Bekir Berat Özipek

Bekir berat özipek
Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, 1989 yılında Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını 1992’de aynı üniversitede tamamlayan Özipek, doktora derecesini 2000 yılında Ankara Üniversitesinden aldı. 2007’de doçent, 2013’te ise profesör unvanını aldı.2009-2015 arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde görev yaptı. 2015’ten bu yana İstanbul Medipol Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Aynı zamanda
devamını oku daha az oku Levent Korkut ile birlikte üniversitenin uluslararası öğrencilerle ilgili Ayrımcılığı Önleme ve Eşitlik Ombudsmanlığı biriminin başkanlığını da yürütüyor.

Soykırımın Yerinden Oynattığı Taşlar: Gazze’den Sonra Her Şey Aynı Kalabilir Mi?

Soykırımın Yerinden Oynattığı Taşlar Gazze’den Sonra Her Şey Aynı Kalabilir Mi
07 Ekim 2024

Gazze’de Filistinlilere yönelik olarak devam eden soykırımın birinci yılında, yaşananlara, bugüne ve geleceğe dair değerlendirmeler yaparken cevap aramamız gereken sorulardan biri, soykırımdan sonra her şeyin eskisi gibi olup olmayacağı. Hamas’ın 7 Ekim saldırısının İsrail’e işgali derinleştirme ve etnik temizliği hızlandırma fırsatı verdiğini ve soykırımın İsrail’in yanına kalacağını düşünenler de var, Gazze’den sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve Gazze’nin sadece Filistin meselesinde değil küresel anlamda bir milat olduğunu düşünenler de.  

Karamsar olmak için sebepler var. Gazze soykırımı tarihinin karşılaştığı ilk soykırım değil; benzer trajediler geçmişte de modern zamanlarda da farklı coğrafyalarda yaşandı. Ama o trajedilerin yaşandığı dönemde duyulan infial zaman içinde söndü. Dahası Gazze soykırımı da Filistinlilerin başına gelen ilk felaket değil. Bu nedenlerle, ilk bakışta hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünmek mümkün.  

ABD, İsrail ve soykırıma destek veren diğer Batılı devletlerin de hesabı bu olmalı ki ahlaken ve hukuken soykırım suçuna ortaklık anlamına gelecek bir tutumdan kaçınmıyorlar. Bugün eski işgallerin, katliamların ve soykırımların kurbanlarını hatırlayan yok. Bugün güç onlarda ve bu soykırımın faturasını ödemek zorunda kalmayacaklarını düşünüyor olabilirler.  

Öte yandan küresel açıdan bugünkü duyarlılığın kaybolacağını düşünenler de olabilir. Cezayir’den Ruanda ve Bosna’ya, yaşanan savaş, işgal, etnik temizlik ve soykırımlar kıyameti koparmadı. Irak’ta bir milyon insanın ölümüne sebebiyet veren işgal, Afganistan’daki ağır insani bilanço veya Guantanamo’nun dehşeti de az değildi. ABD’nin Irak’a saldırısı öncesi de 2003’te İngiltere’de bir milyon kişi Blair Hükümetinin savaşa girme kararına karşı “Irak’ta savaşa hayır, Filistin’e özgürlük” sloganlarıyla yürümüş; ancak işgal gerçekleşmişti. Ama bu kez daha farklı düşünmek ve Gazze’den sonra hiçbir şeyin aynı kalmayacağını, Filistin lehine pek çok dengenin değişeceğini öngörmek için çok sebep var. Gazze soykırımıyla gelen farkındalık durumunun, uzun vadede Filistin’i de aşacak şekilde, bölgede ve dünyada küresel ölçekte bir değişim ve dönüşümü mümkün kılacak bir tarihsel momenti ifade ettiğini düşünmek için de.  

