Atilla Yayla

Atilla Yayla
Şiddet, terörizm, siyasi ideolojiler ve sistemler, insan hakları, adalet, ekonomik sistemler ve politikalar gibi alanlarda çalışan Sosyal ve Siyasal Teori Profesörüdür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitiren Yayla, aynı fakültede doktora çalışmalarını tamamladı. Doçentlik yaptığı Hacettepe Üniversitesi’nden 2000 yılında profesör olarak Gazi Üniversitesi’ne geçti. 2009’da Plato Meslek Yüksekokulu’na kurucu müdür olarak atandı, 2012 yılında İstanbul Ticaret Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
devamını oku daha az oku Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı oldu. Liberal Düşünce Topluluğu’nun kuruluşuna öncülük etti ve 12 yıl Yönetim Kurulu Başkanlığını üstlendi. Uluslararası bir kuruluş olan Network for Liberty’nin öncü kurucusudur. Halen İstanbul Medipol Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Yayla, Türkiye gazetesinde köşe yazarıdır.

Filistin-İsrail İhtilafına İlkeli Bakış

30 Ocak 2024

Filistin-İsrail çatışması, günümüz gerginliklerinin ötesinde, tarihi ve sosyo-politik karmaşıklığı ile dikkat çekiyor. Gazze'deki insanlık dramı, İsrail'in sert politikaları ve Batı'nın tutarsızlığı, bu bölgenin uzun soluklu çatışmasının arka planını oluşturuyor. Filistin halkı, uluslararası hukukun ihlalleri ve çifte standartlar karşısında yıllardır süren mücadelesini sürdürüyor. Çatışmanın tüm boyutlarını anlamak, güncel olaylardan çok, bölgenin tarihsel derinliğini ve süregelen etkileşimlerini anlamayı gerektirir.  

Filistin’de, hassaten Gazze’de yaşananları büyük bir üzüntü ile takip etmekteyiz. Durmaksızın devam eden İsrail bombardımanı ve hayatını kaybeden çocukların ve kadınların acıklı ve hüzünlü hikayesi ve durumu her gün geleneksel ve sosyal medya aracılığıyla evlerimize taşınmakta. Bunun yol açtığı öfke ve isyan duyguları anlaşılır bir şey. Ancak, meseleye daha soğukkanlı ve belirli ilkeler açısından bakmak da gerekiyor. Aksi takdirde, insanların bu öfke ve isyan dalgası içinde akla ve mantığa uygun muhakeme çabalarını bir tarafa bırakıp duygularının esiri olması pek mümkün. 

Bu durumda ilk yapılması gereken şey hangi ilkelerin dikkate alınacağını belirlemek. Bu alandaki güçlükler malum. Her şeyden önce Batı, Batı’ya ait oluğuna inandığı ve dünyaya da büyük ölçüde öyle olduğunu kabul ettirmeyi başardığı ilkelere ve değerlere, yani bir anlamda kendi ilke ve değerlerine, açık bir ihanet içinde. Batı bu ilkeleri ve değerleri öne çıkarmak yerine körü körüne İsrail’e sonsuz ve sınırsız destek verme peşinde. Ne var ki Batı’nın bu tavrı bu “Batılı ilkelerin ve değerlerin” tamamen ve kökten çöktüğü ve artık kullanılamaz hâle geldiğini göstermiyor. Tam tersine, ilkeler ve değerler sağlam, ayakta ve nitekim Batı’nın içine düştüğü trajikomik durumu değerlendirmede kullanılmakta. Batı’yı ve İsrail’i değerlendirirken de bu ilke ve değerlere başvurulmakta. Ayrıca, bu yazının konusu olmamakla beraber, vurgulamak gerekir ki, bu ilke ve değerler de Batı’nın değil tüm insanlığın ortak ilke ve değerleri… 

Filistin ile İsrail arasındaki genel ihtilâfı ve mevcut sıcak çatışmayı değerlendirirken başvurmamız gereken değerler genel olarak insan hakları ve savaşlarda uyulması gereken insanî kurallar. Bu açıdan meseleye baktığımızda karşımıza çıkan manzara nedir? Kim haklı kim haksız görünmektedir? 

