Orta Doğu’da bugünlerde olup bitenleri açıklamaya yönelik iki teori var ve her ikisi de ABD ile “Siyonist varlık” arasındaki ilişkinin doğasına odaklanıyor. Bu teorilerden ilkine göre bölgede yaşananlar, hamlelerinin çoğu İran’a karşı bir savaşa ABD’yi de sürüklemeyi amaçlayan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından tasarlanıyor. İkinci teori bağlamında da, Netanyahu’nun aşırılıkçı ve inatçı biri olduğu tamamen kabul edilmesine rağmen, mevcut ABD yönetimine danışıp ondan izin veya en azından zımni onay almadan Orta Doğu’da savaş ve barışın kaderiyle ilgili inisiyatif alamayacağına inanılıyor. Bu da bu bölgede olup biten her şeyin asıl yaratıcısının ABD olduğu, Siyonist varlığın sadece bir araç olarak görüldüğü anlamına geliyor.

Washington’daki Siyonist lobinin güçlü olması, herhangi bir ABD yönetiminin İsrail üzerinde “anında ve etkili bir baskı” uygulayamayacağı anlamına da gelmiyor.

Biden yönetimi ile Netanyahu hükümetinin politikaları arasındaki çelişkiler

Uluslararası ilişkiler alanında dünyadaki en önemli profesör ve teorisyenlerden biri olan ABD’li siyaset bilimi profesörü John Mearsheimer, geçtiğimiz salı günü yayınlanan bir makalesinde, “Netanyahu’nun izlediği politikaların, Biden yönetiminin Orta Doğu’daki hedefleriyle doğrudan çeliştiğine dair çok sayıda kanıt var” ifadelerini kullandı.

Mearsheimer, Gazze Şeridi’nde halihazırda tüm şiddetiyle devam eden savaşın sona ermesi, ateşkes sonrasında Gazze’nin nasıl yönetileceği, Filistin meselesinin geleceği, İran ve Hizbullah’la ilişkiler gibi iki taraf arasında altı ana konuyu içeren temel ihtilaflar olduğunun altını çizdi.

Söz konusu makaleye göre öncelikle Biden yönetimi Gazze’de ateşkes istiyor. Ancak Netanyahu hükümeti, ateşkes müzakerelerini engellemeye kararlı olduğunu gösteriyor.

 

Aralarındaki ikinci temel ihtilaf ise, Biden yönetimi İsrail’in savaşın sona ermesinin ardından Gazze’nin nasıl yönetileceğine ilişkin bir plan hazırlamasını istiyor. Ancak Netanyahu hükümeti bu talebi dikkate almayarak reddediyor. İsrail hükümetinin bu konuda üzerinde mutabakata varılmış bir planı yok.

Üçüncü ihtilafa gelince, Biden yönetimi İsrail ile Filistinliler arasındaki çatışmaya son vermek için iki devletli bir çözüme doğru ilerlemek istiyor. Ancak Netanyahu hükümeti, bu fikri de açıkça reddediyor ve çatışmaya alternatif bir çözüm sunmuyor.

Dördüncüsü, Biden yönetimi İran ile bir savaşa girmekten kaçınıyor. Fakat Netanyahu hükümeti, şu ana kadar ABD’yi İran ile iki kez savaşa sürüklemeye çalıştı. Buna ilk örnek, İsrail işgal ordusunun 1 Nisan 2024’te Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne yönelik saldırısıydı. İkinci örnek ise, İsrail’in 31 Temmuz tarihinde, resmi bir ziyaret için Tahran’da bulunan İsmail Heniyye’yi öldürmesiydi.

Aralarındaki beşinci ihtilaf da Biden yönetimi Lübnan Hizbullahı ile İsrail arasındaki çatışmanın genişlemesinden, bunun kendisinin de içine sürükleneceği bölgesel bir savaşa dönüşmesinden ve duruma mücadele etmek zorunda kalmasından endişe ediyor. Ancak Netanyahu hükümeti, bu bağlamda kasıtlı olarak Hizbullah’ı kışkırtmaya devam ediyor.

Son olarak aralarındaki altıncı ihtilaf ise, Biden yönetiminin istikrarlı bir Orta Doğu’ya derin bir ilgisi var. Ancak Netanyahu hükümeti, “bölgeyi ateşe vermeye istekli” görünüyor.

ABD ve İsrail: İlişkileri kim yönetiyor?

Profesör Mearsheimer konuya ilişkin makalesine şu ifadelerle devam etti:

“Bu derin politika farklılıkları, ABD’nin İsrail’den çok daha güçlü olması ve İsrail’in diplomatik, ekonomik ve askeri destek için ABD’ye bağımlı olması göz önüne alındığında, Biden yönetiminin bu muazzam nüfuzunu, İsrail’in davranışlarını ABD’nin ulusal çıkarlarıyla daha uyumlu hale getirmek için kullanmasını beklerdik. Ama öyle olmadı.”