Gazze’nin farkı  

Bu sefer gerçekten bir şeyler farklı görünüyor. Kurbanlarından haberdar olamadığımız ya da onları açıkça göremediğimiz diğer cinayetlerden farklı olarak her şey anbean gözümüzün önünde yaşandığı için değil. Her gün Gazze’nin yıkımına şahit olduğumuz, on dakikada bir çocuğun öleceğinin hesabını yapabildiğimiz halde müdahale edemediğimiz, bir yıl boyunca küresel ölçekte bir acizlik duygusu birlikte yaşadığımız için değil. Batılı büyük devletlerin insan hakları adına ortaya koydukları belgelerin, sözleşmelerin, ilke ve kuralların, uluslararası hukuka egemen kıldıkları hükümlerin nasıl pervasızca kendileri tarafından çiğnendiğini ve güvenlik mekanizmalarının nasıl işlevsiz hale getirildiğini gördüğümüz için değil. ABD ve Avrupa’nın “çoğulcu, demokratik, farklılaşmış ve özgür medya”sının nasıl utanç verici bir şekilde aynı telden çaldığını, soykırımın üstünü örtmeye ve İsrail’i aklamaya çalıştığını bütün dünya gördüğü için değil. Bütün bunlar bir günde olup bitmediği, kimsenin gözlerini kapatamayacağı kadar aleni biçimde bir yıl boyunca aynı şekilde devam ettiği için de değil…  

Ama hepsi için. Bütün bunlar Gazze soykırımı üzerinden eşzamanlı biçimde yaşandığı için; bunların hepsi bir arada gerçekleştiği için. Her şey çok fazla üst üste geldiği için. Bütün bunlar aynı anda, dünya meselelerine en ilgisiz insanları bile Filistin’de olup bitenden haberdar hale getirdiği için.  

 

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım, imha ve parçalanmış binlerce çocuk bedeninin ortaya çıkardığı dehşet, onun kurbanları açısından ifade ettiği ağır insani maliyet, Filistin meselesini çarpıcı biçimde milyarlarca insanın gözlerinin önüne koydu. Burada tek tek yeterince hissedilmeyen pek çok uyaranın eşzamanlı olarak devrede olması önemliydi. Evlerin, mahallelerin, hastanelerin ve mabetlerin canlı yayında yerle bir edilmesi ve bütün dünyanın bunu izlemek zorunda bırakılması, İsrail yetkililerinin bir soykırım ideolojisine sahip olduklarını ifşa eden ürkütücü beyanları,2 17.000’den fazla çocuğun bir çatışmada değil sivilleri hedef alan bombardımanlarla katledilmesi, bunun ABD ve Avrupa devletleri tarafından ateşkesi gerektirecek bir durum olarak görülmemesi, yasaklı silahlarla ilgili vakaların sorun edilmemesi, ABD ve AB’nin “operasyonu” desteklemesi, “saygın” uluslararası medyanın objektiflik görüntüsü verme kaygısını dahi bir yana bırakarak doğrudan taraf olduğunu ortaya koyan yayınlara imza atması, “kendisini savunma hakkı”nı işgal altındaki Filistin’e değil İsrail’e tanıması, onun da bu şekilde kullanmasında bir sorun görmemesi gibi pek çok sarsıcı hadisenin eşzamanlı biçimde yaşanması, kısacası bütün bunların bir anda olması bir milat oldu. Tüm bunlar, karanlıkta bir anda bir şimşeğin çakması gibi etki yaptı ve gerçekliği en çıplak haliyle gözler önüne serdi. Dünya Filistin’de ne olduğunu ilk kez bu ölçüde net biçimde gördü. 

