Geleneksel olarak Avrupa ülkelerinin Filistin meselesindeki genel politikası, ABD’ye nazaran daha dengeli ve hatta zaman zaman Filistin tezlerini destekleyen bir vizyona sahip olmuştur. Bu politikada Avrupa ülkelerinin bölge ile kurdukları tarihi ve kültürel bağlar ve Avrupa’nın normatif tutumu kadar ulusal çıkarları da etkili olmuştur. Sayılan gerekçelerle İsrail’in kuruluşunu takip eden dönemde İsrail’in Filistin topraklarında genişlettiği işgal ve Filistinlilere karşı uyguladığı ağır insan hakları ihlalleri Avrupa ülkeleri nezdinde tepkiyle karşılanmıştır.

Ancak 7 Ekim sonrası dönemde Avrupa ülkelerinin Filistin politikası ile ABD’nin Filistin politikası arasında bir paralellik oluşmaya başladı. Bu süreçte gerek Avrupa Birliği üst düzey yöneticileri gerekse de tekil olarak devlet ve hükümet başkanları yaptıkları açıklamalarla İsrail’i açıkça destekleyen bir politikayı ortaya koydular. Kısacası 7 Ekim sonrası Avrupa ülkelerinin Filistin sorununa bakışı ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek sağlamayı esas alan çizgisine yaklaşmaya başladı. Bu süreçte Avrupa ülkeleri de ABD gibi İsrail tezlerini destekleyen ve İsrail’e sınırsız destek sağlamayı taahhüt eden bir politikaya yöneldiler.

Avrupa ülkelerinin Filistin politikasındaki bu önemli değişikliğin elbette birçok nedeni var. Ancak bu yazıda enerji güvenliği ve enerji jeopolitiğinin bu tutum değişikliği üzerindeki etkisine değinilecektir. Yazının temel iddiası küresel enerji güvenliğinde ve jeopolitiğinde yaşanan köklü değişimle Avrupa ülkelerinin Filistin politikasında yaşanan değişim arasında anlamlı bir bağlantının olduğudur.  

Avrupa ülkelerinin geleneksel enerji jeopolitiği/enerji güvenliği vizyonu  

Enerji güvenliği literatürde 4A formülü ile ifade edilir. Enerji kaynağının mevcudiyeti (availability), tedarik zincirinin güvenliği ve enerji kaynağına kesintisiz erişilebilirlik (accessibility), uygun maliyet ve ani fiyat dalgalanmalarına karşı korunaklı olma (affordability) ve enerjinin toplum ve çevre ile etkileşimi sürecinde sosyal olarak kabul edilebilirliği (acceptability). Bu dört koşul sağlandığında, yani enerji kaynağı mevcutsa, kesintisiz erişilebiliyorsa, fiyatı makulse ve sosyal olarak kabul edilebilirse enerji güvenliği sağlanmış demektir. Bu verilerden hareket eden Avrupa Komisyonu enerji güvenliğini; “enerji kaynaklarının çevresel kaygılara da uyarak, uygun fiyatlarla kesintisiz ulaşılabilirliği” şeklinde tanımlamıştır.

 

Enerji jeopolitiği ise geleneksel jeopolitik yaklaşımın aksine bir coğrafi alanın enerji güvenliğine yaptığı katkı anlamında değerlendirilmesini içerir. Küresel enerji güvenliği açısından enerji rezervlerinin (kömür, petrol, doğal gaz vs.) bulunduğu alanlar ve bu enerji kaynaklarının üretim merkezlerinden tüketim merkezlerine taşındığı kritik iletim hatları (Süveyş, Hürmüz, Bab el-Mendeb, Malakka vs.) enerji jeopolitiğinin ilgi alanına girer.

