Teritoryal yayılım gösteren her güç, düzen kurma eğilimini taşır. Elde edilen yeni toprakların var olan teritoryal bünye ile intibakı ancak sürdürülebilir bir düzenle mümkün olur. Bahse konu düzen, salt politik, iktisadi ve askerî boyutlardan oluşmaz. Bunların varlığı mutlaka gerekli olmakla beraber, toplumsal düzeni, üretim-tüketim ilişkilerini, hayata yüklenen anlamı ve hayata dair dünyevî beklentileri, epistemik üretimi ve ahlaki değerler sistemini de aynı düzen içerisinde birbiriyle tutarlı bir şekilde inşa etmek gerek. Bu inşayı yoktan var ederek ortaya çıkarmaktan ziyade, ‘var olan’ı ‘sürdürülecek olan’a eklemlemek suretiyle icra etmek en makulüdür. Dünya tarihindeki insanî tecrübe bunu gösteriyor.  

Farklı kültürel havzaların birbiriyle olan ilişkilerinin kümülatif doğası, saf ve tarihsiz bir kültürel dünyanın varlığını şüpheli hale getiriyor. Çünkü her kültürel düzen, kendinden öncekileriyle kendi çağdaşları arasındaki alış-verişin ürünüdür aynı zamanda. Söz gelimi, her ne kadar Avrupa-merkezci anlatı Grek düşüncesinin biricikliğini vurgulayıp, onu insanlığın yegâne mirası olarak sunsa da Grekler ortaya çıkardıkları düşünsel (felsefî değil) mirası kendilerinden menkul olarak var etmemişlerdir.  

Bırakın tüm düşünsel üretimi, sadece Grek alfabesinin kökenlerine dair yapılan tartışmalar bile onun kültürel otantisitesini ciddi şüphelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Zira antik Grek alfabesindeki harflerin ses değil de birer kelime olması, dahası bu kelimelerin Grekçe hiçbir anlamı yokken Fenike dilindeki nesnelere karşılık gelmesi, Grek mucizesinin (!) boşlukta ortaya çıkmadığını ifade eder. Kültürel otantisite problematiğini bir kenara bırakarak, düzen meselesini konuşmaya devam edelim.  

Sosyal bilimlerde, küresel düzen bağlamında tarihsel olarak farklı kabullere rastlamak mümkün. Modern öncesi dönemde kendini ‘imparatorluk’ kisvesinde sunan küresel düzen iması ya da iddiası (örneğin Pax Romana, Pax Ottomana gibi) olgusal olarak teritoryal alanda vergi toplamak ve hukukunu cari kılmak şeklinde vuku bulmuştur.  

Yeri gelmişken, bizdeki Nizam-ı âlem iddiası ya da niyeti üzerinde de birkaç şey söylemek gerek: Nizam-ı âlem, küresel bir düzen kurmaktan çok, varlık alemindeki kozmik-hiyerarşik uyumun toplumsal düzlemde de inşa edilmesini ima ederdi. Osmanlı’nın nizam-ı âlem’den kastı, adaletin hâkim kılınması yani hakkın sahibinde olmasını, her şeyin olması gerektiği yere konmasını sağlamaktı. Ancak bu Osmanlı’nın yayılım göstermek istemediği anlamına da gelmemişti.  

Modern dönemde ise düzenin teritoryal ve hukuk merkezli yapısı değişime uğradı ve çoğullaştı. Düzen fikri başka bir form aldı. Ancak buna rağmen, modern dönemle ilgili akademik kültürel üretimlerde özellikle birbiriyle bağlantılı iki teorik çerçevenin etrafında yapılan tartışmaların belirleyici olduğu ileri sürülebilir. Biri, daha kültürel ve batınî bir tona da sahip olan modernleşme teorisi iken, diğeri daha fazla ekonomi-politik bir çerçeveyi referans alan Dünya Sistemi Teorisi’dir. Her iki teorik yaklaşım da zamanın ruhuna uygun olarak ulus-devletler çağında ulusal sınırları ve egemenlikleri teorik olarak kabul etmekle birlikte, sistemik yapının (en azından düzene tabi olanlar bağlamında) ulus-üstü olduğunu varsaymaktadır. Yani modern küresel düzenler modern dönem öncesi gibi yekpare bir teritoryal alanı gerekli kılmamaktadır.  

Modern küresel düzen: Modernleşme Paradigması’nın manası  

Modernleşme Paradigması, her ne kadar daha çok siyaset biliminin özellikle 60’lardaki ana akım Amerikan akademik çevrelerince üretilen ve revaç bulan bir yaklaşımı olsa da klasik sosyal teorinin Weber, Durkheim, Marx vb. tüm teorisyenlerinin kabul ettiği yaklaşımı temsil eder. Temel kabulü, mevcut modern toplumların –aslında bunu Batı uygarlığı olarak okumak gerek- politik, ekonomik ve kültürel seviyelerine varmak isteyen her toplumun ancak Batı’nın geçtiği süreçlerden geçerek modernleşebileceğiydi. Modernleşme, burada küresel düzenin akademik söylemdeki ifade biçimidir. Her ne kadar 60’larda revaç bulduğunu söylesek de bu sizi aldatmasın.  

