İsrail’i Kovuşturmak: Uluslararası Adalet Mekanizmalarının Bütünlüğüne İlişkin Bir Okuma 

Abbas Kabbari , Uluslararası Adalet Divanı ile Uluslararası Ceza Mahkemesi arasındaki farkları ve uluslararası adalet mekanizmalarının politik mi yoksa bağımsız mı olduğunu Fokus+ için inceledi.
Abbas_Kabbari.jpg
İsrail’i Kovuşturmak: Uluslararası Adalet Mekanizmalarının Bütünlüğüne İlişkin Bir Okuma 
21 Mayıs 2024

Türkiye geçtiğimiz günlerde, Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı ve İsrail’i Filistin halkına karşı "soykırım" suçu işlemekle itham ettiği davaya müdahil olacağını duyurdu. Bu da, geçtiğimiz Ocak ayında dünyanın ilgisini çeken söz konusu davayı yeniden gündeme taşıdı.  

Öte yandan, saldırılarını hala sürdürmesi, İsrail’in kendisini “yargılanamaz” gördüğü izlenimini doğruluyor.   

Söz konusu durum, uluslararası adalet sisteminin gerçekliği ve bağlayıcılığının boyutu hakkında, “bağımsız ve profesyonel mi, yoksa ağırlıklı olarak politik mi?” şeklindeki temel soruları gündeme getiriyor.   

Başta, uluslararası adaletin çeşitli kurumları arasında bir kafa karışıklığının bulunduğunu belirtmek gerekir.   

Uluslararası Adalet Divanı, Haziran 1945’te imzalanan tüzüğe göre, Milletler Cemiyeti’nin sona ermesiyle kapanan Uluslararası Sürekli Adalet Divanı’nın yerini alan, Birleşmiş Milletler’in (BM) bir yargı organıdır.    

Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü (Temmuz 1998) ise uyarınca kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden farklı bir mahkemedir. Uluslararası Ceza Mahkemesi, BM’den ayrı bir mahkemedir ve onun organlarından biri değildir.  

Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler Antlaşması uyarınca tüm devletlere karşı özel bir onaya gerek kalmaksızın görevlerini yerine getirirken, Uluslararası Ceza Mahkemesi yargı yetkisini, şu ana kadar üyeliğine katılan 124 ülkeye karşı kullanıyor. İki mahkeme arasında pek çok fark bulunuyor, ancak onları birbirinden ayıran temel bir fark var.   

Uluslararası Adalet Divanı “bireyler değil, devletler” arasındaki anlaşmazlıkların çözümü üzerinde çalışırken, Uluslararası Ceza Mahkemesi “devletleri değil, bireyleri” yargılamakla ilgileniyor. Yani Güney Afrika’nın açtığı davada, Uluslararası Adalet Divanı önünde sorumlu kişiler değil, "İsrail devleti" suçlanıyor ve kafa karışıklığı da burada yatıyor.   

Dolayısıyla Güney Afrika, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya, hükümet yetkililerine ya da ordu komutanlarına karşı bizzat suçlamada bulunmak isteseydi, Kasım 2000’de katıldığı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne giderdi.   

Uluslararası adalet gerçeği  

ABD Başkanı Joe Biden, Aksa Tufanı’nın başlamasından günler sonra, Gazze Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre, 500’e yakın kişinin şehit olduğu "Baptist Hastanesi katliamının” ertesi günü İsrail ziyaretine başladı.   

Biden söz konusu saldırıların ardından Tel Aviv’de yaptığı açıklamada, “Dün Gazze’deki hastanede meydana gelen patlama karşısında derin bir üzüntü ve öfke duydum. Gördüğüm kadarıyla bunu siz değil, diğer takım yapmış gibi görünüyor” dedi.   

Bu açıklama, İsrail hakkında soruşturma yapılmaksızın beraat kararı verilmesi ve işgal güçlerinin gerçekleştirdiği saldırılara uluslararası meşruiyet kazandırması nedeniyle "uluslararası adalet" ilkelerinin boşa olduğunun açık bir örneğini sunuyor.   

