Veysel Kurt

Veysel Kurt
Doç. Dr. Veysel Kurt, Lisans eğitimini 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. “Liberal Yurttaşlık Düşüncesinin Komüniteryen Yaklaşım Açısından Eleştirisi” ile yüksek lisans, “Otoriter Arap Rejimlerinde Süreklilik Değişim ve Ordu: Karşılaştırmalı Perspektiften Mısır ve Suriye başlıklı tezi ile doktora derecesini aldı. Çalışmalarını Orta Doğu güvenliği, ordu-siyaset ilişkileri ve devlet dışı örgütler üzerine yoğunlaştırdı. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler
devamını oku daha az oku Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

Trump Kazanırsa Ne Olur?

Trump Kazanırsa Ne Olur
31 Ekim 2024

Amerikan seçimlerine sayılı günler kaldı. Anketlere bakılırsa Trump burun farkıyla önde ya da başa baş bir mücadele sürdürüyor. Bu, Trump’ın lehine yorumlansa da ezici üstünlüğe sahip bir aday yok ve kimin kazanacağı hala belirsiz.  

Bu durum son yıllarda ABD siyasetinin içine düştüğü durağanlık ve seçmenin çaresizliğini de gösteriyor. Amerikan siyaseti, ayakları yere basan, gelecek vaat eden, refahtan yoksun kitlelerin hayatına katkı sunacak, uluslararası siyasette de konvansiyonel Amerikan hegemonyasını yeniden tesis edecek bir siyasetçi üretemiyor.  

Bu durum, kısmen Amerikan müesses nizamının böylesine bir figürün alan bulmasına imkan tanımaması ile ilgili. Demokratların siyaset tarzı statükoyu koruma üzerine kurulu, Cumhuriyetçilerin ise böyle bir derdi yok gibi görünüyor.  

Önemli bir kriz döneminden geçtiğimiz gerçeğini düşündüğümüzde ise böylesine bir adayın alan bulması çok da şaşırtıcı olmaz. En ufak bir boşluk bulduğunda parlayıveren ırkçılığın yanı sıra bölgemizde yaşanan krizler ve özellikle İsrail’in Gazze’deki barbarlığının artık Amerikan siyasetinin bir parçası haline geldiğini ifade etmek mümkün. Özellikle Amerika dışındaki ve hele hele Orta Doğu’daki krizlerin, katliamların, çatışmaların Amerikan siyasetine ve kamuoyuna yansıması pek de alışılmış bir durum değil.  

Amerikan kamuoyunun zihninde Orta Doğu ve İslam dünyası zaten krizlerle dolu bir yer ve ABD bu krizlerin atlatılmasına yardımcı oluyor. Bu anlamda Irak’ın 1991’de ve 2003’te işgali bile profesyonel çevreler dışında geniş kamuoyunu ilgilendirmemişti. Hatta Irak işgalinin mimarı George W. Bush ekibi ile birlikte ikinci kez seçilmişti. Bu yıllarda ABD’nin dünya siyaseti, benzin fiyatları yükselmedikçe geniş Amerikan kitleleri nezdinde pek de ilgi çeken ve dikkate alınan bir durum değildi. Şimdi ise durumun neden biraz daha farklı olduğunu açıklamaya çalışacağım.  

Ancak İsrail’in canlı yayınlarda gerçekleştirdiği soykırım ABD kamuoyunu etkilemiş görünüyor. Yanı sıra seçim kampanyalarının kamuoyunu tatmin etmeyen içeriği, negatif söylemler, Trump’a destek veren popüler isimlerin ırkçı çıkışları da Amerikan siyasetinin içine hapsolduğu siyasi kısırlığın bir göstergesi.  

Seçim yarışı kızışıyor 

Seçim yarışına bakıldığında adayların bu kısırlığı aşma çabasından ziyade seçim sonucunu etkileyecek söylemler benimsediğini görüyoruz. Bu kısmen anlaşılır, çünkü 2016 seçimlerinden beri Amerikan seçimleri birkaç eyaletteki sandıklardan çıkacak sonuçlara endekslenmiş durumda. Salıncak eyaletler olarak bilinen Michigan, Pennsylvania, Georgia, Kuzey Carolina, Arizona, Wisconsin, Nevada ve Florida’da oy tercihlerini değiştirme potansiyeli bulunan Müslümanlar, işçi kesimi, kadınlar ya da Hispanikler seçim sonucunu belirleyebiliyor. 2016 seçimlerinde Trump ülke bazında Hillary Clinton’dan iki milyon civarında daha az oy almasına rağmen bu eyaletlerden elde ettiği avantajla başkan seçilmişti.  

Irkçı ve İslam karşıtı söylemlerden kaçınmayan Trump ve ekibi Michigan’daki mitinge birkaç Müslüman imamla birlikte çıktı. Harris ise Cumhuriyetçi kadınlara kürtaj hakkının neden önemli olduğunu anlatmaya çalışıyor.  

Çünkü Michigan’da yaşayan 200 bin Müslüman, Pensilvanya’daki 400 bin Porto Riko’lu ya da kürtaj isteyen Cumhuriyetçi kadınların bir kısmının oy tercihleri seçim sonuçlarını belirleyebilir. Özellikle son düzlüğe girildiğinde adaylar artık bu eyaletlere kamp kurmuş durumda. Büyük kitlelerin oy tercihleri oturduğu için adaylar bu kesimlere odaklandı.  

Geniş kitleler dünyada ne olup bittiğinden çok benzin fiyatlarına odaklansa da ırkçılık nedeniyle hayatı zindan olan ya da Gazze’ye sessiz kalmayan Müslümanlar seçim sistemi nedeniyle sonuçları doğrudan etkileyebiliyor. Yani dünyada olup bitenler ve ABD’nin buna karşı tutumu ister istemez Amerikan seçimlerinin de bir parçası olmuş durumda.   

Trump kazanırsa… 

Amerikan seçimlerine uluslararası siyaset ve bölgesel perspektiften bakan bizler için sorduğumuz sorulardan birisi de Trump’ın kazanması durumunda mevcut çatışma ve kriz ortamının nereye evrileceği sorusu. Trump’ın bu konudaki yaklaşımı net, “Ben kazanmazsam 3. Dünya Savaşı çıkar” diyor. Trump bu söylemi, Demokratların iktidarında Rusya’yı Ukrayna işgalinden alıkoyamadıkları ve Çin’in yükselişini durduramadıkları gerçeği üzerine kuruyor. Bunlara bir de İsrail saldırganlığından kaynaklı Orta Doğu’daki bölgesel savaş senaryoları da eklendi.  

Trump, iktidara gelmesi durumunda kısa sürede Rusya’yı durduracağını ifade ediyor. Önceki iktidar döneminde de Rusya’yı yatıştırıp Çin’e odaklanmıştı. Şimdi de benzer bir şey yapması beklenir. Ancak sıra İsrail saldırganlığına gelince daha fazla destekten başka bir vaatte bulunmuyor. Muhtemelen İsrail’e istediği her türlü desteği verip elini çabuk tutmasını isteyecek. İran’ı zapt etmek de Amerika’ya düşecek.  

Dolayısıyla Trump’ın kazanması durumunda kısa vadede Gazze ve Filistin için daha kötüsüne hazırlıklı olmak gerekiyor. “Yüzyılın anlaşması” dediği ucube çerçeve ile yerleşimcilik yoluyla işgali tanıyan da, Gazze’nin önemli bir bölümünün ilhak edilmesini destekleyen de, Golan’ı İsrail toprağı olarak tanıyan da, ABD Büyükelçiliğini Doğu Kudüs’e taşıyan da Trump idi. Kazanması durumunda İsrail’i cesaretlendirecek adımlar ve her türlü desteği vermekten başka bir vaadi görünmüyor.  

Buna rağmen, Trump’ın Müslümanların yoğun yaşadığı Michigan gibi kritik ya da ırkçılığın ters teptiği bölgelerde şansı var mı? Normalde yok ama Biden yönetiminin kısır, İsrail’e teslim olmuş siyaseti, Müslümanların Demokrat Parti’yi cezalandırmaya dönük oy tercihine neden olabilir. Kısacası kısır, korkak ve İsrail’e teslim olmuş Demokrat Parti iktidarı, faşist, ırkçı, diktatör dedikleri Trump’a karşı kaybetmelerinin en önemli nedenlerinden birisi olacak. 

Arap Dünyasında Gazze Meselesi

Arap Dünyasında Gazze Meselesi
01 Mart 2024

Gazze elbette ki sadece Arapların ya da Arap dünyasının meselesi değil, birçok yönüyle tüm dünyanı meselesi. Öte yandan özel bağlamında daha çok Müslümanların ve Arap dünyasını tabii olarak daha fazla ilgilendiriyor.  

Ahlaki ve inanç boyutundan söz etmeye gerek bile yok. İsrail’in hiçbir ayrım yapmadan gerçekleştirdiği katliamlardan, Müslümanları evsiz, barksız, okulsuz, hastanesiz bırakmasından, açlığa mahkum etmesinden istisnasız herkes, kendi payına düştüğü kadarıyla sorumlu. Bu durumu not ettikten sonra başlıkta işaret etmeye çalıştığım reel duruma dönmek istiyorum.

Geldiği nokta itibariyle İsrail’in çok belirgin bir strateji ve amaç doğrultusunda devam eden saldırganlığı fırsat/maliyet hesabı yapılacak, idare edilecek, çözümü ertelenecek bir mesele olmaktan çıktı. Aslında bu saptama 1948’den beri geçerli, ancak 7 Ekim süreci bu durumu herkes için görünür kıldı. Bunun temel nedeni, Filistin meselesinin ve bugün artık Gazze’nin Arap dünyası için sahip olduğu özel konumdur. Arap dünyasının siyasal aktörleri –daha net bir ifade ile Arap ülkeleri/devletleri-, ister İsrail’e düşmanlık politikası yürütsün ister İsrail’le barışmayı stratejik bir amaç haline getirsin, Filistin meselesini göz ardı edemez.

Genel anlamıyla bu yargı bütün Arap dünyası için geçerli, çünkü Filistin meselesi sadece ulusal güvenlik meselesi değil; sıradan Araplar için bir onur meselesi. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan için ise İsrail reel politik açıdan çok daha önemli ve aciliyet kesbeden bir mesele.  

Dikkat edilirse her bir ülkeden bir şekilde tepki geliyor. Mısır sınırdaki duvarı ve tel örgüleri tahkim etmekle, Ürdün Gazze’ye havadan insani yardım ulaştırmakla ve ateşkesi sağlamak için çaba sarf etmekte. Lübnan ise kurbanlık koyun misali savaşın kendi topraklarına gelmesini bekliyor. Suudi Arabistan ise stratejik bir mesele olarak gördüğü İsrail’le barışmayı nasıl sürdüreceğinin hesaplarını yapıyor. Katar ise ateşkesi sağlamak için esaslı ve sürekli bir çaba içinde ve bu yönüyle diğer ülkelerden pozitif olarak ayrışıyor.  

İsrail’in stratejik amacı

İsrail’in Gazze’ye yönelik mevcut saldırganlığını basit bir intikam duygusu hatta Hamas’ı tasfiye etme amaçlı olarak yorumlamak eksik kalacaktır. 1948’den beri İsrail’in harekat tarzına bakıldığında tarihi Filistin topraklarını işgal etmeye devam etmek üzere kurulu olduğu görülür. Bu işgal farklı biçimlerde, kimi zaman yoğun kimi zaman durağan şekilde de olsa devam etmektedir. Dahası bu işgal toprakları ele geçirme güdüsüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda toprakları insansızlaştırma yani soykırım yöntemi ile gerçekleşmektedir. Bütün Filistinlileri öldüremeyeceğine göre Filistinlileri başka topraklara sürmek de bu stratejinin önemli bir parçasıdır.  

7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşayan insanları Mısır’a sürmenin yollarını aramaktadır. İsrail’in bu niyeti kimi zaman Netanyahu’nun kimi zaman Savunma Bakanı ya da Göç Bakanı’nın kimi zaman ise ihtiraslı Siyonist emlakçıların söylemlerinde tezahür etmektedir. 2020 yılındaki hükümet programında Batı Şeria’nın %35’inin ilhak planı açık bir şekilde yer almaktaydı. Konjonktür İsrail’i Gazze’ye yönlendirdi. Peki bu durum tarihsel olarak ne anlama geliyor?

1948 savaşından sonra yaklaşık 700 bin, 1967 savaşından sonra da 400 binden fazla Filistinlinin Ürdün, Mısır ve Lübnan’a göç etmesi bu durumun önemli bir tezahürüdür. Bu rakamlar bugün 5 milyonu aşmış durumda. Birçok ülkede açlık ve çaresizlik görüntülerinin yansıdığı Filistin kampları mevcut. Bu çaresizlik görüntüsü kamplarda yaşayan Filistinlilerin değil, İsrail’le mücadele etmeyi başaramayan aktörlerin görüntüsü.  

İsrail Arap devletleri ya da Filistinlilerle yürütülen hiçbir müzakerede bu insanların geri dönmesini bırakın kabul etmeyi, pazarlık konusu yapılmasını dahi kabul etmemektedir. Başka bir deyişle topraklarından göç ettirilen tek bir Filistinli vatanına geri dönememiştir. Dönse bile zaten evi barkı, bahçesi, tarlası, toprakları işgal edilmiş ve temellük edilmiş durumda.  

Lübnan, Mısır ve Ürdün’ü zorlayan tehlike

İsrail gün geçmiyor ki Lübnan topraklarını bombalamasın. Hizbullah üslerini bombaladığını ifade etse de sonuçta Lübnan toprakları. Dahası bu işgalin Lübnan’ın geri kalan kısmına yayılmayacağının garantisi yok.

Ürdün ve Mısır’ı zorlayan tehlikenin boyutları daha geniş ve kritik. Çünkü bu iki ülkeyi bekleyen risk yalnızca İsrail’le çatışmak değil. Aynı zamanda tehlikenin bu iki ülkenin içine taşınmasıdır. Tehlike o kadar yakın ve önemli ki 1973’ten beri İsrail’le çatışmayan bu iki ülke için savaş iyi bir seçenek bile kalabilir.  

Neden mi?

Tarihsel tecrübe bize gösteriyor ki İsrail’in Filistinlileri Arap ülkelerine sürmesi ne Filistinlilerin kendileri ne de İsrail’le çatışmaktan kaçınan Arap ülkeleri için bir çözüm değil. Aksine herkes için yeni bir sorunun başlangıcı oluyor.

Sebebi ve sorumlusu kim olursa olsun, -elbette ki bütünüyle değil- Arap ülkelerinde oluşan Filistin diasporası, Arap ülkelerine siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli katkılar yapmıştır. Öte yandan 1970 Kara Eylül olaylarının gösterdiği gibi ciddi problemlere de yol açmıştır. Sonuçta bu sürecin en çok kaybedeni başta Filistinliler ve Arap ülkeleri (devletiyle, iktidarıyla, halkıyla) olmuştur.  

Gazzeliler ölecek mi vatanlarını mı terk edecek!

İsrail bugün Gazzelileri ölmekle vatanlarını terk etmek arasında tercihe zorluyor. Yola çıkanları da bombalıyor ancak bu başka bir mesele. Bütün dünyaya ve Arap ülkelerine de Gazzelileri topraklarına kabul etmedikleri takdirde öleceklerinin mesajlarını veriyor. Gazze’nin coğrafi konumu itibariyle bu meseleye muhatap şimdilik Mısır. Ancak İsrail’in tezlerinin kabul edilmesi durumunda problemin tüm bölgeye yayılacağı da aşikar. Ayrıca yakın zamanda Batı Şeria’da ortaya çıkması benzer senaryoda Ürdün benzer tehditle karşı karşıya kalacak.  

Kaldı ki bu seçenekler bir çözüm değil, yeni problemlerin başlangıcı ve temelini oluşturacak.  

Filistinliler ölür ya da vatanlarını terk ederse İsrail topraklarına el koyacak. Mısır’a yerleşirlerse İsrail için sonuç değişmeyecek. Ve problem Mısır’ın içine taşınmış olacak.  

Çözüm yok mu? Başka bir deyişle Filistinliler ölmekle vatanlarını terk etme seçeneklerinden birini tercih etmek durumunda mı? Elbette ki hayır.  

Tek çözüm yolu İsrail’in durdurulması, Filistin topraklarını terk etmesi ve bir daha saldırmasının önüne geçilmesi. Bu yapılmadığı takdirde meselenin her geçen gün daha da büyümesi tesadüf değil. Bu elbette ki kolay değil ve Arap ülkelerinin elinde bunu temin ede bilecek araçlar da mevcut. Her şeyden önce bu amaçla hareket edilmesi gerekiyor.  

Aksi takdirde Arap ülkeleri yeni bir sarmalın içine girebilir. Arap ayaklanmalarının üç sloganı “ekmek, özgürlük, adalet” idi. Bu süreç büyük oranda ülkelerin kendi koşulları çerçevesinde ortaya çıkmıştı. Ancak sebepleri itibariyle farklı, sonuçları itibariyle benzer bir sarmal tehlikesi mevcut. Başka bir deyişle İsrail, devletleri, iktidarları ve halkalarıyla Arap ülkelerinin ekmeği, adaleti ve Hegelyen anlamda özgürlüğü için yeni bir tehdit kaynağı olmaya doğru ilerliyor. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.