Biden yönetiminin her fırsatta İsrail’i desteklerken, bir yandan da İsrail’in yaptıklarına veya yapmadıklarına çaresizce itiraz ettiğini belirten Mearsheimer şunları da ekledi:

“Daha da kötüsü, ne Kongre ne Cumhuriyetçi liderler ne de ana akım medya, Biden yönetimini İsrail’e yönelik davranışlarını değiştirmesi için baskı yapmaya zorlamadı. Bu rahatsız edici durum akla şu soruyu getiriyor: Neden? Cevap ise: İsrail lobisinin müthiş gücü.”

Öte yandan bir diğer kesime göre Siyonist lobinin, sahip olduğu araç ve kaynakların gücü ve büyüklüğü kabul edilmesine rağmen, ABD’deki karar alma merkezleri ve mekanizmalarını etkileme yeteneği, iki ülkenin pozisyon ve politikalarında gözlemlenen fikir birliğini tek başına açıklayamaz.

ABD ve İsrail’in pozisyon ve izlediği politikalar, özellikle Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından pek çok kez tam bir uyum noktasına ulaştı.

ABD hiç şüphesiz, hala dünyadaki ilk siyasi ve ekonomik güç. Bu nedenle, Siyonist varlık gibi küçük bir ülkenin çıkarlarıyla tamamen örtüşmesi imkansız olan küresel çıkarlara sahip. İsrail’in, özellikle Orta Doğu bölgesindeki savaş ve barış konularına ilişkin tüm girişimlerinin, açık ya da örtülü olarak ABD yönetiminin ilhamıyla ya da en azından onayıyla yürütüldüğüne inanılıyor. Bu durum da, Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından Fuad Şükür’ün Beyrut’un güney banliyösünde suikasta uğraması veya İran hükümetinin resmi davetlisi olan İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi gibi kararların, Biden yönetiminin onayı olmaksızın alınmasına yönelik ihtimali tamamen ortadan kaldırıyor. Bu nedenle, iki taraf arasındaki ilişkinin doğası, Siyonist lobinin gücü ne olursa olsun, ABD’nin İsrail’i “yönlendirmesine” izin veriyor. Burada, bu konuya yönelik tartışmaların çok eski olduğunu belirtmek gerekir. 

Washington’daki Siyonist lobinin, ABD’deki karar alma merkezlerini etkileme konusunda sahip olduğu muazzam yetenek nedeniyle İsrail’in, ABD’yi “yönlendirebilecek” bir ülke olduğunu ileri sürenler var. 

 

ABD’yi kendi stratejileri ve çıkarları doğrultusunda kullanma konusunda en yetenekli lobi olan Siyonist lobi, İsrail-ABD arasındaki ilişkilerin özgüllüğüne atıfta bulunarak, bunun eski veya modern uluslararası ilişkiler tarihinde hiçbir emsali olmayan benzersiz bir model olduğuna inanıyor. Bunun doğru olmadığına ve İsrail’in, ABD çıkarları ve stratejilerine hizmet etmede işlevsel bir rol oynamak üzere donatılmış bir varlıktan başka bir şey olmadığına inananlar da var. Bu kesim, David Ben-Gurion hükümetinin, dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın ısrarı üzerine 1957’de Sina’dan çekilmek zorunda kalması ve George Bush yönetiminin vaat ettiği kredileri iptal etme tehdidinin ardından Yitzhak Shamir hükümetinin Madrid Barış Konferansı’na (1991) katılması gibi İsrail’de birçok hükümetin, ABD’nin iradesine boyun eğmeye zorlandığı olayları hatırlatıyor.

Biden yönetimi, yavaş yavaş İsrail’in savaşı taktiksel olarak kaybettiğine, stratejik olarak da savaşı kaybetmemek için Gazze’de kalıcı bir ateşkese ulaşması gerektiğine ikna oldu. 

Aslında birbirini tamamlayan ve çelişmesi gerekmeyen iki teoriyle karşı karşıyayız. Washington’daki Siyonist lobinin gücü, kimsenin inkar edemeyeceği apaçık bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, İsrail’i destekleyen ABD dış politikasında alınan birçok karar ve tutumun açıklanmasında temel teşkil etmektedir. ABD’nin İsrail’i destekleyen dış politikası, birçok durumda ülkenin ulusal çıkarlarıyla çatışıyormuş gibi görünebilir ve bazen de onunla tamamen çelişebilir. Ancak bu, herhangi bir ABD yönetiminin, İsrail’e karşı zayıflığı veya sempatisi ne olursa olsun, İsrail hükümetini istediği belirli kararları almaya veya ABD’nin yüksek çıkarlarına zarar verdiğine inandığı kararlar veya girişimlerden geri adım atmaya zorlamak için her zaman acil ve etkili bir baskı uygulayamayacağı anlamına gelmez.