II. Dünya Savaşı sonrası baştan aşağıya büyük bir yıkım yaşayan Avrupa’nın yeniden ayağa kalkması ve imarında bol, ucuz, kaliteli ve kesintisiz erişilen enerji kaynaklarının çok büyük bir rolü olmuştur. Savaş öncesi dönemde Avrupa enerji tüketiminde çok büyük bir paya sahip olan kömürün yerini savaş sonrası dönemde petrolün alması, Avrupa’nın endüstriyel kapasitesine benzersiz bir katkı sunmuştur. Kömüre göre çok daha yüksek enerji değerine sahip, çevresel etki bakımından çok daha kabul edilebilir ve oldukça ucuz ve bol olan petrol, savaş sonrası dönemde Avrupa’da yaşanan ekonomik büyümenin temel itici aktörü olmuştur.

Endüstriyel kapasitesi ve ekonomik refahı petrole bağımlı hale gelen Avrupa ülkelerinin dış politikasında enerji güvenliği ve jeopolitiği önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Kömürün aksine Avrupa kıtasında petrol rezervlerinin yetersizliği enerji güvenliği bağlamında Avrupa’nın zengin enerji rezervlerine sahip Orta Doğu ülkelerine bağımlılığıyla sonuçlanmıştır. Kendi petrol kaynaklarına sahip olan ve enerji tüketiminde yabancı bir kaynağa sınırlı oranda bağımlı olan ABD’nin aksine Avrupa ülkelerinin enerji güvenliği vizyonu Avrupa-Orta Doğu ilişkilerinde kritik bir parametre işlevi görmüştür.

Bu ilişkinin test edildiği en kritik olay hiç şüphesiz 1973 yılında yaşanan petrol ambargosudur. 1973 yılında Mısır’ın ani bir baskınla İsrail’in işgal ettiği topraklarını ele geçirmeye çalışması İsrail ile Arap ülkeleri arasında bir çatışmaya yol açtı ve bu çatışmada Mısır’ı desteklemek isteyen Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OAPEC) Suudi Arabistan’ın öncülüğünde başta ABD olmak üzere İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlattı. Altı ay süren ambargo sonucu piyasada petrol kıtlığı yaşandı ve ambargo öncesi üç dolar civanındaki fiyatlar ambargoyla birlikte yaklaşık dört kat artarak on iki dolar bandına çıktı.

 

Arz kesintileri ve sert fiyat artışları Avrupa enerji güvenliğini olumsuz etkiledi ve bölge genelinde enflasyon, işsizlik ve ekonomik daralma gibi kritik sonuçlara yol açtı. Alternatif enerji kaynaklarından mahrum olan Avrupa ülkeleri bu süreçte öfkeli Arap rejimlerini ve Arap kamuoyunu yatıştırmak ve enerji güvenliğine yönelik tehditleri hafifletmek için İsrail’in saldırgan politikalarını reddeden ve Filistin tezlerini destekleyen bir politikaya yöneldi. Çünkü Filistin hem enerji güvenliği hem de enerji jeopolitiği açısından oldukça kritik bir coğrafyada bulunuyordu. Burada yükselen gerilim bir taraftan kritik iletim hatları üzerindeki tehdidi artırırken diğer taraftan enerji üreten Arap rejimlerini petrolü politik amaçlar elde etmek için bir silah olarak kullanmaya sevk ediyordu. Barış sürecinin aktif bir destekçisi olan Avrupa ülkelerinin Filistin politikası uzun yıllar boyunca ABD’nin Filistin politikasından çok farklı bir düzlemde gelişti.  

Küresel enerji güvenliği ve jeopolitiğinde köklü değişimler  

2000’li yılların başlarından itibaren küresel ölçekte enerji güvenliği ve jeopolitiği alanında çok köklü değişimler yaşanmaya başladı. Bu değişimi tetikleyen kritik birkaç gelişmeden bahsedebiliriz.

