07 Ekim 2024
Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın 7 Ekim’de Aksa Tufanı Operasyonu’nu düzenlemesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Söz konusu operasyonunun etkileri ve yansımaları hala güçlü bir şekilde mevcut. Ortadaki tabloya kapsamlı olarak baktığımızda İsrail’in soykırım yaptığını görüyoruz.
İsrail işgal ordusunun gerçekleştirdiği çok sayıda katliamda, 16 bin 891’i çocuk ve 11 bin 458’i kadın olmak üzere şehit sayısı 41 bin 788’e yükseldi, yaklaşık 10 bin kişi de kayıp olarak kaydedildi. Ancak işlediği tüm bu büyük suçlar, İsrail’in hedeflerinden hiçbirine ulaşmasına yardımcı olmadı. Daha ziyade İsrail’in 7 Ekim’de maruz kaldığı durum hakkındaki yanlış değerlendirmeleri ve algı hatalarına, “Lübnan’da kara savaşına girme kararı” gibi değerlendirmelerinde hala devam ettiği görülüyor.
İsrail saldırılarıyla Filistinli aileleri tamamen yok etmeye çalışıyor. Son bir yıl içinde Gazze’de düzenlenen saldırılar sonucu 902 Filistinli ailenin tüm üyeleri öldü ve hepsi nüfus kayıtlarından silindi. İsrail işgal ordusunun saldırıları sonucunda ayrıca bin 364 aileden sadece birer kişi hayatta kaldı. 3 bin 472 aileden ise geriye sadece ikişer kişi kaldı.
İşgalci İsrail devleti, Gazze’deki Filistin direnişinin sahip olduğu kabiliyeti büyük ölçüde yok etme yönünde bazı taktiksel adımlar attı. Ancak buna rağmen direnişi ortadan kaldıramadı.
Filistin direnişi, içinde bulunduğumuz Ekim 2024’te gördüğümüz gibi Refah ve Han Yunus’ta işgal güçlerine yönelik saldırılarını hala sürdürüyor.
Tel Aviv, Gazze Şeridi’nde tutulan İsrailli rehineleri de kurtarmayı başaramadı. Tam aksine Gazze’ye yönelik düzenlediği hava saldırılarıyla 60 İsrailli rehineyi öldürdü.
İsrail ayrıca kendi siyasi vizyonuna hizmet edecek ve “savaşın ertesi gününü” temsil edecek bir siyasi yol oluşturamadı.
Kaybolan caydırıcılığın yeniden sağlanamaması
İşgalci İsrail devleti için şu ana kadar görülen en tehlikeli şey, 7 Ekim’de kaybedilen “caydırıcılığı” yeniden tesis edememesidir.
İsrail, Gazze’de gerçekleştirdiği büyük çaplı yıkımın yanı sıra, Gazze ve Lübnan’da bir dizi direniş liderine suikast düzenledi ve Suriye ve Yemen’de bir dizi direniş hedefini vurdu. Daha sonra saldırılarını Lübnan’ı da kapsayacak şekilde genişletti ve ardından İran’ı 6 aydan kısa bir süre içerisinde kendisine karşı ikinci bir saldırı düzenlemeye zorladı. Bu bağlamda ortaya çıkan ikilem, İsrail’in saldırı ve suikast eylemlerini her yoğunlaştırdığında o ölçüde risk alma gerçeğinde yatıyor.
Düzenli ve yedek askeri güçlerin bir yıl boyunca sürekli olarak Gazze’de savaşmasının ardından bitap düştüğü bir dönemde, İsrail hükümetine yönelik askeri tepkinin de giderek arttığını gördük.
İşgalci devletin yaşadığı cinnet hali, tarihteki tüm işgal ve sömürgecilik dönemlerinin sonunda görüldüğü gibi “kaçınılmaz kaderinden korkan” işgalci bir devlet olmasıyla bağlantılıdır. Bu nedenle farkında olsun ya da olmasın, “bekasını tehdit edecek şekilde bekasını korumaya” çalışıyor.
Bütün bir yıl boyunca her gün gördük ki, İsrail’in gerilimi tırmandırıp caydırıcılığı artırmaya çalışması, Avrupa ve diğer ülkelerden gelen Yahudilere yönelik yerleşim birimlerinin güvenliğini sağlamak yerine güvensizlik durumunu artırıyor. Bu da İsrail’i uzak durulan ve güvensiz bir ülke kılıyor ki, bazı İsrailli düşünürlerin bile “tersine göçteki artış” konusunda bahsettiği şey tam olarak bu.
İsrail’in izolasyonu derinleşiyor
Hedeflerine ulaşmayı başaramayan İsrail, birçok kayıp yaşıyor. İsrail’in “haydut ve işgalci bir devlet” olarak her zamankinden daha fazla açığa çıkması buna dahil.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda konuşma yaparken birçok ülkeden delegasyonun salonu terk etmesi, işgalci İsrail’in yaşadığı izolasyonun açık bir göstergesiydi.
Dünyadaki pek çok ülke ve halkı, işgalci devleti binlerce masum çocuk ve kadının akan kanından sorumlu olan suçlu bir devlet olarak görüyor. Aynı zamanda, İsrail’i demokratik, gelişmiş ve Batı’ya daha yakın bir ülke olarak gören bazı Batılı ülkelerde dahi İsrail’e yönelik öfkenin giderek arttığı ve hatta İsrail’i bir “yük ve sorun” olarak gören bir söylemin hakim olduğu söylenebilir.
Bunlara ek olarak, bir yıl boyunca dünya çapında düzenlenen protesto ve oturma eylemleriyle İsrail’in suçları ve saldırganlığına dikkat çekildiğini, işgalci ülkenin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak ve suçlarına devam etmesini önlemek için çalışılması yönünde çağrılarda bulunulduğunu belirtmekte fayda var.
Batı’da yapılan bazı söylemlerin dozunun, birçok Arap ve İslam ülkesinden daha yüksek olduğu ve bazı Batılı ülkelerde “Nehirden Denize, Özgür Filistin” çağrısında bulunulduğuna da dikkat çekmek gerekir. Her ne kadar bu çağrılar, pek çok etkili ülkede karar vericilerin yönelimlerinde henüz bir değişiklik yaratamamış olsa da, gittikçe güçlendi.
Tehdit imajını güçlendirmek
İşgalci İsrail devletinin söylemlerini takip eden herkes, savaşı genişletme çabası ile uluslararası ve bölgesel tarafları tehdit etmek, Orta Doğu’yu değiştirme arzusunu ilan etmek ve BM gibi uluslararası kurumları tehdit etmek de dahil, hiçbir caydırıcılık olmaksızın tüm bu eylemleri sürdüreceğini fark edecektir. Dolayısıyla İsrail bu suçlarla, uluslararası ve bölgesel kamuoyu önünde dışlanmış hale geliyor.
Aynı zamanda saldırgan ve yayılmacı bir yaklaşımla bu suçların kapsamının genişletilmesi, bölgedeki diğer ülkelere, hatta bölgedeki uluslararası güçlerin çıkarlarına tehdit olarak algılanıyor.
Sonuç olarak, insan haklarını ihlal eden ve Filistin halkına soykırım suçu işleyen bir devlet olarak İsrail’e karşı birçok taraf diplomatik, hukuki ve retorik adımlar atılabilir. Bu taraflar İsrail’in kendilerine karşı büyüyen bir tehdit olarak hareket ettiğini düşündüklerinde, İsrail işgal devletini kısıtlayacak ve zayıflatacak önlemler alacaklardır.
devamını oku daha az oku
editör yardımcılığını yürüten Alrantisi, Türkiye ve Arap Körfezi ülkeleri arasındaki ilişkiler üzerine çalışmalar yapmaktadır. Aljazeera Center for Studies tarafından yayımlanan Katar’ın Arap Baharı Ülkelerine Yönelik Dış Politikası ve Filistin Meselesi başlıklı bir kitabı bulunmaktadır.