Macaristan, Avrupa Birliği’nin (AB) en aykırı üyelerinden birisi. AB’nin 2004 yılındaki genişleme politikası kapsamında birliğe üye olan ülkenin siyasi hayatı 2010 yılından bu yana ülkeyi yöneten Victor Orban ile birlikte oldukça hareketli zamanlar geçirmeye başladı. 2003 yılında Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) Partisi’nin başına yeniden geçen sağcı lider Orban, 2010 yılından bu yana dört kez üst üste seçim kazanarak iktidarını korumayı başardı. Bu manada Orban, son zamanlarda sıkça konuşulan “Avrupa’daki yükselen sağın” öncü ismi olarak karşımıza çıkıyor. Kendine has üslubu, Avrupa ve AB politikalarını eleştiren söylemleri ve “başına buyruk” hareketleri ile sık sık gündem olan Orban, AB Dönem Başkanlığını üstlenmesi ile birlikte önümüzdeki altı ay boyunca AB’nin canını bir hayli sıkacak gibi duruyor.   

1 Temmuz 2024 tarihi itibariyle AB Dönem Başkanlığını Belçika’dan devralan Budapeşte yönetimi yeni yılın ilk gününe kadar bu görevi yürütecek. Macaristan’ın bu süreçteki sloganı ise “Avrupa’yı Yeniden Büyük Yap” olarak belirlendi. Bu slogan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski başkanı ve mevcut başkan adayı Trump’ın 2024 seçim sloganı ile birebir aynı. Zira Trump’ın sloganı da adaylığını açıkladığı 2022 yılında “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” şeklinde dünyaya duyurulmuştu. Orban bu çıkışıyla Trump’a destek mi verdi yoksa bu Avrupa’nın ABD’ye bir meydan okuması olarak mı değerlendirilmeli idi tartışmaları ise hâlâ devam ediyor.  

 

Orban’ı, aşırı sağcı, popülist ve demokrasi için bir tehdit olarak görenler onu Trump’la aynı çizgide bulduklarını zaten her fırsatta dile getiriyorlar. Esasında Trump ve Orban’ın kaderlerinin ya da daha doğrusu siyasi politikalarının kesiştiği nokta ikisinin de içinde bulundukları geleneksel siyaset anlayışına rağmen “güçlü Amerika’yı” ve “güçlü Avrupa’yı” yeniden inşa etme noktasında ortaya koydukları iddiadır. Amerika’ya rağmen güçlü Amerika ve Avrupa’ya rağmen güçlü Avrupa söylemleri iki ismin de aykırı siyasi figür olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Bu manada Orban’ın sıklıkla vurguladığı ve güçlü Avrupa için hayati önemde gördüğü hususların başında “AB’nin tutarlı ve liyakata dayalı bir genişleme politikası benimsemesi, yasa dışı göçle mücadele, AB’nin müstakil savunma siyasetine ve sistemine sahip olması” gibi başlıklar öne çıkmaktadır. AB’nin genişleme politikası konusunda temkinli davranarak özellikle Ukrayna’nın üyeliğine yeşil ışık yakmayan Orban’ın AB Dönem Başkanlığı görevini üstlenir üstlenmez Ukrayna’yı ziyaret etmesi ise en az Rusya ve Çin ziyaretleri kadar kafa karışıklığına sebep olmuştur. 

Orban’ın barış diplomasisi

Orban yönetimindeki Macaristan, hukukun üstünlüğü, yolsuzlukla mücadele, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğü konularında daha şeffaf politikalar üretmesi gerektiği konusunda AB tarafından pek çok kez uyarılmış ve bir dizi yaptırımla tehdit edilmiştir. Orban yönetiminin söz konusu uyarılara gerekli cevapları verememesi sebebiyle AB kasasından Macaristan’a aktarılacak yardım, kredi ve hibelerin büyük bir kısmı askıya alınmıştır. Macaristan’ın adeta “evin şımarık çocuğu” gibi davranması sebebiyle AB Dönem Başkanlığı görevine de getirilmesi birlik içinde uzun süre tartışılmıştır. Bu tartışma AB’nin geleneksel siyasi temayüllerine aykırı olsa da gelinen noktada AB’nin kurumsal yapısı açısından böyle bir kararın alınması yerinde ve makul bir karar olarak yorumlanabilirdi. Zira Orban dönem başkanlığını üstlenir üstlenemez bir barış elçisi edasıyla dünya diplomasi turuna başlayarak AB içindeki karşıtlarının eline büyük kozlar vermiş oldu.  

 

AB’nin genişlemesine karşı olmasa da genişlemenin kriterlerin daha da sıkılaştırılması gerektiğini ifade eden Orban, Ukrayna’nın hem savaşta bir ülke olması hem de kozmopolit bir yapıya sahip olması sebebiyle AB’ye üyeliğine karşı çıkıyordu. Ayrıca, ülkede yaşayan Macarlara da tarih boyunca kötü davranıldığı iddiası Orban’ın Kiev karşıtı bir politika yürütmesindeki temel argümanları olarak biliniyor. Orban’ın bu sert tutumu sebebiyle Moldova ve Ukrayna, AB Dönem Başkanlığı Macaristan’a geçmeden adeta apar topar bir şekilde müzakere masasına çağrılarak AB ile ilişkileri resmen başlatılmıştı.  

