1925’ten İlginç Bir Sahne: Atatürk’ten, İran’da Cumhuriyet Kurma Çağrısı  

İran’da Kacar monarşisinin yıkılıp yerine Pehlevi hanedanının kurulduğu 1924-26 dönemindeki gelişmeleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın dostu ve arkadaşı Rıza Han’a kendisini yeni şah ilan ettirmeyerek Cumhuriyet kurma çağrısında bulunmasının arka planındaki gelişmeleri, Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, Fokus+ için inceledi. 
Mehmet Akif Koç
1925’ten İlginç Bir Sahne Atatürk’ten, İran’da Cumhuriyet Kurma Çağrısı  
16 Ağustos 2024

Türkiye-İran ilişkileri, geçmişi ve bugünü itibariyle genellikle husumet ve rekabet parametreleri içinde ele alınır. Ancak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında iki ülke arasında yoğun bir dostluk, hatta kardeşlik ilişkisi tesis edildi.  

İki güçlü asker, Mustafa Kemal Paşa ile Rıza Han [sonradan Şah] arasında kurulan sıcak ilişkiler, umumiyetle 1934 yılındaki yaklaşık bir aylık ziyaretle hatırlansa da, 1920’lerde iki lider arasında sıkı bir dostluk olduğu dikkat çeker. Hatta Kemal Paşa bu dönemde Rıza Han’a yeni bir hanedan monarşisi sistemine geçmemesini, Cumhuriyet ilan ederse çok daha iyi olacağını söyleyip bunda ısrarcı olacak kadar yakındır ikili ilişkiler.  

Kacarların düşüşü ve Rıza Han’ın yükselişi 

Safevîlerin yıkıldığı 18. yüzyıl kaosundan çıkışta, 1796’da Tahran merkezli olarak yine Türkler tarafından kurulan Kacar hanedanı, kuruluşunun hemen ardından bilhassa Ruslar karşısında peş peşe alınan yenilgiler ve İran coğrafyasındaki etnik dinamikler ve aşiret isyanları nedeniyle sendelemekte ve dağılmaya yüz tutmuş bulunmaktaydı.  

Ciddi bir mali krizle karşı karşıya kalan Kacarlar, I. Dünya Savaşı boyunca topraklarını Osmanlı Devleti’ne karşı üs olarak kullanmak isteyen Rusların ve İngilizlerin işgaline uğradı. Ülkenin kuzeyi Rusların, güneyi ise İngilizlerin kontrolü altındayken, Kacarların son hükümdarı Ahmed Şah’ın otoritesi, Tahran’ın ve yakınındaki birkaç şehrin ötesine geçmiyordu. Kendi isteğiyle bağımsızlığını yabancı güçlere ipotek eden ve taşrada çok sayıda isyanla karşı karşıya kalan İran’da milliyetçi ve anti-sömürgeci dinamikler harekete geçmiş durumdaydı.  

Tüm bu şartlar, benzeri pek çok memlekette olduğu gibi, müstebit bir generalin kontrolü ele alıp demir yumrukla ülkeyi yöneteceği bir iklimi hazır kılmıştı. Kuzeyden yetişen bir askerin nüfuzu hızla artmaktaydı. Mazenderan’ın bir köyünde doğan Rıza Han, 1891’de girdiği Rus eğitimli Kozak Piyade Birliği içerisinde kabiliyeti ve çalışkanlığıyla hızla yükseldi. Kozak Tugayı içerisinde 1917 Devrimi etkisindeki Bolşevik komutanların tasfiyesinde İngilizlerin yanında yer aldı, 1918’de Gilân’daki Mirza Kuçik Han’ın Cengelî isyanını bastırarak prestijini artırdı. Ardından Osmanlı-İran sınırındaki Kürt aşiretlerini organize ederek isyan eden Simko Ağa’nın başkaldırısını bastırıp, Kürt illerinde İran merkezi devletinin otoritesini kuran da yine Rıza Han oldu. 