Acı ve idrak  

Bugün devletler düzeyinde sessizlik ve soykırımı meşrulaştıran global siyasi düzenin arz ettiği olumsuzluk; toplumlar düzeyinde ise itiraz ve sokaktan kampüse kendisini belli etmeye başlayan bir farkındalık var. Bunun, Filistin lehine şimdiye kadar görülmedik ölçüde güçlü bir pozitif faktörün tarih sahnesine çıkması şeklindeki bir olumluluğu yansıttığını gözlemlemek mümkün. Bir yıl boyunca, dünyada sekiz milyar insanın çaresizce izlemek zorunda kaldığı bir soykırıma rağmen devletler, uluslararası örgütler ve medya düzeyinde sergilenen dehşet verici sessizliğin doğurduğu bir derinlikli idrak durumu söz konusu. Bunu toplumların verdikleri kendiliğinden tepkilerde veya ABD’nin bütün telkin ve zorlamalarına rağmen bazı devletlerin aldıkları adil siyasi pozisyonlarda gözlemlemek mümkün. Bu anlamda Gazze’de olan bitenden haberdar olmanın, ağır insani maliyeti ölçüsünde güçlü bir dinamiğin zeminini oluşturduğu düşünülebilir. Devletlerin damgasını taşıyan “uluslararası sistem”in arz ettiği suskunluğun toplumlar düzeyinde sona ermesinin küresel ölçüde Filistin lehine insani bir farkındalığın ortaya çıkıp dengeleri değiştirmesinden de söz edilebilir ve bu anlamda Hamas’ın 7 Ekim saldırısını izleyen soykırımın gerçek bir milat olacağı düşünülebilir.  

Bu görme durumunun, Filistin’i aşan başka sonuçları da olması mümkün. Gazze’deki dehşetin görünür kıldığı başka bir gerçeklik ise Batı demokrasilerinde birey ve toplum düzeyinde fark edilir hale getirdiği egemenlik ilişkileri veya temsil sorunudur. İnsan haklarına dayalı demokratik toplum düzeni, AB ilkeleri, özgür toplum ve sıkça atıf yapılan “Batılı değerler”in, onlara en fazla ihtiyaç duyulan bir soykırım sürecinde geçersizleştiğine ve örtük bir tahakkümün ve farklı bir işleyişin geçerli olduğuna dair kanaatlerin yaygınlaşmasının farklı ülkelerde farklı sorgulamaları başlatması mümkün. Bu anlamda Filistin’de olup bitenleri dehşet içinde izleyip, sokaklardan ödül törenlerine ve boykotlara ulaşan bir tepkinin, nasıl olup da uygulamayı değiştirmediğini, ateşkes istemeyi bile sağlayamadığını görmenin, Batılı bireyler açısından siyasi etkinlik duygusu ile temsil ilişkisine dair bir sorgulamayı beraberinde getirmesi de söz konusu olabilir. 

 

Bu sorgulamaların hiç kuşkusuz bir anda hayata, insanlığa, uygarlığına, büyük ölçüde Batılı devletlerin eseri olan dünya düzeninin adaletsiz yapısına yönelik sonuçlar doğurması beklenmemeli. Dünyanın vicdanlı insanlarının Cezayir veya Vietnam savaşları sürecinde sergiledikleri duruş, Sartre’ların, Maschino’ların “kral çıplak” anlamına gelen tespitlerine yansıyan duyarlılık, bir zamanlar savaş ve sömürgecilik karşıtı alternatifin ahlaki temelini güçlendirerek çözüme katkı sağlamıştı. Gazze üzerinden sınır aşan bir sorgulamayla gelişen bir küresel bilinç ve yaklaşım değişiminin de kısa vadedeki kazanımlardan çok daha etkili ve kalıcı sonuçlara hizmet edeceği düşünülebilir. 

Bugün de Filistin konusundaki duyarlılığın hızla geliştiği ve ilk ürünlerini vermeye başladığı görülüyor. Sosyal medyanın bizzat o medya kuruluşları tarafından manipüle edilmesine, örneğin Filistin lehine paylaşımların görünürlüğünün azaltılmasına rağmen bugün söylem üstünlüğü Filistin’de.  

Gazze soykırımının online izlenebilir olması ve uzun bir zamana yayılması, dünyadaki meselelere en ilgisiz olanlarla görmek istemeyen veya görmeye hazır olmayanların bile görmezden gelemeyeceği kadar çarpıcı ve aşikâr hale getirdi. Yaşananların dehşeti, görmenin sorumluluğundan kurtulmak için başını öbür tarafa çevirmeye hazır olanlara bile kaçış için fırsat vermedi. Artık kimse için “farkında değilim, tam göremedim” mazeretine sığınmak mümkün değil.  