Orban’ın geçtiğimiz günlerdeki Ukrayna ziyareti ise tüm bunların üzerine sünger çekilip çekilmediği sorusunu akla getirmekle birlikte, devamındaki Rusya, Çin ve ABD’deki Trump ziyaretleriyle bu soru gölgede kaldı. Orban, son derece gizli yürüttüğü ve son dakikaya kadar kimseye bilgi verilmeyen bu ziyaretlerine “Barış Misyonu” adını verdi. Orban, ziyaretlerini AB dönem başkanı olarak değil; Macaristan Başbakanı olarak yaptığını söylese de zamanlamanın manidarlığına bakıldığında tablonun çok net olduğunu görmek mümkün.  

Orban, dönem başkanlarına böyle bir yetki tanınmamasına rağmen AB’nin kurumsal yapısını temsile soyunarak bu ziyaretlerini gerçekleştirmiş, dahası muhatapları da Orban’ı AB dönem başkanı olarak kabul etmiştir. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Putin’in Orban’dan bahsederken AB Dönem Başkanı olarak tanıtması bu durumun bir yansımasıdır. AB bu durum karşısında sessiz kalmamış Orban’ı kınayarak AB tarihinde bir ilke imza atmıştır. AB, tarihinde ilk kez bir üye ülke için boykot kararı almış, dönem başkanı Macaristan’da gerçekleşecek toplantılara diğer üye ülkelerden hiçbir Bakan’ın katılmayacağını ve Orban’ın AB Genel Kurulunda yapacağı konuşmanın da iptal edildiğini duyurmuştur.  

Macaristan’ın AB Dönem Başkanı olduğu bu altı aylık süre adeta AB’nin kayıp günleri olarak tarihe geçecek ve belki de Macaristan - AB müktesebatına aykırı hallerinin devamının sonunda birlikten ihraç edilen ilk üye ülke olarak tarihe geçmeyi başaracaktır. Macaristan’ın AB’yi zora sokan bu çıkışları sebebiyle AB’nin karar alıcı organları genişleme konusunda bundan sonra kesinlikle daha temkinli olacaklar ve yeni bir Macaristan’a Brüksel’e giriş vizesi vermeyeceklerdir. 

Orban’ın hedefi dünya barışını sağlamak mı? 

Doğu Avrupa’nın on milyon nüfusa sahip küçük bir ülkesinin dünya barışını sağlamak için diplomasi turuna çıkması ve bunda da başarı sağlayabilecek olması pek olası görünmüyor. Aslında Orban’ın da bu durumun farkında olduğunu söylemek gerekir. Ancak sağcı lider dört seçimdir tartışmasız ve yenilmez bir figür olarak ülkesinin siyaset sahnesinde yer alırken son AP seçimlerinde partisinin güç kaybettiğini ve artık yenilmezlik zırhının yavaş yavaş eskimeye başladığını görüyor.

 

Popülist söylemlerle iktidara gelen ve geçen süre zarfında da aynı söylemelerle iktidarını sürdüren Orban’ın şimdi daha sert ve daha dikkat çekici politik adımlara ihtiyacı var. Elbette Orban’ın attığı bu adımları sadece iç siyasi hesaplarla attığını söylemek ya da iç siyaseti gözetmeden hareket ettiğini iddia etmek meseleyi eksik yorumlamak olur. Kendisini küresel bir barış elçisi ve savaşı durduracak bir lider olarak konumlandırmaya çalışan Orban için AB Dönem Başkanlığı sıfatı da bulunmaz bir nimet. Her ne kadar kendisi yapmış olduğu ziyaretlerin bununla ilgisi olmadığını söylese de Orban’ın bu günü beklediği açıkça görülüyor. Rusya, Çin ve Trump ise AB içinde bir karışıklığa ve tartışmaya sebep olabilecek her adımı destekleyecekleri için Orban’ı el üstünde tutmaya ve onun bilhassa dönem başkanlığı kimliğine vurgu yapmayı ihmal etmiyor.  

Orban, hakikaten dünya barışını kendisine misyon edinerek adımlarını atmamış olsa da dünyanın, en azından AB üyesi bütün ülkelerin gündemine oturmuş durumda. Bu durumdan oldukça memnun görünen Orban’ın önümüzdeki günlerde hangi hamleleri yapıp, hangi adımları atacağı ve AB’nin başkaca hangi yaptırımlarına maruz kalacağını merakla bekliyoruz. Orban’ın bu küresel çıkışlarının iç siyasette kendisine artı yazıp yazmayacağı ise 2026 yılındaki seçim sandığında gün yüzüne çıkmayı bekliyor.