Sonuçta bu, her vakanın ayrı ayrı incelenmesini gerektiren birçok durum ve faktöre bağlıdır.

Peki Biden yönetiminin Orta Doğu’da olup bitenlere, özellikle de son dönemdeki gerilimi tırmandırma girişimlerine ilişkin tutumunu bu uzlaşma formülünden yola çıkarak nasıl açıklayabiliriz? Bu soruyu cevaplamak için 7 Ekim’de yaşananlara geri dönüp bakmamız gerekiyor.

Biden yönetimi, bölgedeki ilk ve ana müttefikinin, ABD’nin bölgedeki prestij ve konumunu kaçınılmaz olarak zayıflatacak ağır bir askeri yenilgiye uğradığını fark etti.

Tüm ABD yönetimleri, İsrail’in güvenliğinin ABD’nin ulusal güvenliğinin ayrılmaz bir parçası olduğuna inandı. Bu nedenle, Biden yönetiminin askeri filoları bölgeye göndermesi ve aynı zamanda şımarık müttefikine sınırsız mali ve siyasi destek sağlama konusunda acele etmesi doğaldı. Ancak tüm bunların amacı bir yandan Filistin direnişinin müttefiklerini caydırmak, diğer yandan da İsrail’in Hamas’ı ortadan kaldırmasını sağlayacak uygun koşulları yaratmaktı.

 

Hamas’ın kararlılığı ve direniş ekseninin sarsılmaması nedeniyle rüzgar ABD ve İsrail’in istemediği şekilde esmeye başlayınca, Biden yönetimi yavaş yavaş İsrail’in sahada bir savaşı kaybettiğine ikna olmaya başladı. Bu nedenle, İsrail’in stratejik düzeydeki savaşı kaybetmemek için Hamas’ı büyük ölçüde zayıflatması, Filistinli tutuklular ile İsrailli rehinelerin takası konusunda bir anlaşmaya varması, Ramallah’taki “yenilenen” Filistin Yönetimi’nin güçlendirilmesi, Gazze Şeridi’ni Arap ülkelerinin yardımıyla yönetmesine imkan verilmesi ve İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin tamamen normalleşmesi karşılığında iki devletli çözüme giden yolu açacak yeni bir siyasi sürecin başlatılmasının ardından kalıcı ateşkesin önünü açacak adımları bir an önce atması gerekiyor.

Bu algı, Netanyahu’nun kişisel çıkarlarının yanı sıra aşırılıkçı hükümet koalisyonunun çıkarlarıyla çelişiyor. Bu nedenle, özellikle de Biden, Netanyahu ve hükümetini zorlama konusunda yeterince baskı uygulamak istemediği ve belki de bunu yapamayacağı için ABD yönetiminin bunları hayata geçirmesi zorlaştı.

Tüm bunlar sonucunda Biden, Netanyahu’nun ABD’yi İran’la savaşa sürükleme girişimlerini engellemekle yetinmeye karar verdi. Aynı zamanda İsrail’in tek başına püskürtemeyeceği bir saldırıya maruz kalması durumunda onu savunma taahhüdünde bulundu. Netanyahu’nun Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne saldırmasının ardından gerçekte olan da buydu.

Biden yönetiminin İsrail’i savunacağına dair duyurusu doğru ancak açık bir savaşa katılmama konusunda da kararlı.

ABD savaşa sürüklenmemeye kararlı

Netanyahu’nun, Beyrut’un güney banliyösünde Fuad Şükür’e ve Tahran’da İsmail Haniye’ye suikast düzenlemek için önceden ABD’nin onayını aldığına dair şüpheler var.

Biden yönetiminin, İsrail’e saldırılması durumunda onu savunacağını çok açık bir şekilde teyit ettiği ve bölgeye derhal ek donanma gemileri gönderdiği doğrudur. Ancak bu satırların yazarı, ABD yönetiminin ne Hizbullah’la ne de İran’la açık bir savaşa katılmak istemediğine inanıyor.

Dolayısıyla ABD’nin gerginliğin önlenmesi için elinden geleni yapması ve İran’ın 14 Nisan’da İsrail’e yönelik misilleme saldırısında olduğu gibi Tel Aviv’in bir saldırıya maruz kalması durumunda aynı şekilde hareket etmesi bekleniyor.

Netanyahu’nun ise ABD’yi İran’la savaşa sürükleme girişimlerini sürdürmesi, başarısız olması durumunda Filistinlilerin şartlarına göre takas anlaşması imzalamaktan kaçınması ve kendisine büyük destek sözü veren Trump’ın kazanması umuduyla ABD başkanlık seçimleri düzenlenene kadar daha fazla zaman kazanmaya çalışması bekleniyor.