 

Cengelî ve Kürt isyanlarını bastıran, ülkenin diğer bölgelerindeki aşiret başkaldırılarını da kontrol altına alan Rıza Han, 1923’e gelindiğinde İran’ın tartışmasız tek lideri haline geldi. Hatta otoritesi iyice zayıflayan Ahmed Han’ı, Avrupa’ya sürgüne gönderecek kadar güçlenmiş ve kendi kabinesini kuracak kadar da iç siyasi ortama hâkim hale gelmişti. Nitekim Rıza Han’ı bir nevi kurtarıcı olarak gören meclis, 31 Ocak 1924’te Avrupa’da sürgünde bulunan Ahmed Şah’ı gıyaben tahttan indirdi. 12 Aralık 1925 tarihinde de yine aynı meclis tarafından Rıza Han “şehinşah” ilan edildi ve Nisan 1926’da “Şah” olarak taç giydi, 1941’te yerine geçen oğlu Muhammed Rıza Şah 1979’da Ayetullah Humeyni tarafından devrilene kadar Pehlevi monarşisi 54 yıl boyunca İran’ı yönetti. 

Atatürk’ün Tahran Sefiri Memduh Şevket’in anılarında, Rıza Han’ın “Şah” olması  

1884 Tekirdağ doğumlu Memduh Şevket Esendal, genç yaşta İttihat ve Terakki içinde yetişmiş, cemiyetin Anadolu Müfettişliği görevinde bulunmuş, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun destekçisi pozisyonundaki sivil bürokratlar arasındadır. Memduh Şevket, ömrünün ilerleyen döneminde iyi bir öykü yazarı olmadan önce, Mustafa Kemal Paşa’nın Şark’taki kritik ehemmiyeti haiz başkentlerde en güvendiği sefirlerin başında gelir.1920-24 döneminde Bakü sefiriydi, Sovyetlerin bölgeyi ele geçirmesiyle ülkeden ayrıldı. 1925-30 yıllarında Tahran sefiri oldu ki bu dönem Rıza Han’ın da şah olarak taç giydiği döneme denk gelir. 1933-41 yıllarında da Kabil sefirliği yaptı ki o dönemde Afganistan da tıpkı İran gibi, Atatürk Türkiye’sini model alarak modernleşme sürecine girmişti. Türkiye’ye dönünce dört dönem vekillik yaptı, ayrıca 1942-45 arasında CHP genel sekreterliği de yaptı ki bu da Atatürk-İnönü liderliğinin kendisine ne kadar güvendiğini ortaya koyar.  

Esendal, 1925 Kasım ayında vardığı Tahran’da, Kacarları hal eden Rıza Han’ın kuvvetli olduğunu, ancak halkın da katıldığı birkaç törende kendisine pek fazla teveccüh edilmeyince kızdığını, bu sebeple Azerbaycan taraflarını dolaşarak kendisine destek aradığını, esasen Azerbaycan’ın İran genelindeki tüm devrim ve ihtilallerde öncü rol oynadığını aktarır. Meclis kürsüsünde Rıza Han’a en sert muhalif duruş gösteren mebusların başındaysa Dr. Muhammed Musaddık gelir ki bilahare bu muhalefetinin cezası olarak Rıza Şah tarafından sürgün edilecek ve siyasetten yasaklanacak, ama 1951-53 yıllarında bu sefer oğul Şah döneminde başbakan olacaksa da bu sefer İngiltere-ABD ortak darbesiyle görevinden uzaklaştırılıp yeniden ev hapsine alınacaktı. 

Esendal’ın anıları boyunca dikkat çeken bir husus, biraz da diplomatik görevinin verdiği bir algıda seçicilik alışkanlığı ve Bakü’deki görevinden dolayı Sovyetlere karşı geliştirdiği menfi bakışın da etkisiyle; Rıza Han’ı sürekli olarak İngilizlerle Sovyetler arasındaki güç mücadelesinde edilgen bir figür olarak görme/gösterme hatasıdır. Halbuki Mustafa Kemal Paşa gibi Rıza Han da pragmatik bir lider olup, yeri gelince bir tarafa yeri gelince diğer tarafa yakınlık göstererek, dengeleme ve güç maksimizasyonu amacıyla hareket eden şahsiyetlerdir. Esendal hatıratın bir yerinde bunu inkâr etse de metnin tümüne yansıyan genel bakışı bu şekildedir. 