Uluslararası Adalet Divanı’nın soykırım iddiasını ele alması cezadan kurtulmanın bir yolu olabilir.   

Mahkeme ilk aşamada, İsrail’in Gazze'ye yönelik katliam, saldırı ve yıkımı önleyecek tedbirleri almasını ve acil insani ihtiyaçların derhal sağlanmasını talep eden "Gazze'deki soykırım eylemlerini durdurmak için acil tedbirler" alınması yönünde karar verdi. Bu, Güney Afrika tarafından hukukun üstünlüğü adına kesin bir zafer ve İsrail’in karara uymamasına rağmen Filistin halkının adalet arayışında önemli bir dönüm noktası olarak görüldü.   

Ancak mahkemenin bu tedbirlerin uygulanmasını zorunlu kılacak hiçbir yaptırımı yok.  

Soykırım suçunun kanıtlanması ise daha sonraki bir aşamada gerçekleşiyor.  Bu da birkaç yıl sürebilir ve çoğunlukla hiçbir hüküm verilmemesiyle sonuçlanan büyük pratik zorluklarla çevrilidir.   

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde de durum pek farklı değil. Cezasızlığın kanıtı daha açık.  Mahkemenin, esasen kurulmadan önce işlenen suçları inceleme hakkı yok, bu da bu suçların faillerine kötü bir itibar kazandırıyor.  

Soykırım suçlarının zaman aşımına tabi olmamasına ve mahkemenin, suçun meydana geldiği veya faillerin uyruğunu taşıdığı devlet tarafından açılan bir davayı değerlendirme hakkına sahip olmamasına rağmen, dokunulmazlık suça başlı başına bir cezasızlık nedeni olabilecek bir boyut kazandırıyor.   

Diğer durumlarda devletlerin, suça ilişkin bilgilerin devletin ulusal güvenliğine zarar vereceği ve sonuçta adaletin engellenmesine yol açabileceği gerekçesiyle suça ilişkin bilgi vermekten kaçınma hakları bulunuyor.  

Nikaragua’ya yönelik tazminat kararı   

Nikaragua, 1984 yılında Uluslararası Adalet Divanı’nda, ABD’yi Kontra isyancılarının Nikaragua hükümetine karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonları desteklemekle suçlayan bir dava açtı.   

Mahkeme bu durumu, taraflar arasında imzalanan ikili Dostluk, Ticaret ve Seyrüsefer Anlaşması’ndan kaynaklanan bazı yükümlülüklerin ihlal edilmesinin yanı sıra başka bir devletin işlerine karışmama veya ona karşı güç kullanmama ve egemenliğini ihlal etmeme konusunda uluslararası teamül hukukunun getirdiği yükümlülüklerin ihlali olarak değerlendirdi.   

Aynı zamanda, ABD’nin gerçekleştirdiği eylemlerin meşru müdafaa olduğu yönündeki gerekçelerini de reddeden mahkeme, bu eylemleri kınayan ve Nikaragua’ya mali tazminat ödeme yükümlülüğü getiren bir karar yayımladı.   

ABD’nin mahkemenin kararına uymaması, Nikaragua’nın konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) taşımasına neden oldu.  ABD burada, ilgili karara karşı veto yetkisini kullandı. Ayrıca bu dava, uluslararası adalet sisteminin zayıflığına dair canlı bir örnek oldu.    

Alınması yıllar süren karar, ABD’nin "vetosu" ile birkaç saatte boşa gitti.   Bu durum, mahkemelerde varsayılan yargı bağımsızlığı fikrinin açık bir ihlali olup, davanın taraflarından birini aynı anda hem davalı, hem de hakim durumuna düşürdü.  

BMGK’nın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin çalışmasını engellemesi   

BMGK’nın Uluslararası Ceza Kanunu kapsamındaki yetkileri, ona kovuşturmayı on iki aylık bir süre için erteleme yetkisi verir ve bu erteleme ek sürelerle yenilenebilir.   