Görmek acı verse de bir kez gerçekleştikten sonra eskiye dönmek mümkün olmaz. Muhtemeldir ki Filistin konusunda bu görme ve idrak halinin de öngörülmeyen ve amaçlanmamış sonuçları olacak.  

Şimdi mesele, ortaya çıkan devasa acının ürettiği güçlü potansiyelin, bu muazzam enerjinin mecrasından sapmadan veya saptırılmadan hem Filistin hem de daha iyi bir dünya için en doğru şekilde harekete geçmesini sağlamak. Bu da her coğrafyadan, her inanç ve soydan, adalet, barış ve daha iyi bir dünya için bir şeyler yapmak gerektiğini düşünen herkes için öncelikle ahlaki bir sorumluluğu ifade ediyor. 

Gazze’nin Enerjisi Yanlış Yerlere Harcanmamalı

Gazze’nin Enerjisi Yanlış Yerlere Harcanmamalı
28 Ekim 2024

George Orwell’in 1984 adlı muhteşem bir eseri vardır. Bir kara ütopyadır bu. İnsanların köleleştirildiği korkunç bir totaliter diktatörlükten söz eder. Halk rejimden nefret eder ama bunu dile getiremez. Sistemin sahipleri de sevilmediklerinin farkındadır.  

O sistemde bir de rejim düşmanı kaçak muhalif bir lider vardır. Adı Goldstein’dir. Her an sisteme karşı mücadelededir. Devleti yönetenler sürekli olarak onu kötüleyip suçlarlar. Hatta ona nefret kusmak için kamusal törenler bile düzenlenir. 

Böyle bir düzende insan kalmaya çalışan kahramanımız Mr. Winston da sistemden içte içe nefret etmektedir. Ama bir gün muhalif olduğu anlaşılır ve tutuklanır. Öldürüleceğini anlayınca artık açık konuşur. Goldstein’e sempatisini açıklar ve kendisine işkence yapan görevliye inadına bir rahatlıkla “Siz onun kitabını okudunuz mu?” diye sorar. Aldığı cevap şoke edicidir: “O kitabı yazan benim” der karşısındaki görevli, “en azından bir kısmını.”  

Sevilmediklerini bilen düzenin sahipleri sahte bir muhalif oluşturmuş ve böylece rejime yönelecek tehdidi kontrol altına almıştır. 

Yanlış yollara karşı uyanık olmak ve uyarmak 

İsrail’in Gazze’ye saldırısı sonrası sosyal medyada, gerçek veya sahte, bazı Amerikalıların “Bin Ladin’in Amerika’ya mektubunu okudum, çok etkilendim, hayran kaldım, aydınlandım” türü videolar ön plana çıkmaya başladı. Soykırımın hamisi ve suç ortağı olması dolayısıyla ABD’ye duyulan büyük öfkeye bir tür “adres gösterme” anlamına geldiği şeklinde değerlendirilen başka yayınlar da var. 

İsrail’in Gazze’de sergilediği vahşet dünya çapında vicdanları kanattı. Gazze’de insanlığın dehşet içinde izlemek durumunda bırakıldığı zalimlik ve onun ürünü olan devasa acı, aynı zamanda büyük bir enerji de ortaya çıkardı. Her coğrafyadan insanı ürperten, içinde azıcık adalet duygusu taşıyan herkesi isyan ettiren bir zalimliğin sergilenmesinden doğan büyük bir enerji bu. Bu devasa enerjinin İsrail, ABD ve İngiltere gibi devletlere yönelik çok boyutlu yansımaları olacağını tahmin etmek güç değil. Çünkü çocuklarını ABD destekli İsrail bombardımanlarında kaybeden ve onlardan kalanı elleriyle toplayan bir anneden veya babalardan intihar bombacılarının çıkabileceğini ve onların dünyanın her yerine bu devletleri hedef alabileceklerini öngörmek de mümkün. 

Potansiyel ölüler üreten bir şiddet 

Yeni bir durum da değil bu. Sömürge ve işgallerin geçmişte ve günümüzde böyle trajik sonuçları oluyor. 

Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı ünlü Giriş yazısında Jean Paul Sartre, kadınları ve çocukları katleden sömürge ordusunun ürettiği acıların ürünü olan bir insandan söz eder. Adeta yaşayan ölü olan, “kendisini potansiyel ölü olarak” gören bir “yeni insan”dır o. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan insan. Yorgun ve zayıf düşmüştür ama o bu durum ondaki inanılmaz gücün de kaynağıdır. Düşünür, o insanın durumunu şöyle anlatır: 

“Öldürülecektir; sadece öldürülme riskini kabul ediyor değildir, öleceğinden emindir. Bu potansiyel ölü, karısını ve oğullarını kaybetmiştir. O kadar çok can çekişen insan görmüştür ki, hayatta kalmaktansa zaferi tercih eder. Zaferden kendisi değil başkaları yararlanacaktır; kendisi çok yorulmuştur. Ama bu yürek yorgunluğu, inanılmaz cesaretinin kaynağıdır.” 

Böyle insanlardan ve onların bir araya gelerek kuracakları şiddet organizasyonundan gerçekten korkmak gerekir. Ancak buna rağmen söz konusu devletler, İslam coğrafyasında döktükleri kan nedeniyle dünyanın her yanında kendilerine saldırabilecek olan bu kişilerden veya onların içinde yer alabilecekleri silahlı muhalif grupların tehditlerinden hiç çekinmiyor gibiler. Oysa işledikleri suçun ne kadar çok can yaktığını, yuva dağıttığını ve geriye acılı aile fertleri bıraktığını göz önüne alacak olursak, bu insanların dünyanın her yanında kendilerine karşı saldırılar yapılabileceğinden korkmaları beklenirdi.  

Ama pek öyle bir görüntüleri yok.  

Önlemlerini iyi aldıkları ve oradan anlamlı bir tehdit beklemedikleri için olabilir tabii. Sömürgeciliğin başlangıcından beri gelen bir tecrübe de var sonuçta. Canını yaktıkları, bombardımanla evlerini yakıp yıktıkları ve çocuklarını koparıp aldıkları insanların eğer hayatta kalmayı başarırlarsa kendilerine nasıl tepki vereceğini hesap etmiş olabileceklerini düşünmek makul olur. İşte bu noktada ne tür önlemler almış olabilecekleri sorusu önem kazanıyor. 

Yalnız kurtları kafeslere koymak 

İslam coğrafyasında yaygın olarak paylaşılan başka bir kanaat veya başka bir açıklama daha var. Bu açıklama, söz konusu devletlerle IŞİD ve Boko Haram gibi örgütler arasında karanlık bazı ilişkilere işaret ediyor.  

Bu yaklaşımı dile getirenlere göre, ABD ve diğerleri, kendilerine karşı dünyanın her yerinde her an zarar verebilecek yalnız kurtlar veya küçük radikal örgütlerden kurtulmak için bireysel tepkileri bünyesinde toplayacak örgütleri kendi eliyle kuruyor. Böylece, sadece kendisine yönelecek şiddeti bertaraf etmekle kalmıyor, bir de kendi emrinde kullanıyor. 

Söz konusu devletler, tıpkı kişinin gücünü usta manevralarla kendisine karşı kullanmaya dayalı bazı Uzakdoğu dövüş sporlarında olduğu gibi, Müslüman toplumlara uyguladıkları şiddetin ürünü olarak ortaya çıkan devasa enerjiyi bu örgütler sayesinde yine o toplumlara karşı kullanıyorlar. Bu örgütler esas olarak Müslümanlara ya da bölgenin barışı için çaba sarf eden güçlere ve Müslümanlarla yan yana yaşayan farklı inançlardan insanlara (Budistler, Ezidiler…) saldırıyor; özellikle farklı inanç grupları arasında dinler ve medeniyetler çatışması çıkaracak şekilde hizmet ediyor. Acıyı mıknatıs gibi kendisinde toplayan bu sahte muhalifler veya güdümlü örgütler, o acıları ortaya çıkaranların elinde operasyonel bir güç olarak, onların kurduğu düzenin devamına hizmet ediyor.  