Ekonomik ve politik güç ilişkilerini göz ardı ederek naif bir yol haritası sunan Modernleşme Paradigması, farkında olunmasa bile akademik üretimlerden gündelik söylemlere kadar birçok şekilde gündelik hayatımıza nüfuz etmiş durumda. Söz gelimi ‘gelişmekte olan ülkeler’ tabiri bir anlamıyla gündelik diyaloğu kolaylaştırırken diğer yanıyla gelişmiş olanı –ki bu gelişmenin mahiyetinin ne olduğunu tartışma dışı bırakarak- mutlaklaştırıp rehber kılmaktadır.  

Liberal kalkınmacılık ve ilerlemecilik anlayışının merkezî olduğu bu paradigma, Batı-dışı tüm toplumlara Batı’nın dününü kendilerinin yarını olarak kabul ettirmenin bilimsel-estetik tarzını temsil etmektedir. Walter Rostow, W. A. Lewis, Talcott Parsons ve Daniel Lerner’ın sosyo-politik çalışmaları bu paradigma çerçevesinde üretilen metinlerdir. Hatta 11 Eylül sonrası Müslümanların daha fazla gündemine gelen ancak 60-70’lerde karşılaştırmalı siyaset vb. sahalardaki akademik çalışmalarıyla meşhur olan S. Hungtinton da bu isimlere eklenebilir. Peki gerçekten modernleşme olgusu bu kadar naif mi? Rehberlerin iddiası doğru mu? Herkes Batı’nın dün yaşadığını yarını için elzem gördüğünde bitecek mi bu kültürler/gelenekler/medeniyetler/dinler arası stres? Bu soruların cevabı başka bir tartışma konusu. Ancak modernleşme ideolojisiyle zuhur eden bu ‘küresel düzen’in farklı bir okuması da mevcut: Dünya Sistemi Teorisi. 

Dünya sistemi teorisi  

Kapitalizmin başlangıcını XIV. yüzyıla kadar geri götüren Immanuel Wallerstein, onu bir dünya sistemi olarak okuma eğilimindedir. Klasik, feodalizmden burjuva devrimine ve oradan da kapitalist sisteme giden anlatıyı biraz esneterek, tarihselliğini ve kritik noktalarını farklı okuyarak bunu yaparken, aslında erken modern dönemi işaret etmektedir. O dönemi Modern Küresel Düzen’in başlangıcı olarak kabul ettiği için, Wallerstein’a göre aynı tarihsel momentte farklı sistemler ve üretim tarzları yoktur; aynı küresel sistemin –kısmen iş bölümünü andıran- farklı veçheleri ve üretim uzmanlaşmaları vardır. Düşünsel durumunu daha da vuzuha kavuşturmak için küresel düzeni anlatırken kullandığı ve dillere pelesenk olan Merkez-Çevre analizine değinmek gerek.  

Her şeyden önce şunun ayırt edilmesi lazım: Wallerstein düzenin bir Merkez-Çevre dikotomisi hali arz ettiğini ileri sürmez. Andre Gunder Frank’ın Metropol-Uydu dikotomisi çerçevesinde, gelişmiş ülkeler (metropol) ile gelişmekte olan ülkeler (uydu) arasındaki kapitalist ilişkiyi analiz etme biçimi, Wallerstein’ın analiz biçimi ile karıştırılır çoğunlukla. Bağımlılık teorisi kontekstinde, temelde küresel kapitalist düzenin kurduğu hegemonik yapıya getirilen eleştiri birçok ortak noktayı paylaşsa bile, ciddi nüansları da yok değil. Hem Wallerstein hem de Frank, aslında modernleşme paradigmasıyla Batı-dışı dünyanın Batı’nın hegemonyasına gönüllü bir şekilde dahil olduğunu dile getirmektedir. Bununla da kalmayıp, sürekli Batı’yı takip etme kaderi, onları hiçbir zaman bitiremeyecekleri bir koşuya şartlamaktadır. Çünkü Batı’ın dünü, Batı-dışı dünyanın yarını olarak muhayyel bir gelecekte sabitlenmektedir.  

