Haçlı Seferleri, Avrupa’nın kaderini değiştiren tarihi manevralardan birisidir. Dönem Avrupasına kuş bakışı baktığımızda köşeye sıkıştırılmış Doğu Roma İmparatorluğunu ve birbirleriyle anlaşamayan Avrupa prensliklerini görürüz. Öte yandan, düzenlenen seferler neticesinde Avrupa ekonomik, sosyolojik, siyasi bir değişim sürecine girmiştir. 1096’da gerçekleştirilen ilk Haçlı Seferi ile birlikte 1272’ye kadar toplamda dokuz sefer düzenlenir. Bu seferlerin hiçbiri Hıristiyanları bu topraklarda kalıcı kılmaz.  

Ancak, Hıristiyanlar doğunun farkına bu seferler sayesinde varır. Coğrafi keşiflerin arkasındaki esas motivasyon da budur. Doğunun zenginliğine kara yoluyla ulaşılamayacağı anlaşılınca Avrupa’da XV. yüzyılın ilk yarısından itibaren coğrafi keşifler başlar. Portekiz ve İspanya’nın başını çektiği keşifler neticesinde taraftan yenidünya olarak adlandırılan Amerika kıtasına ayak basılır. Aynı zamanda sömürgeciliğin ilk adımı atılmış olur.  

İngilizlerin Hindistan’daki faaliyetleri  

Avrupalılar, Amerika’daki yerliler gibi kendilerinden daha aşağı bir kültürle karşılaştıklarında o kültürü ezerek, gerektiğinde yok ederek sömürme yolunu seçtiler. Ancak, kendilerinden üstün kültürlerle karşılaştıklarındaysa onlarla uzlaşma yolunu tercih ettiler. Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliği bu konuda isabetli bir örnektir. İngiliz kolonicileri başta Hindistan’daki mahalli yöneticilerle anlaşmış, şirketleşme yoluna gitmiş ve nihayetinde bölge üzerinde hakimiyetini kurabilmiştir.  

Bu gelişmelere tarihsel süreç içinde bakacak olursak XVII. yüzyılın başına dönmemiz gerekir. George Modelski’nin kullandığı “başat güç” (dominant power) kavramı okyanuslara egemen olan devletleri tanımlar. Kabaca tarihsel sürece göz gezdirecek olursak ilk olarak okyanuslar üzerinde Portekizliler ve İspanyolların hakim devletler olduklarını görürüz. Hollanda ise bu güçlere bir meydan okuyucu (challenger) olarak ortaya çıkar. Öyle ki, İngilizlerden evvel 1597’de Hint kıyılarına gelirler. İngilizler ise çok değil, üç sene sonra Kraliçe I. Elizabeth’in de desteğiyle 31 Aralık 1600 tarihinde Doğu Hindistan Şirketini (British East India Company) kurarak Hindistan’da ticari faaliyetlerini kurumsallaştırırlar. Böylelikle başat güç olma iddialarını güçlendirirler.  

İngiliz Doğu Hindistan Şirketi  / Kaynak: Photos.com by getty images

 

Bu dönemde Hindistan’da hakim güç Babürlü Devletiydi. İngilizlerle olan ilk faaliyetler de ticaret odaklıydı. İngilizler seyyah, tüccar ve elçiler vasıtasıyla Babürlü Devletiyle iletişimlerini sürdürmüşler ve neticesinde 1612’de İngiliz Fabrikasını kurma iznini almışlardı. Ardından Gücerât’ın Surat limanında İngilizlere yer tahsis edilmişti. 1618’de yine Babürlü Devletinin izniyle Hint mallarını Avrupa’da satmaya başlamışlar ve böylelikle İngilizler, Hindistan’a sızma yolunda önemli bir eşiği geçmişlerdi.  

1698 yılında bir başka İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin faaliyetlere başlaması sıkıntılara yol açtıysa da 1709’da bu iki şirket birleşti. XVIII. yüzyılın ilk yarısında ticaret hacminde büyük gelişme kaydeden şirket, İngiliz hükümetiyle ilişkilerini de düzenleyerek ticaret yaptığı bölgelerde devlet adına hareket etme ve devleti temsil imtiyazını elde etti. 1717’de ise Babürlü Devletinden aldığı kapitülasyon hakkıyla beraber gücünü pekiştirmiş oldu. Şirketin aynı zamanda askeri gücü de vardı. Daha evvel Portekiz ve Hollandalılarla mücadele eden şirket 1740’ta Fransızların Hindistan’a girme çabasına karşılık çeşitli askeri hareketlere girişti.  

