Umman’ın başkenti Maskat’ta geçtiğimiz hafta bir Şii camisinin yakınında düzenlenen terör saldırısında altı kişi hayatını kaybetti. Saldırıyı gerçekleştiren üç kardeş de öldürülerek etkisiz hale getirildi. 

Özellikle DEAŞ’ın kısa sürede sorumluluğu üstlenmesi ve faillerin örgütün emiri Ebu Hafs el-Haşimi el-Kureyşi’ye biat ettiğini gösteren videoyla, saldırının bağlamı ve sonuçlarıyla ilgili birçok soru gündeme geldi.  

Saldırıda şaşırtıcı olan unsur, çok ses getirmesi ya da gücünden kaynaklanmadı, çünkü saldırgan sayısı ve kullanılan geleneksel yöntem sınırlıydı. Burada şaşırtıcı olan, saldırının kültürel ve sosyal açıdan radikalizm ve şiddeti önleme ve çoğu Arap ülkesinde görülmeyen bir şekilde, mezhepsel olmayan iklimlerde İbadileri Sünniler ve Şiilerle buluşturan bir yaklaşım oluşturmada dikkate değer başarısıyla tanınan Umman’da meydana gelmesiydi.  

Konuya ilişkin bir diğer paradoks ise, ülkede benzer şiddet olaylarının yaşanmamasının yanı sıra medyada yer alan El Kaide ve DEAŞ’a yönelik haberler ile bu örgütleri oluşturan militanları ele alan uluslararası ve bölgesel raporlarda Umman vatandaşlarının isimlerinin yer almamasıydı.

Umman'daki saldırıya uğrayan İmam Ali Camii

 

Zufar Devrimi

Ülkede ayrıca “Zufar Devrimi” olarak adlandırılan olaydan bu yana bir istikrar durumu var. 2005 yılında yaşanan bu olayda, Ummanlı yetkililer darbe girişimini duyurdu ve hükümeti devirmeye ve imamet sistemini kurmaya teşebbüs etmekle suçlanan siyasi ve dini şahsiyetleri tutukladı.  

Uzun hapis cezalarına çarptırılan bu kişiler, Sultan Kabus bin Said bin Teymur tarafından affedildi. Bu konu sosyal olarak izole olabilir, önemli sosyal ve kültürel bağlamlara sahip olmayabilir ama diğer yandan bir “odağın” varlığının da göstergesidir. 

Sözün özü bu durum, saldırıyı gerçekleştiren üç kardeşin geçmişi ve saldırıyı planlama sürecinin nasıl gerçekleştiğinin acilen ortaya çıkarılmasını gerektiriyor.

Ayrıca Gazze’deki savaş ya da özellikle İran’la iyi ilişkiler, komşu ülkelerle çatışmalara girmeme ve doğrudan bölgesel kutuplaşma süreçlerinden kaçınma gibi Umman’ın bölgesel durumlardaki stratejik-diplomatik konumunun bu yönelimlere etkisi olup olmadığı da merak konusu.

 

Olayın bölgesel etkisine gelince, bu saldırının güvenli bir ülke olan Umman’da gerçekleşmesi, İsrail’in Gazze'ye yönelik saldırılarına karşı yeni ve daha büyük bir şiddetli tepki dalgası oluşturacağına dair beklentilere kapıyı sonuna kadar açıyor. Ancak bir sonraki aşamada bu yanıtların iki ana yönde ilerlemesi beklenebilir. Bunlardan ilki, DEAŞ’ın yükselişinden bu yana “cihatçı” hareketlerin geleneksel imajıyla bağlantılı.

Örgütün Arap ve Müslüman gençlerin büyük bir kısmının hissettiği öfkeye “yatırım” yapmak için çalışacağı aşikar. Bu öfke, yalnızca İsrail’in saldırılarına genel olarak suç ortağı olan Batı ve ABD’nin tutumundan değil, aynı zamanda bu gençlerin büyük bir yüzdesinin bakış açısına göre ihanet, komplo ya da zayıflık içerisinde görülen ve suç ortaklığı yapan bazı Arap ülkelerinin tutumundan da kaynaklanıyor. Gençler bu bakış açısıyla, bir şeyler yapmak için inisiyatif alıyor.

DEAŞ’ın etkinliği devam ediyor

DEAŞ “devletini” kaybetmesine ve ağır darbe almasına rağmen ölmedi. Bilakis eylemlerine devam eden örgüt, Suriye çölü, Afganistan ve Afrika’da oldukça aktif. 

Örgütün propagandasını takip eden herkes, süreklilik ve hayatta kalma konusundaki ısrarı ve ideolojik söylemi yeniden üretme yeteneğini açıkça fark edecektir. Bu örgütlenmeyi doğuran koşul ve bağlamlar hala mevcut, bu nedenle örgüt birçok ülke ve coğrafyada artarak kök salmaya devam ediyor.

Silahlı eylemin bir sonraki aşamadaki ikinci boyutuna gelirsek, siyasi bir nitelik kazanacak, yani bölgesel çatışmalara yönelik hedefler olacaktır.  

 

Daha anlaşılır ifade edersek, Suriye devrimi nedeniyle iki taraf arasındaki ilişkilerde yaşanan kriz ve yabancılaşmaya rağmen, İran ekseni dışında nesnel bir bölgesel müttefik bulamayan Sünni siyasal İslam hareketlerinin (El Kaide veya DEAŞ ile değil, Müslüman Kardeşler ile bağlantılı) temsil ettiği çizgiye yakın olacaktır. Ancak Hamas, İran ve Hizbullah’ın stratejik çıkarları, bu siyasi hedeflerle bağlantılı halk tabanları ve Gazze’ye yönelik saldırıya yönelik öfkeli toplumsal tabanların, özellikle bölgesel meselelerin kötüleşmesi ve şiddetli çatışmalara yönelik herhangi bir anlaşma ya da çözüme varılamaması durumunda, bölgede yeni bir askeri-siyasi eylem modeli üreteceği açıktır.  

Son tahlilde, gördüğümüz ve bundan sonra göreceğimiz, Gazze’de yaşanan insanlık dışı vahşetin yanı sıra “Bağdat Duvarı”nın 2003 yılında yıkılmasından bu yana Arap stratejik boşluğu ve bölgedeki Sünni jeopolitiği denklemlerinde Sünni Arapları temsil edebilecek merkezi bir Arap partisinin bulunmamasının doğal bir sonucu ve beklenen yansımalarıdır.