Batı ile Batı-dışı dünya arasındaki kapatılmaya çalışılan –ekonomik, politik, askeri sermaye- mesafe hiçbir zaman kapatılamayacaktır. Olduğu varsayılan gelişme/ilerleme sadece Batı-dışı dünya için değil, Batı için de söz konusu olduğundan, uydu ülkelerin ilerleme/gelişme adımları/politikaları metropol ülkelerininki yanında hep zayıf kalacaktır. Gelişme rüyası gören uydu ülkeleri bu kısır döngüye kapılıp kalmış durumdadır.  

Bu noktada Wallerstein’ın Frank’tan farkı temayüz ediyor: Wallerstein kendi dünya sistemi teorisini Çevre (periphery), Yarı-çevre (semi-periphery) ve Merkez (core) olarak üç kategorik yapı olarak kurar. Bu üçlü yapının metropol-uydu dikotomisinden farkı, Merkez ile Çevre arasındaki ekonomik-politik-askeri hegemonik durumun yarattığı stresi almaya yarayacak bir ‘geçişi mümkün kılan rüya’ sunmasıdır. Daha basitçe ifade edecek olursak, kapitalist Merkez ülkelerin (düzeni kuran Kuzey ülkelerinin) ekonomik-politik ve askeri hegemonyası altında kalan Çevre ülkelerine, eğer yeteri kadar çaba sarf ederlerse –ilerleyebilirlerse/gelişebilirlerse- onların da ileride Merkez ülkelere dahil olabileceğini ima etmektedir. 

Bu bağlamda Çevre olan ülkeler, Japonya gibi, Çevre olmaktan kurtulup Merkez'e yakınlaşacak, Yarı-çevre olabilecektir. Yani iki kutuplu olan metropol-uydu yapısında uydu ülkeler aradaki stresin yoğunluğu nedeniyle küresel sisteme isyan edip devrime kalkışabilecekken, Yarı-çevre kategorisiyle bu ihtimal mas edilmektedir. Merkez ülkeler Çevre'den aldıkları/sömürdükleri hammaddeleri işleyip onları tekrar Çevre'ye, Yarı-çevreye satarken aynı zamanda uzmanlaşmayı da teşvik etmektedir. Yani Çevre ülkelerinin her biri bir hammadde üretiminde uzmanlaşacak (monocrop) ancak bu uzmanlık tek başına yani Merkez'in sihirli eli değmedikçe “beş para etmeyecek”tir. Modernleşme paradigması işte bu küresel ilişki biçimini de temsil etmektedir. Wallerstein’ın küresel kapitalist dünya sistemine getirdiği eleştiriler, bu anlamıyla ona çelme takmayı amaçlamaktadır denebilir.      

Pax Americana   

Her iki teori de Pax Americana’yı farklı yönlerden açıklamaktadır. Pax Americana, bir yanda, 60’larda özellikle akademide popüler olan modernleşme paradigması üzerinden Amerikan Rüyası’nı, toplumsal demokratizasyonun olmazsa olmazı olarak demokrasinin yayılmasıyla modernleşmenin eş zamanlı olmasını ima eder. 50’ler-60’larda tüm akademik disiplinlerin ‘bilimselleşme’ iddiasıyla nümerik istatistiği baz alması, modernleşme pratiğinin demografik yoğunluğun kentsel ilişkiler ağına dahil olma kapasitesiyle ölçüldüğü bu dönem, Türkiye modernleşmesinin de incelendiği saha çalışmalarıyla doludur. Diğer yanda ise, Wallerstein’ın daha eleştirel bir pozisyondan, son dönemde merkezî aktörü olarak Amerika’yı (ve müttefiklerini) gördüğü Pax Americana var. Bu ikinci veçhede, Çevre ve Yarı-çevre ülkelerin Merkez'e tek yönlü bağımlılığı, küresel hegemon güç olan ABD’nin hegemon olmaya aday Sovyetleri (şimdilerde Çin’i) baskılaması söz konusu.   

Buraya kadar anlatılanlardan bahisle Pax Americana’yı doğrudan tanımlamadığımın farkındayım. Pax Americana’nın ‘Amerikan barış düzeni’ olarak tercüme edilmesi mümkün ancak mümkün olduğu kadar da ironik. Zira, 45 sonrası global ölçekte uluslararası ilişkiler düzenine baktığımızda, hegemon güç olan ABD’nin kendi önderliğinde global bir barış düzenine ne kadar niyetli olduğu su götürür bir düşünce. Kontrol ettiği bölgelerde istikrarsızlığı düzenin merkezinde konumlandıran ABD, dünya tarihinde daha önce şahit olmadığımız bir küresel düzen pratiğiyle meşgul. Bu pratiğin dâru’l-islam’a bakan yüzü ise hiç iç açıcı değil. 7 Ekim sonrası global ölçekte hareketlenen sivil protestolar, düzen ve elitleri bağlamında hiçbir etkiye sahip değil maalesef. Bunun neden böyle olduğu ise daha derin bir okumayı ve düzenin aktörlerini yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor.