Aradan geçen 25 yılda, bir önceki yazımda bahsettiğim üzere Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 1999’da iktidara gelişindeki bazıları bir hayli şaibeli olaylar dizisinin üzeri örtüldüğü ve unutulduğu gibi kendisinin ve temsil ettiği çevrenin jeopolitik kimliği hakkında da birbiriyle çelişkili yanıltıcı bilgi ve yorumlar paylaşılmaktadır. Putin, bazılarının zannettiği ve bazılarının da ima ve hatta iddia ettiği üzere Avrasyacı mıdır? Yoksa Rusya’da Batıcı kimliğin beşiği sayılabilecek Petersburg kökenli biri olarak Putin, Batıcı veya en azından Avrupacı mıdır? Veya Çarlık döneminden bu yana ilk defa açıkça Ortodoks Hristiyan kimliğini sahiplenen ve kilisede ayinlere katılan Putin, Slavofil midir? 

Bu soruların cevabı Türkiye’yi de ilgilendiriyor, çünkü gerek Batıcı ve gerekse Slavofil bakış açısından Türkiye tarihi bir düşman iken bazı Avrasyacıların Türkiye’ye yaklaşımı potansiyel müttefikliği de içeren bir muğlaklığa sahip. Fakat yıllardır takip edebildiğim kadarıyla Putin ve çevresi Avrasyacı olmadıkları gibi ancak aşırı sağcı bir Avrupa kimliğinin liderliğine aday olmakla Ortodoks-Slavofil bir restorasyonu desteklemek arasında gidip gelen aktörler oldukları için, Türkiye’yle dönemsel yakınlaşmaları da ortak bir kimlik boyutu olmayan taktik ve en iyi ihtimalle stratejik bazı manevralar. Yoksa Putin ve pek çoğu da Putin gibi Petersburglu ve nomenklatura kökenli yakın çevresinin Türklerle Ruslar arasında ortak bir kimlik veya medeniyet tasavvurları yok ve kamuoyu nezdinde böyle bir iddiaları da yok.

Rusya’nın jeopolitik kimliği: Batıcılar, Slavofiller, Avrasyacılar

Türkiye’de bilinen adıyla Çar “Deli” Petro’nun 1725’teki ölümüne kadar gerçekleştirdiği radikal Batılılaşma yönündeki reformlarından bu yana temel bir soru ve sorun olarak devam eden Rus kimliği tartışmalarını en basit ve çokça bilinen şekliyle üç seçenek üzerinden özetleyebiliriz: Rusya’nın jeopolitik kimliğinin ne olduğu veya ne olması gerektiği hakkında birbiriyle rekabet halindeki en büyük iki büyük kutup olarak ortaya çıkan “Batıcı” ve “Slavofil” görüşlere, Bolşevik Devrimi sonrası ilk etapta Avrupa’da sürgündeki bazı soyluların geliştirdiği, daha sonra Sovyetler Birliği ve Sovyet sonrası Rusya’da az da olsa taraftar bulan bir üçüncü görüş olarak “Avrasyacılık” eklenmiştir. 

 

Ana hatlarıyla Batıcılar (“zapadniki”) Rusya’nın da örneğin bir Almanya ve Fransa ile ortak Batılı kültürel kümeye dahil olması gerektiğini ve bu yönde politikalar geliştirmesi gerektiğini iddia ederler. Tarihte Batıcı seçkinler arasında mezhep değiştirerek Katolik olanlar dahi vardır.

Ana hatlarıyla Slavofiller ise Rusya’nın kimliğinde gerçek ve doğru din olarak gördükleri Ortodoks Hristiyanlığın ve Slav dili ve kültürünün ana unsurlar olduğunu, dolayısıyla Rusya’nın başta Doğu Slavlar (Ruslar, Ukrainler ve Belaruslar) olmak üzere Bulgarlar ve Sırplar gibi Slav dilleri konuşan Ortodoks uluslara ve etnik gruplarla aynı kültürel kümeye dahil olduğunu ve/ya olması gerektiğini savunurlar. Bu seçeneklerin konuşulduğu son birkaç yüzyılda Rusya’da esas büyük rekabet ve tartışma Batıcılar ve Slavofiller arasında gerçekleşmiştir. 