1757’de Plassey Zaferi’yle birlikte Bengal bölgesine fiilen hakim oldu. Ancak, bu hakim olma sürecinin maddi olarak külfetli olması sebebiyle şirket, İngiliz hükümetinden destek istedi. 1773’te çıkarılan bir kanun ile birlikte şirketin statüsü bir esasa bağlandı. Bir genel vali gönderilmek suretiyle şirket denetim altına alınmış oldu. 1784’te kabul edilen yeni bir kanunla bazı aksaklılar giderildi. Böylelikle şirket ve Hindistan siyaseti tamamıyla İngiliz hükümetinin kontrolü altına girdi.    

Hindistan’daki Müslümanlar ve tartışmalar  

Hindistan, İslam diniyle ilk olarak Müslüman tüccarlar eliyle tanıştı. VIII. yüzyılın başlarında Hindistan’da siyasal bir güç olarak bulunmaya başlayan Müslümanlar bu konumlarını İngiliz işgaline kadar sürdürebildiler. Müslümanlar, Hindistan’daki İngiliz varlığından ve misyonerlik faaliyetlerinden rahatsızlık duyuyorlardı. Yine bu dönemlerde sosyal, idari ve ekonomik imtiyazlarını yitirmeye başlamışlardı. Bununla birlikte İngilizlerin hakim oldukları bölgelerde geleneksel İslam hukuku uygulamaları yerine kendi hukuk sistemlerini uygulamaya başlamaları ciddi rahatsızlık uyandırıyordu. Müslümanlar arasında dini-siyasi hareketler de bu dönemde gelişmeye başladı.   

XIX. yüzyılın başlarında Hindistan’ın en etkili dini eğitim ve düşünce kurumu olan Delhi Okulu’nun mensubu, Şah Veliyullah Dihlevi’nin oğlu ve halefi Şah Abdülaziz’in dârülharp meselesine ilişkin verdikleri fetva bu gelişmelerin başlangıcını teşkil eder. Bu fetva doğrudan Hindistan’ın şer’i durumunun bir darülharp olduğunu belirtmese de buna işaret etmesi bakımından mühimdir.    

İdam edilen iki sipahi / Kaynak Wikimedia

 

1857 Büyük Hint Ayaklanması ve Müslümanlar açısından neticeleri  

Babürlü Devleti hükümdarı Evrengzib’in vefatıyla birlikte meydana gelen taht kavgaları neticesinde İngilizler, bölgede iyice yayılmaya başladılar. Hindistan’da Şah Abdülaziz’in fetvası ve bu fetvadan neşet eden hareketler, İngilizlere karşı girişilecek bir özgürlük hareketinin fikri ve fiziki altyapısını oluşturdular. Bu ayaklanmanın özüne dönecek olduğumuzda İngilizlere karşı bir anda değil, en başından beri duyulan ve biriken bir öfke görülür. Bu öfkenin temelinde siyasi, ekonomik, dini ve aşiret kaynaklı faktörler söz konusudur. Dolayısıyla bu isyanın sebebi sayılabilecek birçok neden mevcutsa da hepsinin temelinde en başından beri duyulan memnuniyetsizlik yatmaktadır.  

İngiliz yayılmacılığı, misyonerlik faaliyetleri halkı bezdirmişti. İsyanın bir sebebi İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin yozlaşan politikalarıydı. Şirket, Hindistan’ı tam olarak ele geçiremediği ilk zamanlarda Hint halkının haklarına saygı duyuyordu. Halk göstermelik de olsa yerel bir kralın egemenliği altında yaşıyordu. Ancak işgalin başlaması ve İngilizlerin ülkenin sahibiymiş gibi davranmaları neticesinde halka karşı tavır, aksi istikamette değişti. Yerel halk İngilizlerle olası bir anlaşmazlıkta hangi mercie başvuracaklarını, kime sığınacaklarını bilmiyordu. Aynı dönemlerde askerlerin tüfeklerinde kullanılan fişeklerin yapımında Hindularca kutsal sayılan inek ve Müslümanlarca pis addedilen domuzdan imal edilen gres yağının kullanıldığı şeklindeki söylentiler neticesinde Hindistanlı sipahiler ayaklandılar. Bu tür tahrik edici hareketler Hindular ve Müslümanlar tarafından zorla Hıristiyanlaştırılmak olarak adlandırıldı. 