Tarihsel perspektifte İsrail-Filistin çatışması  

Bu konuyu ele almadan önce meseleyi hangi bağlamda tartışmak gerektiği üzerine bir şey söylemekte fayda var. İsrail ve destekçileri genellikle olayların tarihini HAMAS tarafından İsrail’e yapılan 7 Ekim 2023 saldırısı ile başlatmakta. Bu vahim ve zararlı bir hata. Bir çarpıtma ve manipüle etme çabası. Ortada tesis edilmiş ve tarafların rıza gösterdiği bir barış yok. İsrail’in işgal ettiği topraklar da adı üstünde işgal altında olan, uluslararası hukuk ve onun komşuları nazarında geçerli anlaşmalarla kabul edilmiş, uluslararası tanınmaya sahip topraklar değil. Nitekim bu gerçeği İsrail’in Gazze’ye bölgeyi yaklaşık 20 yıldır dünyadan tam manasıyla tecrit eden bir abluka uygulamasında, Batı Şeria’da da Filistinlilere adeta savaş açmış olmasında ve uyguladığı salam politikasıyla Filistinlilerin topraklarını ve nüfuslarını adım adım azaltma çabasında görebiliriz. İsrail’in insan haklarına yönelik saldırılarının tarihi yaklaşık yetmiş beş yıl geriye gidiyor. Yani bu saldırılar Gazze saldırısından çok önce başlamış durumda ve hâlen devam emekte.  

İsrail’in politikaları ve insan hakları ihlalleri  

İsrail saldırılarına ve İsrail’in genel politikalarına temel insan haklarından olan özel mülkiyet hakkı açısından baktığımızda gördüğümüz şu: İsrail insanların özel mülkiyet hakkını bilerek ve isteyerek ihlâl ediyor. İnsanları hile ve desiselere ilaveten zaman zaman çıplak olarak zorla evlerinden, topraklarından atıyor ve oralara çoğu ABD’den gelen ve adlarına bir çeşit kelime oyunu ile “yerleşimci” denen aslında “işgalci” denmesi daha doğru olacak Yahudilere veriyor. Bu açık ve ağır bir insan hakkı ihlâlidir. Aslında yapılan mülkiyet hakkı ihlâli olmayı da çok aşmakta ve açıkça insanların hayat hakkına saldırma boyutuna ulaşmaktadır. Özel mülkiyet teorisi açısından bakıldığında kesin olarak İsrail ve işgalciler değil toprakları ve evleri ellerinden alınan Filistinliler haklıdır. İşaret etmekte fayda var ki özel mülkiyet hakkı bir devletin var veya yok olmasıyla herhangi bir ilişki içinde değildir. Bölgede bir Filistin siyasi otoritesi hiç olmamış olsa bile insanların özel mülkiyet hakkı vardır ve her meşru siyasi yönetim bu hakkı tanımak ve bu hakka saygı göstermek zorundadır. Ne yazık ki İsrail bu bakımdan sınıfta kalmakta. 

İsrail ve destekçilerinin başvurduğu bir diğer argüman nefsi müdafaa hakkı. Buna göre, İsrail’in HAMAS saldırıları karşısında kendini savunma hakkı var. Nefsi müdafaa hem ahlâkta hem de siyaset felsefesinde kabul gören temel haklardan. Bunun hukukta da elbette yansımaları var. Saldırıya uğrayan elbette kendini savunma hakkına sahip. Ancak, nefsi müdafaa hakkının kullanılmasında dikkat edilmesi gereken şartlar ve sınırlar var. Ölçülü cevap vermek bunların en başta geleni. Mesela bireysel olarak bir sopayla saldırıya uğrayan insanın tabanca ile saldırganı vurup öldürmesi nefsi müdafaa teorisi açısından çok tartışılır ve muhtemelen saf nefsi müdafaaya girmez. Saldırganı başka türlü durdurmanın mümkün olup olmadığı sorgulanır. İsrail’in saldırılarında ise tam bir orantısızlık var. Yaklaşık 1400 İsraillinin öldüğü öne sürülen bir saldırıya cevap olarak iki milyonluk bir halkın hiç ayrım yapmadan bombalamaya maruz bırakılması ve on binlerce insanın öldürülmesi ve yaralanması açıkça bir aşırı cevaptır.  