Bu iki ana kutba alternatif olarak 20. yüzyıl başlarında Nikolay Trubetzkoy gibi Avrasyacılar ortaya çıkmış ve Rusya’nın Kiev Rus devletinden ziyade Cengiz Han yönetiminde en geniş ifadesini bulan Moğol imparatorluk mirasının (Altınordu, vs.) da varisi olduğunu, Slav, Türkî ve Moğol etnik grupların ve kültürlerin bir sentezi olduğunu iddia etmişlerdir.

Yusuf Akçura’nın Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük seçeneklerini tartıştığı meşhur “üç tarz-ı siyaset” makalesine atfen, Türkiye’de Soğuk Savaş’tan sonra yükselişe geçen ve Rusya’yla ittifakı savunan Avrasyacılık akımının kökenlerini ve yükselişini “dördüncü tarz-ı siyaset” olarak analiz ettiğim makalemde (“The Fourth Style of Politics: Eurasianism as a Pro-Russian Rethinking of Turkey's Geopolitical Identity), basit birer dış politika arayışının çok ötesinde olan bu tartışmaları kavramsal olarak ifade edebilmek için “jeopolitik kimlik” kavramını kullanmıştım. Son 25 yıldır Rusya’yı yöneten Putin yönetimi, Batıcı, Slavofil ve Avrasyacı jeopolitik kimlik seçeneklerinden hangisine daha yakın politikalar izlemiştir? 

Almanca konuşan, Yeltsin’in seçilmiş halefi, Petersburglu Putin Batıcı mı?

Putin’in coğrafi, mesleki ve siyasi kökenlerine baktığımızda, onu Batıcı olarak tarif etmeyi kolaylaştıracak çok sayıda unsura rastlıyoruz. Putin’in doğup büyüdüğü şehir, Deli Petro’nun Rusya’nın “batıya açılan penceresi” olarak sıfırdan inşa ettiği, ismini verdiği ve başkenti yaptığı St. Petersburg. İnsanın doğup büyüdüğü şehir belki bazı örneklerde siyaseten önemsiz bir ayrıntı da olabilir fakat Putin örneğinde hiç de öyle değil.

 

Sadece Putin değil iktidara geldiği günden bugüne en yakın çalıştığı üst düzey siyasi müttefiklerinin de büyük bir kısmı Petersburglu hemşehrileri. Bunların arasında bir dönemliğine devlet başkanlığını devrettiği ve uzun süre başbakanlık da yapan Dimitri Medvedev var. Doğrudan Batı Avrupa şehirlerine özenerek kurulmuş olan Petersburg, Rusya’da Batıcı ve Avrupacı görüşün de sembol şehri sayılabilir ve Putin döneminde dahi siyasi olarak da Rusya’nın geri kalanından çok daha liberal ve Batıcı bir oy verme davranışı sergiledi. Dahası Putin, demokrasiye geçişten sonra 1990’lı yıllarda Petersburg belediye başkanlığını yapan Anatoli Sobçak’ın hizmetinde çalışmış biri olarak doğrudan yerel Petersburg siyasetiyle de irtibatlı. Yine Putin yönetiminde Anayasa Mahkemesi Moskova’dan Petersburg’a taşındı.