İlk olarak kaya gazı devrimiyle Kuzey Amerika’nın önemli bir enerji üreticisi ve ihracatçısı olmaya başlaması enerji güvenliği ve jeopolitiğinde önemli bir değişime neden oldu. Bu gelişmeyle Kuzey Amerika’dan enerji tedarik etme imkânına kavuşan Avrupa ülkeleri Orta Doğu enerji kaynaklarına olan bağımlılığını azaltma fırsatı yakaladılar. Aynı zamanda bu gelişme küresel enerji jeopolitiğinin merkezinin Orta Doğu ve Basra Körfezi’nden Atlantik’e kaymasına yol açtı. Böylece geçmişte Avrupa enerji güvenliği ve jeopolitiği açısından kritik alanlar olan Süveyş, Bab el-Mendeb ve Hürmüz gibi alanların önemi azaldı.

İkinci olarak Rusya-Ukrayna savaşıyla enerjinin politik amaçları gerçekleştirmek için bir silah olarak kullanılmaya başlanması, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere hidrokarbon (petrol, doğal gaz) ithalatına bağımlı ekonomiler alternatif arayışlara yönelmek zorunda kaldılar. 2020’li yılların başlarında enerjisinin yaklaşık yarısını Rusya’dan tedarik eden Avrupa ülkeleri Rusya-Ukrayna savaşı sürecinde Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmak için alternatif kaynaklara yöneldiler. Burada fosil yakıtlardan uzaklaşma çabası yenilenebilir ve yeşil enerji kaynaklarına olan ilgide önemli bir artışa yol açtı.

Üçüncü olarak küresel enerji piyasalarında yaşanan arz talep ve fiyat dengesizlikleri ve küresel ısınma gibi faktörler fosil yakıtlara olan ilginin azalmasına neden oldu. Son dönemde Avrupa ülkelerinin öncülüğünde karbon ayak izini küçültme ve sürdürülebilir ekonomiler için çevreci enerji kaynaklarının üretimine yönelik yatırımlarda önemli bir artış yaşandı. 2050 gibi yakın gelecekte “sıfır karbon” hedefine ulaşma siyaseti güden Avrupa ülkeleri geleneksel yakıta olan talebi oldukça kısmaya başladılar.

 

2000’li yılların başlarında yaşanan tüm bu gelişmeler Avrupa ülkelerinin enerji güvenliği ve jeopolitiği açısından Orta Doğu’ya olan ilgisinde önemli bir değişime yol açtı. Bugün Orta Doğu enerji kaynaklarına olan bağımlılığını azaltan Avrupa ülkeleri, İsrail-Filistin çatışmasında Arap rejimlerini ve kamuoyunu yatıştırma konusunda güçlü bir motivasyona sahip değiller.

7 Ekim saldırıları Avrupa ülkelerinin Filistin politikasında kırılmayı ortaya çıkaran bir işlev gördü. 7 Ekim ve sonrasında İsrail’in tüm Filistin coğrafyasında hatta Filistin’i de aşarak Lübnan, Suriye ve Mısır gibi ülkelerin topraklarında yürüttüğü hukuksuz savaş ve soykırım karşısında Avrupa ülkelerinin bir kayıtsızlık içinde olduğunu gördük. Hatta AB’nin üst düzey yetkilileri ve Almanya, Fransa gibi Avrupa’nın önemli devletlerinin başkanlarının İsrail’e sınırsız destek veren açıklamaları tüm Avrupa genelinde Filistin yanlısı eylemlerin ve Filistin’e ait simgelerin düşünce özgürlüğünü ihlal eder bir biçimde yasaklandığı bir sürece şahit olduk.

Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşı sonrası takip ettiği dengeli bir Filistin politikasında yaşanan bu köklü değişimin küresel enerji güvenliği ve enerji jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerle anlamlı bir bağlantısı bulunmaktadır. Kuzey Amerika’dan enerji tedarikine yönelen ve iklim krizi ile baş etmek için yenilenebilir enerji yatırımlarını artıran Avrupa ülkelerinin Orta Doğu enerji kaynaklarına olan bağımlılığının azalması Filistin sorununda ABD’nin çizgisine gelmelerinin temel sebeplerinden birisi olmuştur.