Bu aşırı ve ölçüsüz cevap aynı zamanda bir kolektif cezalandırmaya dönüşmekte. İsrail bombardımanlarında siviller asla gözetilmemekte, hatta tam da tersine, bilerek ve isteyerek hedef hâline getirilmekte. Bunda da İsrail’in genel davranış kodları esas alındığında, şaşılacak bir şey yok. Zira, İsrail kolektif cezalandırmayı eskiden beridir Filistinlilere karşı zaten kullanmakta. Söz gelimi işgal altındaki Batı Şeria’da suçlu olduğuna inanılan kişilerin ailelerinin yaşadığı evler de tamamen yıkılarak sadece ilgili kişi değil tüm aile cezalandırılmakta. Bunun da hukuktaki suçun şahsiliği ve kolektif cezalandırmanın yapılmaması ilkelerine aykırı olduğu açık bir geçek. 

Uluslararası tepkiler ve gelecek  

İsrail HAMAS saldırısına Gazze’yi toptan ve acımasızca bombalamak yerine fiili işleyen kimselere ve gruplara yönelik kara harekatıyla ve nokta operasyonları yaparak cevap vermeye çalışabilirdi. Ancak bunu yapmadı, yapamadı. Sanırım bunda iki faktör etkili oldu. İlki HAMAS ile açık ve göğüs göğüse bir çatışmayı göze alamaması. İkincisi ise her ne hak ihlâli yaparsa yapsın ciddi bir tepkiyle ve müeyyideyle karşılaşmayacağına inanması. İsrail bu beklentisinde önemli ölçüde haklı çıktı. Ancak, dünya değişiyor. Batı yavaş yavaş nispi güç dengesinde geriliyor. İsrail saldırganlığı karşısında sergilediği çifte standartlar kuşku yok ki Batı’ya büyük zarar verecek. İsrail’in Gazze’de ve Batı Şeria’da sergilediği vahşet ise, sanıyorum ve umuyorum ki, dünya kamuoyunda İsrail aleyhtarı havanın yoğunlaşmasını ve bu vahşi ülkenin aleyhine olan dalganın büyümesini sağlayacak.  

Filistin-İsrail İhtilafına İlkeli Bakış

Filistin-İsrail ihtilafına ilkeli bakış- Atilla Yayla
31 Ocak 2024

Filistin-İsrail çatışması, günümüz gerginliklerinin ötesinde, tarihi ve sosyo-politik karmaşıklığı ile dikkat çekiyor. Gazze'deki insanlık dramı, İsrail'in sert politikaları ve Batı'nın tutarsızlığı, bu bölgenin uzun soluklu çatışmasının arka planını oluşturuyor. Filistin halkı, uluslararası hukukun ihlalleri ve çifte standartlar karşısında yıllardır süren mücadelesini sürdürüyor. Çatışmanın tüm boyutlarını anlamak, güncel olaylardan çok, bölgenin tarihsel derinliğini ve süregelen etkileşimlerini anlamayı gerektirir.

Filistin’de, hassaten Gazze’de yaşananları büyük bir üzüntü ile takip etmekteyiz. Durmaksızın devam eden İsrail bombardımanı ve hayatını kaybeden çocukların ve kadınların acıklı ve hüzünlü hikayesi ve durumu her gün geleneksel ve sosyal medya aracılığıyla evlerimize taşınmakta. Bunun yol açtığı öfke ve isyan duyguları anlaşılır bir şey. Ancak, meseleye daha soğukkanlı ve belirli ilkeler açısından bakmak da gerekiyor. Aksi takdirde, insanların bu öfke ve isyan dalgası içinde akla ve mantığa uygun muhakeme çabalarını bir tarafa bırakıp duygularının esiri olması pek mümkün. 