Putin’in en iyi bildiği yabancı dil Almanca ve kesinlikle en uzun ve en iz bırakan yabancı ülke deneyimi istihbaratçı olarak komünist Doğu Almanya’nın Dresden şehrinde geçirdiği 5 yıl. Bu yılın başlarında hapiste ölen veya öldürülen Rus muhalif lider Aleksey Navalny gibi bazı gözlemcilere göre Doğu Almanya’da geçirdiği 5 yıl Putin’in kişiliğinin şekillenmesinde belirleyici rol oynadı. Putin’in Almanya şansölyeleri sosyal demokrat Gerhard Schröder (1998-2005) ve Hristiyan demokrat Angela Merkel’le (2005-2021) iyi ilişkileri olduğu da bilinen bir gerçek. Hatta bugünlerde Ukrayna saflarında mücadele edenler, yakın geçmişe kadar devam eden Rusya ve Almanya arasındaki bu güçlü ilişkileri sıklıkla eleştiriyorlar. 

Putin’in Almanya’dan Fransa’ya, İtalya’dan Yunanistan’a kadar hem aşırı sağ hem de aşırı sol partiler arasında kuvvetli desteği olduğunu Rusya’nın yumuşak gücü üzerine bir yayınımda örnekleriyle ortaya koymuştum. Bu bağlamda, Putin’e önce başbakanlığı ve sonra da devlet başkanlığını tabiri caizse gümüş bir tepside ikram eden siyasi gücün de Rusya’nın gelmiş geçmiş en Batıcı liderlerinden biri olan Boris Yeltsin olduğunu unutmamak gerekiyor. Hatta Yeltsin, Putin’i kendi adayı olarak öne sürerek, 1999’daki esas ve en güçlü rakibi olan Yevgeni Primakov’u safdışı etmişti ki Primakov Batı ittifakına karşı Çin ve Hindistan’la daha sıkı ilişkileri savunan ve Avrasyacı olarak bilinen bir siyasetçiydi. Özetle, Putin Avrupa kimliğini sahiplenen bir siyasetçi ve en başta aşırı sağcılar olmak üzere pek çok ülkede beyaz ve Hristiyan bir Avrupa idealine sahip olanların potansiyel lideri.

11 Eylül sonrasında Bush’u ilk arayan ve Netanyahu’nun yakın dostu Putin

Putin’in 25 yıllık iktidarında dünya siyasetinin dönüm noktası sayılabilecek pek çok noktada Batı ittifakıyla birlikte hareket ettiği de unutulmamalı. 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin ABD’ye karşı gerçekleştirdiği terör saldırılarının hemen ertesi günü ABD başkanı George W. Bush’u ilk arayan ve kendisine desteğini ileten yabancı lider Putin’di. Putin liderliğinde Rusya, ABD’nin Afganistan’ı işgaline de karşı çıkmadığı gibi, Orta Asya’daki askeri üslerin ABD’ye açılmasına yardım ederek Afganistan’ın ABD tarafından işgalini kolaylaştırdı.

Orta Doğu’da da ABD’nin bir numaralı ve vazgeçilmez müttefiki olan İsrail ile Rusya’nın arası Putin liderliğinde son derece iyiydi. Hatta bu sıcak dostluk sayesinde İsrail seçimlerinde Rus Yahudilerin oylarını kazanmayı hedefleyen Netanyahu’nun lideri olduğu Likud Partisi’nin merkez binasına Netanyahu’nun Putin ile el sıkıştığı devasa bir seçim posteri asılmıştı. Özetle, Putin liderliğinde Rusya, ABD, Almanya, Fransa ve İsrail gibi Batı ittifakının önemli aktörleriyle güçlü bağları olan, Afganistan ve Suriye gibi bazı kritik çatışma bölgelerinde dahi Batılı güçlerle çatışmaya girmeden ortak çıkarları için işbirliği yapabilen bir devlet olmaya devam etti. Tüm bu örneklerden yola çıkarak, akıcı Almanca konuşan, Petersburglu Putin’i, NATO karşıtı bile olsa en azından eski Fransız Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün savunduğuna yakın bir “Avrupacı” jeopolitik kimliğe sahip olarak tarif etmek pekala mümkündür.

Yüzyıldır Rusya’nın başına geçen ilk Hristiyan, Bizans tahtına oturan Putin

Putin’in kamusal kimliğinde belirgin bazı başka ögeler ise onun “Slavofil” olduğuna işaret ediyor. Örneğin, Sovyetler Birliği döneminde, 1952’de doğduğu halde, Ortodoks Hristiyan olarak vaftiz edilmiş olması sembolik de olsa bu unsurlardan birisi. Sovyet sonrası Rusya’nın ilk devlet başkanı Yeltsin’in, çoğu komünist kökenli seçkin gibi ateist olmasına karşın, Putin’in kamusal alanda Ortodoks Hristiyanlığını vurgulaması ve kiliselerde ayinlere katılması, onu 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden bu yana Rusya’nın başına geçen ilk Hristiyan lider yapıyor.

Putin’in geçmiş yıllarda Yunanistan’ı ziyaretinde “Ortodoksların Vatikan’ı” olarak da bilinen manastırlarla örülü Athos dağında, inanışa göre sadece Bizans imparatorlarının oturduğu bir tahta oturduğu iddiası da Putin’in etrafında Ortodoks Hristiyan motifleri baskın bir efsane yaratılmasına hizmet eden örneklerden sadece biri. 

Yine Putin taraftarı oligarklardan biri tarafından İstanbul’un Slav-Ortodoks ismi olan Tsargrad (Çargrad, “Çar’ın şehri”) ismiyle Ortodoks Hristiyan bir televizyon kanalı açılması, Rusya’nın Suriye’yi işgalinin Orta Doğu Hristiyanlarını korumak için gerçekleştirilen neredeyse dini bir sefer olarak sunulması gibi unsurlar beraberce düşünüldüğünde, Putin’in Slavofil bir jeopolitik kimliğe sahip olduğu, hatta Rusya’nın başına son yüzyıldır gelen en Slavofil lider olduğu iddia edilebilir. Dahası, Ukrayna’nın işgalinden önceki yaz yayınladığı, Belarus, Rusya ve Ukrayna’nın üç parçalı tek bir millet olduğunu savunduğu meşhur makalesi de Putin’in Slavofil olduğuna dair kuvvetli bir delil sayılabilir. 

Putin Slavofil, Avrupacı ve hatta Batıcı olabilir fakat Avrasyacı demek zor

25 yıllık iktidarındaki söylemleri ve eylemleri, Putin’in Slavofil veya Avrupacı, hatta Batıcı bir jeopolitik kimliği olabileceğine dair pek çok önemli örneği içeriyor. Fakat Putin’in söylem ve eylemlerinde Avrasyacı olduğuna dair böylesi güçlü örnekler bulmak zor. Örneğin, Avrasyacı bir söylemle meşrulaştırılan bir askeri müdahale, Avrasyacı ideolojiyi yaymak için Putin taraftarı oligarşik sermayeye kurdurulmuş televizyon kanalları yok. 

Kendileri Avrasyacı olan grupların Putin’i kendilerinden biriymiş gibi sahiplenmeleri, böyle tanıtmaları ve ondan destek görmeye çalışmaları elbette son derece anlaşılabilir bir davranış, çünkü Rusya’da ve Rusya taraftarı gruplar arasında Putin karşıtı olarak hayatta kalmak zor. Fakat Avrasyacıların belki de mecburen Putin taraftarı olması, Putin’in Avrasyacı olduğu anlamına gelmiyor… 

Putin’in ve yakın çevresindeki siyasi ve ekonomik seçkinlerin, Ruslar, Türkler, Moğollar ve diğer Avrasya halklarını siyasi veya ekonomik bir birliğe yönelik olarak bütünleştirmeyi hedeflediklerine dair kuvvetli bir delil yok. Öte yandan, eğer Rusya Ukrayna’nın işgali sürecinde umduğunu bulamaz ve başarısız olursa, ulusal kimlik politikaları ve jeopolitik kimlik tartışmaları dahil, Rusya’nın iç ve dış siyasetinde farklı yönlere evrilebilecek çok derin kırılmalar ve dönüşümler olması kuvvetle muhtemeldir.