Müslümanlar ve Hindular İngilizlere karşı bu isyan girişimiyle ilk kez birlikte hareket ediyorlardı. İsyan, 29 Mart 1857 günü Mangal Pandey’in, Teğmen Baugh’a ateş etmesiyle Sipahi Ayaklanması başladı. 22 Nisan 1857 İngiliz makamlarına yollanan telgrafta Ambala kantonlarında çok sayıda yangının meydana geldiği bildiriliyordu. Sipahilerin Mayıs 1857’de Delhi’yi ele geçirmeleriyle ayaklanma bir anda İngilizleri Hindistan’dan çıkarmayı amaçlayan bir isyana dönüştü.  

Önceleri zor durumlar yaşayan İngilizler Eylül 1857’de Delhi’yi yeniden ele geçirdiler. Bu aynı zamanda Babürlü hanedanının sonu oldu. İsyanın başkenti olan Delhi’de yirmi dokuzu Babürlü hanedanından olmak üzere üç binden fazla Hintliyi idam etmişlerdi. Yine de hızla büyüyen ayaklanma karşısında İngilizler Güney Galler’de bulunan Middlesex Alayı’nın ikinci taburunu 1858’de Hindistan’a kaydırmak zorunda kaldılar. Ayrıca, isyanı bastırabilmek adına İngilizler ellerine geçirdikleri Hintlileri yaş, cinsiyet ayırmaksızın ve herhangi bir soruşturma olmaksızın idam etmeye başladılar. Ayaklanma 27 Ocak 1858’de Delhi hükümdarının çıkarıldığı mahkemece suçlu bulunması ve Pegu’ya sürgüne gönderilmesiyle birlikte büyük ölçüde sona ermiş oldu. Ancak, Hindistan’ın bağımsızlığında bu ayaklanma önemli bir eşik oldu.  

Ayaklanma esnasında Müslümanlar şüphesiz en aktif gruplardan birini oluşturuyordu. Ancak, 1857 ayaklanmasının bütün sorumluluğu Müslümanlar üzerine yüklendi. Yakalanan Müslümanlar idam edildiler. Ulemanın üzerinde geniş çaplı bir sindirme ve tutuklama politikası yürütüldü. Ulemadan bazıları ülke dışına, özellikle Hicaz’a kaçarken, bir kısmı da köşelerine çekilip saklanmak durumunda kaldılar. Toprakları da ellerinden alınan Müslümanlar, Hint coğrafyasında adeta başıboş durumda bırakıldılar. İngilizlerin bilhassa Müslümanlara yönelik bu sert uygulamalarının arka planda belli başlı sebepleri mevcuttur. Bunlardan birisi ayaklanmaya katılan diğer gruplardan hiçbirisinin inanç temelli bir direniş yürütmediğiydi. İkincisi ise İngilizlere göre, Müslümanların inandıkları dinin doğası gereği uysal olamayacaklarıydı. Müslümanların, Hindistan’daki atıl konumlarının sebepleri bu isyan sürecinde aranabilir.  

Hindistanlı Müslümanlar isyan sonrası tüm siyasi ağırlıklarını kaybettiler. Bugün, sergilenen pratikleri yerel inanışlarla bezenmiş bir tasavvuf anlayışının hakim olduğu görülür. Müslümanlar ne yazık ki ne işgal ne de bağımsızlık sonrası aktif bir hal alabildiler. Ancak, diğer yandan Hindistan’daki bu İslam hafızasının mirasını görmezlikten gelinemez. Öyle ki Muhammed Ali Cinnah önderliğinde Pakistan’ın ve bugünkü Keşmir sorununu anlamak için Hint Müslümanlığının geçirdiği süreci iyi analiz etmek gerekir.