Siyaset, insan zihninde sübjektif bir anlama tekabül ederken hukuk, tam tersine, nesnelliği imlemektedir. Başka bir deyişle “siyaset” güvenilmez olana atıf yaparken, “hukuk” öngörülebilir olana referans vermektedir. Günlük hayatta çoğu kez “bu konunun bir de hukuksal boyutuna bakalım!” cümlesinde gördüğümüz gibi hukukun, tek bir cevabının olduğu ve bu cevabın da evrensel geçerli olduğu anlayışı üzerine bina edildiği varsayımı hakimdir. İşte bu ön kabul, uluslararası politikada meydana gelen kimi olayların anlamlandırılmasında kişinin önüne set çekmektedir. 

Adalet, eşitlik ya da en azından hakkaniyet ilkeleri uyarınca hukukun gereğinin yapılması için çabalayanlar, uluslararası politikadaki ikircikli yapıyı gördüğünde ve bu yapının değişmesinin mümkün olmadığı inancına kapıldıklarında, uluslararası hukuktan umutlarını da kesmektedirler. Bu durumu, uluslararası hukukun güçlünün hukuku olduğu kestirmece cevabı takip etmektedir. Bir yanı ile uluslararası hukuk, güçlünün hukukudur. Ne var ki bu yanıt tek başına yeterli olmayacaktır. Zira bu tarz bir belirlenim, insan ilişkilerine içkin olana aykırılık teşkil eder. Nedir bu içkin olan ilke? 

İnsanlar, topluluklar içinde hayatlarını devam ettiren varlıklardır. Bu manada insan yaşamı, bizatihi “siyasal”dır. Siyasal olan ya da başka bir deyişle “siyaset” nedir? Prof. Dr. Cem Eroğul’un tanımlamasıyla siyaset, “belli bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için gerekli olan koşulları toplumsal çapta sağlama uğraşı”dır.1 Eroğul’un sunmuş olduğu bu tanım son derece açıklayıcıdır; zira “siyaset/siyasal olan” toplumsal çapta gerçekleşmesi ve gelişip serpilmesi için yapılan bir uğraştır. Doğal olarak bu tarz bir uğraşın, yani hem toplumsal çapta hem de sürekli gelişmeyi hedefleyen, toplumu oluşturan her kesimin belli oranda rızasına dayanması bir zorunluluktur. Bu da doğal olarak, hâkim sınıfların ya da kesimlerin elinde oyuncak olan ve sadece onların çıkarlarına hizmet eden bir “siyaset” anlayışının dışlanmasını gerektirir. Demek ki siyasal olan, insan ilişkilerine içkin olan asgari düzeyde de olsa genelin çıkarına hizmet etme görev ve amacının yerine getirilmesini de gayeler. 

Uluslararası hukukun siyasi ilişkilerdeki rolü

Hukuk ise siyasal olanın bir başka veçhe ile ifade bulmuş halidir. Şöyle ki; uluslararası toplumu oluşturan birimler, yani devletler, birbirlerine karşı kendilerini egemen ve eşit görmektedirler. Birbirlerinin egemenliklerini tanıyan ve aynı zamanda kendi egemen iradelerinin üzerinde irade kabul etmeyen bu devletler, birbirleri arasındaki ilişkileri düzenlemek istediklerinde, kimsenin iradesinin sonucu olmayan ve fakat herkesin ortak iradesinin sonucu olduğu için kimsenin iradesine tahakküm kurmayan kurallar isterler. Bu kurallar doğası gereği nesnel olmalıdır. Nesnellik, yukarıda da metne içkin şekilde belirttiğim üzere hem iradenin sonucu olmalı hem de normatif olmalıdır. Ancak bu iki ilkenin (durumun) bir arada varlığı hukuk normunu nesnel yapar. Ne yazık ki bu iki unsur/ilke/durum aynı anda var olamaz. İradenin sonucu olmak, bizatihi siyasal olmaktır. Normatif olmak ise normdan kimin ne anladığıyla ilintili olduğu için siyasal olmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında hukuk, bizatihi siyasaldır. Doğası gereği siyasal olan hukuk, nesnel olamaz. Hukukun bu öznel yapısı, uluslararası politikada cereyan eden olaylarda, hukukun, güçlüden yana tavır almasına neden olur. Yukarıda bahsettiğimiz “siyaset” tanımını hatırlayacak olursak, güçlüden yana tavır almak kesinlikler içeren ve belirlenimci bir süreç olmamalıdır. Eğer uluslararası toplumun bileşenleri olan devletlerde, hukukun genelin çıkarını koruyan bir yanının olmadığı fikri oluşursa, uluslararası ilişkilerde devrimci durumun doğması kaçınılmadır. Mevcut güç ilişkileri, devrimci durumların doğmasının önlenmesi için asgari düzeyde de olsa adaleti, herkes için sağlamak durumundadırlar. İşte bu zorunluluk hali, sistem içerisindeki güçsüz yapıların, sistem içinde mücadele ederek kazanımlar sağlamasının kapısını aralamaktadır. 