Komplo olsun olmasın çıkmaz sokak  

Nicos Poulantzas’a göre modern devletin fonksiyonları arasında, “baskı altındakileri bölmek ve toplumu düzenin devamını sağlayacak şekilde yeniden gruplandırmak” da vardır. Acaba bu işlevin bir benzeri küresel düzende de ifa ediliyor olabilir mi?  

Orta Doğu ve İslam coğrafyasında bu tezin yaygın biçimde paylaşılması, “bu coğrafyada komplo teorilerine duyulan ilgi”den çok, söz konusu devletlerin temiz olmayan sicillerinden, sivil ve asker bürokratların, istihbaratçıların ve siyasi gözlemcilerin o yöndeki tespitlerinden, Suriye örneğinde bu örgütlerle onlarla savaşıyor görünen devletler arasında gözlemlenen tuhaf ilişkilerden ve söz konusu örgütlerin faaliyetlerinin günün sonunda kime hizmet ettiğine dair analizlerden geliyor.  

Bu analizler doğru mu yanlış mı? ABD yapmaz, o bir hukuk devletidir, ona yakışmaz diyen var mıdır? Elbette coğrafyamızdaki tüm kötülükleri Amerika’ya bağlama kolaycılığına düşmemek gerek; tabii Amerika’nın günahlarını unutmadan. Son tahlilde bu coğrafyada bu örgütlere uygun zihniyet ve insanlar da yok değil.  

Ama ister ABD ve diğerleri kurmuş olsun isterse de başka şekilde ortaya çıkmış olsun, sonuçta bu tür örgütler, somut pratikte, türedi biçimde ortaya çıkıp, bir şekilde en gelişmiş Amerikan silahlarını “ele geçirip” onu kendi coğrafyalarının gücünü tüketecek şekilde kullanıyorlar. İnsan haklarını, adaleti ve bölgenin barışını büyük güçlerin tam da işine yarayacak şekilde hedef alıyorlar; önemli olan bu. Her durumda bu örgütlerin bir tuzak olduğunu tespit edebiliriz. Ve ABD’nin temsil ettiği küresel adaletsizlikle mücadele etmek için en yanlış adresin bu tür örgütler olduğunu da her durumda gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.  

Potansiyel enerjiyi doğru yönde harekete geçirmek 

Ancak mesele sadece İslami kavramları kullanıp yaşadığımız coğrafyanın gücünü tüketen bu türedi örgütlere karşı uyanık olmaktan, IŞİD, El Kaide ve Boko Haram tuzaklarına düşmemekten ibaret değil. 

Gazze üzerinden ortaya çıkan devasa enerjiyi doğru yöne kanalize edebilmek ve Filistin konusunda alınması gereken sağlıklı tutumu tespit edebilmek için yapılması gereken sadece bu tür örgütlerin tuzağına düşmemek değil. 

Soykırımın acılarından ve küresel düzeyde vicdan sahibi insanların incinen adalet duygusundan doğan bu enerjinin milliyetçilik, ırkçılık, Yahudi düşmanlığı ya da başka türden bir ayrımcılıkla bozulmasına karşı da uyanık olmak gerek. 17 binden fazla çocuğun masum canı pahasına ortaya çıkan bu enerjinin herhangi bir adaletsizlikle kirlenmesine izin vermeden hem Filistin’in özgürleşmesi hem de küresel bir adalet mücadelesi adına gelişmesi için gayret sarf etmek lazım.  

İşgalin sona erdirilmesini, Filistin’in kurtuluşunu, bağımsız ve özgür bir ülke olarak yeniden inşa edilmesini daha insani bir dünya için verilecek mücadelenin somutlaşmış bir mücadele alanı olarak tahayyül etmek gerek.  

Bu devasa potansiyelin, adalet çizgisinden ayrılmadan gelişerek yoluna devam etmesini sağlamak için somut olarak hangi adımlar atılmalı? Neler yapmalı ve neler yapmamalı? Hangi tür faaliyetleri kimlerle nasıl yapmalı? Bunları da ayrı bir başlık altında ele alıp tartışmaya ihtiyacımız var. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.