Bu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yürürlüğe girdiği sırada, BMGK’nın 2002 tarihli 1422 sayılı kararında halihazırda kullandığı bir yetki.   

O dönemde, uluslararası çevreler tarafından dolandırıcılık ve adaleti engelleme olarak değerlendirilen, Roma Statüsü’ne taraf olmayan katılımcı bir ülkenin mevcut veya eski yetkilileri veya çalışanlarıyla ilgili herhangi bir davanın görülmesi engellendi.   

İsrail ve uluslararası adalet   

BM kararını İsrail’i açıkça kınamaktan mahrum bırakan ve başlangıcından bu yana onu korumaya çalışan Batılı tavrı takip edenler için bu bir sır değil.  

Avrupa ülkeleri ve ABD, bu konuda atılacak her türlü adımı engelleme sözü verdi. ABD Başkanı Joe Biden’ın konuya ilişkin açıklaması bunu açıkça gösteriyor.   

Daha açık olan şey, ABD Kongresi’nin bazı üyelerinin Uluslararası Ceza Savcısı’na yaptığı, kendisini Netanyahu veya ekibini hedef alan davaları kabul etmemesi konusunda uyaran tehdittir. Ayrıca ABD vetosunu, çok uzun zamandır onlarca kez İsrail lehine kullandı.   

Filistinlilerin hakkı açık bir sembolizm  

Kuşkusuz gerçek şu ki, uluslararası davalar, küresel kamuoyunun gücü ve ayaklanmanın büyüklüğünün etkisiyle, uluslararası toplumu uluslararası mahkemelerde davaların görülmesini kabul etmeye iten belirleyici bir konu olarak siyasi uzlaşmalara tabidir.   

Ancak, küresel ilginin azalması ve uluslararası arenanın sakinliğinden yararlanarak cezadan kaçmaya çalışan taraflar, "mahkemenin davalara bakma yetkisinin olmaması" gibi tipik hukuki nedenler arıyor.  

Konuya ilişkin raporlara göre bu durum, devletlerin iki mahkeme önünde dayandığı en önemli argüman ve uluslararası adalet önünde açılan davaların yaklaşık yüzde 50’sinin reddedilmesine yol açtı.   

"Filistin meselesi" konusunda uluslararası adalet sisteminden elde edilebilecek en fazla şey, zamanaşımı olmadan Filistinlilerin hakkı açık bir "sembolizm" olması ve küresel vicdanın ilgi odağında kalmasıdır.   

Bu “sembolizm”, hakkın kökenine, açıklığına, kısıtlamalara ve çelişkilere rağmen, zafere ulaşma imkânına dair insani bir işaret taşıdığı için uluslararası iddiaları öne sürenlerin ilk hedefi olmalıdır.  

Güney Afrika’nın açtığı davanın en önemli sonucu ve Türkiye'nin buna müdahil olma kararının bu kadar önemli olmasının nedeni de budur.   

Son olarak, nasıl ki Filistinlilerin hakkını destekleyen uluslararası kamuoyu soykırım konusunu uluslararası mahkemelerin gündemine taşımayı başardıysa, önemli gerçekleri de gözden kaçırmamak gerekir.  

İsrail’e yönelik varoluşsal tehditler artan direniş dalgalarından kaynaklanıyor. Davayı kabul etmenin bir diğer nedeni de eleştiriyi hafifletmek, küresel destek dalgalarını aşmak ve ona geçici bir zafer hissi vermektir. Yine de, uluslararası sistemin dinamiklerine göre bu konularda nihai karar, veto yetkisine sahip beş ülkeden birinin eline geçebilir.  

Buna rağmen, Filistin davasının maruz kaldığı bölgesel ve uluslararası ihanetler ışığında söz konusu adalet hareketleri sonucunda elde edilen küresel sembolizm alanını korumak önemlidir.  Bu, hiç şüphesiz çağın en önemli görevlerinden biridir.  

İşgalciye direnmek terör değildir, direnişini terör olarak damgalayıp, Filistin halkını soykırıma ve savaş suçlarına maruz bırakmak açık bir haksızlıktır.