Buradan en az iki sonuç çıkabilir. İlkin, sistem içerisinde kalarak da kazanımlar elde etmenin mümkün olduğu ortadadır. İkinci olarak ise sistemin yerine yeni bir sistem getirmek kudretine sahip iseniz, devrimci bir dönemin kapılarını aralamışsınız demektir. Sistem içerisinde kazanım nasıl elde edilebilir? Yukarıda da belirtildiği üzere, hukukun öznel yapısı, taraflar arasındaki güç eşitsizliğinde hukukun güçlüden yana esnemesine sebebiyet vermektedir. O vakit şu rahatlıkla söylenebilir: güçlü olursanız, hukuk da sizinle olur. Güçlü olmak için ne yapmak gerekir? 

Sistem içerisinde güçlü olmanın birçok alandaki kapasitenizin artmasına bağlı olduğu bir gerçektir. Elbette bunun başında askeri kapasite gelmektedir. Savaş alanına dair gücünüzün boyutu, hukuk alanındaki varlığınızı doğrudan etkileyecektir. Bir diğer güç alanı ise diplomasiyi işletebilme kabiliyetinizdir. Bu kabiliyeti uluslararası örgütlerdeki aktif siyasetiniz belirleyecektir. Diplomasi masasında olmak, olayların gidişatına müdahil olabilmek sizi güçlü kılacak önemli unsurlardan sadece biridir. Gücünüzün artması için yapılması gereken bir diğer unsur ise yumuşak güç enstrümanlarını aktif ve verimli kullanmaktan geçer. Sert ya da akıllı gücünüzün yanı sıra, bir devletin yumuşak gücü, ilgili devletin uluslararası politikadaki hareket alanını genişletmesine ve kazanımlarını çoğaltmasına vesile olur. Tüm bunları birleştirdiğimizde, bir devletin uluslararası alandaki gücünün hukuka yansımasını ölçme imkânımız olabilir. Örneğin Türkiye, son yıllarda Mavi Vatan Doktrinine dair devlet politikası yürütmekte ve bu politikayı da her türlü sert ve yumuşak güç enstrümanı ile desteklemektedir. Bu bütüncül politika da doğal olarak, Türkiye’nin tezlerinin zemin elde etmesine ve hukuksal argümanlarının -daha önceleri sert eleştireler yöneten kesimler nezdinde dahi- geçerlilik kazanmasına vesile olmaktadır. 

Uluslararası hukukun yeniden yapılanması

Mevcut sistemden kazanım sağlamak isteyen bir devlet ya da devletler grubu, sistem dışına çıkarak ve sistemi kökten sorgulayarak da bu amacına ulaşabilir. Uluslararası politikada devrimci dönemler olarak adlandırılabilecek bu tarz dönemlerde, yepyeni bir düzenin temellerinin atılma imkanını, devletler de bu kabiliyeti kendilerinde bulabilirler. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda tesis edilen Birleşmiş Milletler sistemi, bu tarz bir devrimci dönemin ürünü olsa gerekir. 

Sonuç olarak mevcut uluslararası hukuk anlayışı, eşitsizlik ve ikirciklik üzerine bina edildiği oranda eleştiriye açık ve muhtaçtır. Aynı zamanda mevcut sistem, her bir devlete mücadele ettiği sürece ve oranda fırsatlar sunmak konusunda da bonkördür. Yapılması gereken, mevcut sistemin, güçlüden yana olan ya da daha kestirmeden söylemek gerekirse güçlünün hukuku olduğunu öne sürmek, gayet belirlenimci bir yaklaşım olacaktır. Bu yaklaşım da devletleri, kazanım elde edebilecekleri alanlara eğilmekten alıkoyacak bariyerleri inşa edecektir. Halbuki çekinmemek, fırsatların üzerine yürümek gerekir. Tüm bu anlatılanlar ışığında, bir sonraki yazımızda, Rusya ve Ukrayna krizini yukarıda bahsi geçen bakış açısı içerisinde ele almayı hedeflemekteyim. Uluslararası hukukun eşitsiz ve ikircikli yapısının hali hazırda devam etmekte olan savaş durumuna dair yaklaşımı son derece öğreticidir. Sağlıkla kalın.