgedeki ülkeler kendi çıkarlarını ifade eden ortak bir bölgesel gündem geliştiremedikleri için, birbirlerine karşı Batı etkisi ve desteğine başvurmak, asgari düzeyde rekabetçi ve bazılarını tehdit edici olarak gördükleri komşularına karşı çıkarlarını savunmak için her zaman tutarlı bir yaklaşım oldu.
Bu gerçek, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin Arap Baharı devrimlerine yaklaşımında görülebilir. Özellikle her iki ülke de çıkarlarının Arap bölgesel düzenini savunmayı ve devrimlerin statükoyu değiştirmesine izin vermemeyi gerektirdiğini değerlendirdi. Bu değerlendirme sadece ideolojik saiklerden değil, esasen kasıtlı jeopolitik hesaplardan kaynaklanıyordu. Zira İran her iki ülke için de bir tehditti ve hala bir tehdit teşkil ediyor. Türkiye ise değişim hareketinden jeopolitik kazanımlar elde ediyor gibi görünüyordu, çünkü yeni siyasi güçler Türkiye ile ilişkilerin gelişmesine olumlu bakıyordu. Bu nedenle değişim hareketine karşı koymak, jeopolitik ağırlığa sahip Mısır’ın İran ve Türkiye’nin nüfuzunu Suudi Arabistan ve BAE ile dengelemek için jeopolitik ağırlığını yeniden kazanması için özellikle gerekliydi.
Ancak yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle Mısır iki ülkeye istedikleri her şeyi veremedi. Zamanla, özellikle BAE’nin sadece Mısır’a, hatta Suudi Arabistan’a bile bel bağlayamayacağı anlaşıldı ve Abu Dabi çıkarlarını güvence altına almak için Türkiye, İran ve İsrail de dahil olmak üzere tüm bölgesel aktörlerle ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini hesapladı. Bölgedeki tek değişim bu değildi; bölge aynı zamanda Türkiye’nin Körfez ülkeleri ve Mısır ile ilişkilerini normalleştirmeye yönelmesine, Suudi Arabistan’ın Katar ile ilişkilerini geliştirmeye yönelmesine ve hatta Libya ve Sudan gibi kriz yaşayan bazı ülkelerde bölge ülkelerinin yerel güçlere verdiği destekte yaşanan siyasi değişimlere de tanık oldu.
Bu büyük ve hızlı dalgalanmalar kısa vadeli siyasi hesapların ya da Katar’ı abluka altına alma kararı gibi bazı durumlarda aceleyle onaylanmış politikaların sonucu değil, esas olarak bölgesel güç dengesinin hala oluşmakta olması ve kayda değer ölçüde olgunlaşmamış olması nedeniyle sık sık meydana geliyor ve bu nedenle bölge ülkeleri boşluğu doldurmaya, nüfuz elde etmeye ve çıkarlarını güvence altına almaya çalışıyor.
Bölgenin jeopolitiğinde saklı olan bu gerilim, son iki yıldır Orta Doğu’ya hakim olan bölgesel uzlaşı politikalarının geleceğine büyük bir ihtiyatla bakmamıza neden oluyor. Yakın vadede, gerilimi azaltma ve uzlaşma çabaları ilerledikçe, kilit bölgesel oyuncular arasındaki jeopolitik gerilimlerin değişen oranlarda azalmaya devam etmesi muhtemel. Ancak bu bölgesel yatıştırmanın temellerinin, en azından bazı durumlarda, bu ülkeler arasında bölgesel bir gündem üzerinde uzlaşmayı içeren geniş bir çıkar tanımına dayanmadığı için sarsılmaya ve hatta çökmeye meyilli olduğunu savunuyorum. Uzlaşan devletler, farklılıkları bir kenara bırakmaya ve medyada hedef almaktan geri adım atmaya karar verdiler, ancak bölgesel rekabetin sınırları ya da belirli meselelere yönelik ortak politikalar konusunda stratejik olarak mutabakata varamadılar. Örneğin Mısır, Türkiye ve BAE Libya’ya yönelik stratejik bir vizyon üzerinde anlaşamadı. Suudi Arabistan ve İran ise Yemen’deki çatışmaya, Irak ve Suriye’deki rekabete ve İran’ın Körfez ülkelerindeki nüfuzunun sınırlandırılmasına yönelik ortak bir bölgesel yaklaşım belirleyemedi. Dolayısıyla Orta Doğu’nun çatışmadan uzun vadeli iş birliğine geçtiğini ya da bölgenin uzun bir istikrar dönemine girdiğini kesin olarak söylemek için henüz çok erken.