Bu durumda ilk yapılması gereken şey hangi ilkelerin dikkate alınacağını belirlemek. Bu alandaki güçlükler malum. Her şeyden önce Batı, Batı’ya ait oluğuna inandığı ve dünyaya da büyük ölçüde öyle olduğunu kabul ettirmeyi başardığı ilkelere ve değerlere, yani bir anlamda kendi ilke ve değerlerine, açık bir ihanet içinde. Batı bu ilkeleri ve değerleri öne çıkarmak yerine körü körüne İsrail’e sonsuz ve sınırsız destek verme peşinde. Ne var ki Batı’nın bu tavrı bu “Batılı ilkelerin ve değerlerin” tamamen ve kökten çöktüğü ve artık kullanılamaz hâle geldiğini göstermiyor. Tam tersine, ilkeler ve değerler sağlam, ayakta ve nitekim Batı’nın içine düştüğü trajikomik durumu değerlendirmede kullanılmakta. Batı’yı ve İsrail’i değerlendirirken de bu ilke ve değerlere başvurulmakta. Ayrıca, bu yazının konusu olmamakla beraber, vurgulamak gerekir ki, bu ilke ve değerler de Batı’nın değil tüm insanlığın ortak ilke ve değerleri… 

Filistin ile İsrail arasındaki genel ihtilâfı ve mevcut sıcak çatışmayı değerlendirirken başvurmamız gereken değerler genel olarak insan hakları ve savaşlarda uyulması gereken insanî kurallar. Bu açıdan meseleye baktığımızda karşımıza çıkan manzara nedir? Kim haklı kim haksız görünmektedir. 

Tarihsel perspektifte İsrail-Filistin çatışması  

Bu konuyu ele almadan önce meseleyi hangi bağlamda tartışmak gerektiği üzerine bir şey söylemekte fayda var. İsrail ve destekçileri genellikle olayların tarihini Hamas tarafından İsrail’e yapılan 7 Ekim 2023 saldırısı ile başlatmakta. Bu vahim ve zararlı bir hata. Bir çarpıtma ve manipüle etme çabası. Ortada tesis edilmiş ve tarafların rıza gösterdiği bir barış yok. İsrail’in işgal ettiği topraklar da adı üstünde işgal altında olan, uluslararası hukuk ve onun komşuları nazarında geçerli anlaşmalarla kabul edilmiş, uluslararası tanınmaya sahip topraklar değil. Nitekim bu gerçeği İsrail’in Gazze’ye bölgeyi yaklaşık 20 yıldır dünyadan tam manasıyla tecrit eden bir abluka uygulamasında, Batı Şeria’da da Filistinlilere adeta savaş açmış olmasında ve uyguladığı salam politikasıyla Filistinlilerin topraklarını ve nüfuslarını adım adım azaltma çabasında görebiliriz. İsrail’in insan haklarına yönelik saldırılarının tarihi yaklaşık yetmiş beş yıl geriye gidiyor. Yani bu saldırılar Gazze saldırısından çok önce başlamış durumda ve hâlen devam emekte.  

İsrail’in politikaları ve insan hakları ihlalleri  

İsrail saldırılarına ve İsrail’in genel politikalarına temel insan haklarından olan özel mülkiyet hakkı açısından baktığımızda gördüğümüz şu: İsrail insanların özel mülkiyet hakkını bilerek ve isteyerek ihlâl ediyor. İnsanları hile ve desiselere ilaveten zaman zaman çıplak olarak zorla evlerinden, topraklarından atıyor ve oralara çoğu ABD’den gelen ve adlarına bir çeşit kelime oyunu ile “yerleşimci” denen aslında “işgalci” denmesi daha doğru olacak Yahudilere veriyor. Bu açık ve ağır bir insan hakkı ihlâlidir. Aslında yapılan mülkiyet hakkı ihlâli olmayı da çok aşmakta ve açıkça insanların hayat hakkına saldırma boyutuna ulaşmaktadır. Özel mülkiyet teorisi açısından bakıldığında kesin olarak İsrail ve işgalciler değil toprakları ve evleri ellerinden alınan Filistinliler haklıdır. İşaret etmekte fayda var ki özel mülkiyet hakkı bir devletin var veya yok olmasıyla herhangi bir ilişki içinde değildir. Bölgede bir Filistin siyasi otoritesi hiç olmamış olsa bile insanların özel mülkiyet hakkı vardır ve her meşru siyasi yönetim bu hakkı tanımak ve bu hakka saygı göstermek zorundadır. Ne yazık ki İsrail bu bakımdan sınıfta kalmakta. 

İsrail ve destekçilerinin başvurduğu bir diğer argüman nefsi müdafaa hakkı. Buna göre, İsrail’in Hamas saldırıları karşısında kendini savunma hakkı var. Nefsi müdafaa hem ahlâkta hem de siyaset felsefesinde kabul gören temel haklardan. Bunun hukukta da elbette yansımaları var. Saldırıya uğrayan elbette kendini savunma hakkına sahip. Ancak, nefsi müdafaa hakkının kullanılmasında dikkat edilmesi gereken şartlar ve sınırlar var. Ölçülü cevap vermek bunların en başta geleni. Mesela bireysel olarak bir sopayla saldırıya uğrayan insanın tabanca ile saldırganı vurup öldürmesi nefsi müdafaa teorisi açısından çok tartışılır ve muhtemelen saf nefsi müdafaaya girmez. Saldırganı başka türlü durdurmanın mümkün olup olmadığı sorgulanır. İsrail’in saldırılarında ise tam bir orantısızlık var. Yaklaşık 1400 İsraillinin öldüğü öne sürülen bir saldırıya cevap olarak iki milyonluk bir halkın hiç ayrım yapmadan bombalamaya maruz bırakılması ve on binlerce insanın öldürülmesi ve yaralanması açıkça bir aşırı cevaptır.  

Bu aşırı ve ölçüsüz cevap aynı zamanda bir kolektif cezalandırmaya dönüşmekte. İsrail bombardımanlarında siviller asla gözetilmemekte, hatta tam da tersine, bilerek ve isteyerek hedef hâline getirilmekte. Bunda da İsrail’in genel davranış kodları esas alındığında, şaşılacak bir şey yok. Zira, İsrail kolektif cezalandırmayı eskiden beridir Filistinlilere karşı zaten kullanmakta. Söz gelimi işgal altındaki Batı Şeria’da suçlu olduğuna inanılan kişilerin ailelerinin yaşadığı evler de tamamen yıkılarak sadece ilgili kişi değil tüm aile cezalandırılmakta. Bunun da hukuktaki suçun şahsiliği ve kolektif cezalandırmanın yapılmaması ilkelerine aykırı olduğu açık bir geçek. 

Uluslararası tepkiler ve gelecek  

İsrail Hamas saldırısına Gazze’yi toptan ve acımasızca bombalamak yerine fiili işleyen kimselere ve gruplara yönelik kara harekatıyla ve nokta operasyonları yaparak cevap vermeye çalışabilirdi. Ancak bunu yapmadı, yapamadı. Sanırım bunda iki faktör etkili oldu. İlki Hamas ile açık ve göğüs göğüse bir çatışmayı göze alamaması. İkincisi ise her ne hak ihlâli yaparsa yapsın ciddi bir tepkiyle ve müeyyideyle karşılaşmayacağına inanması. İsrail bu beklentisinde önemli ölçüde haklı çıktı. Ancak, dünya değişiyor. Batı yavaş yavaş nispi güç dengesinde geriliyor. İsrail saldırganlığı karşısında sergilediği çifte standartlar kuşku yok ki Batı’ya büyük zarar verecek. İsrail’in Gazze’de ve Batı Şeria’da sergilediği vahşet ise, sanıyorum ve umuyorum ki, dünya kamuoyunda İsrail aleyhtarı havanın yoğunlaşmasını ve bu vahşi ülkenin aleyhine olan dalganın büyümesini sağlayacak.  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.