Memduh Şevket, Rıza Han’ın güçlendiğinin görüldüğü andan itibaren, bilhassa Kacarların Meclis’teki halinden sonra iktidarının tanınması için Ankara’ya adeta baskı yapar. Her ne kadar bu ileri görüşlü bir adımsa da bu tür hatıratların geriye dönük olarak oluşturulduğunu ve “tarihin yeniden kurgulanıp yazıldığını” düşününce bunda bir miktar ihtiyat payı bırakmak gerekir. Yine de Esendal’ın dönemin kaotik İran ortamında, Türkiye’yle de zihninin arka planında paralellik kurarak yaptığı şu tespit kafa yapısını yeterince anlatır:  

Bence Rıza Han birçok mecburiyetlerle İngilizlere ve diğer ecnebi bir devlete mümaşaatkâr olsa da tab’an onların ellerinden kurtulmak çarelerini aramaktadır ve arayacaktır. Çünkü askeri kuvvetler esir olmamaya meyyaldirler… Biz İran’da sabit bir siyaset takip edebilmek için askeri bir hükümetin kurulmasına intizar etmeli ve eğer bir Rıza Han yoksa da onu icada çalışmalıyız. Bu, bizim menfaatimiz icabıdır.” 

Esendal Tahran’a varışından dokuz gün sonra Rıza Han tarafından kabul edilmiştir, kendisini hiç bekletmeden tam üçte huzuruna kabul etmiş olduğunu kaydeder –ki İran’da diplomatik ziyaretlerde asgari yarım saatlik gecikmeler günümüzde bile normal kabul edilir. Burada Rıza Han’ın Türkiye’deki liderler ve genel duruma dair söyledikleri bilhassa önemlidir:  

Benimle derhal Türkçe konuşmaya başladı. Beni çoktan beklediğini söyledi. Reisicumhurumuzu, İsmet Paşa’yı sordu. Selamları olduğunu söyledim. Onlardan bütün mesaileri eyyamınca yardım istediğini, fevkalade teveccüh ve muhabbeti olduğundan bahseyledi. ‘Ben onların gözündeyim, onlar benim kalbimdedir’ diye izhar-ı muhabbet eyledi… ‘Bütün Şark milletlerinin gözleri Mustafa Kemal hazretleri ile benim üzerimdedir’ dedi. Geçici hükümeti tanımamızın gecikmesinin telgraf muhaberatındaki eskilikten ileri geldiğini söyledim… Bu hükümeti evvela Türklerin tanımış olduklarına kalben itimat ettiğini söyledi… Hükümetin teşkiliyle ilgili olarak ‘Sizinle gene ben, yakın vakitte mahfi bir mülakat tertip etmeliyim’ diyerek, Hariciye Vezirinin yanında bu sözleri açmak lazım olmadığını ihtar etti, bu sözü iki defa daha tekrar eyledi.” 

Bu tanıklık bilhassa önemlidir zira Ankara, telgraf muhaberesindeki gecikmeden dolayı tanımamış değildir; diğer devletlerin durumunu ve olaya bakışını görüp daha ileri bir vakitte Rıza Han’ın geçici hükümetini tanımak niyetindedir, ancak Memduh Şevket ön alarak bu konuda Ankara’ya ısrarcı olur. Nitekim gerekli izni alarak biraz da takdir hakkını kullanarak birkaç gün sonra resmen tanıdıklarını bildirecektir.  

 

Ayrıca Rıza Han yanındaki hariciye vezirine güvenmemekte, kendisini şah ilan ettireceği yeni vaziyeti onun yanında konuşmaktan içtinap etmektedir. Görev süresinin başlangıcında bu Kacar dönemi eski devir bürokrasisiyle çeşitli sorunlar yaşayacak, ama hepsini de demir yumrukla “hizaya getirecektir” ki sıklıkla çevresindekileri tekme tokat dövdüğü kaydedilir Rıza Han’ın.   

Esendal ayrıca Rıza Han’ın görüşmedeki sözlerinden şu üç hususu bilhassa kayda değer bularak tekrar eder:  

i) Sizinle yakın zamanda mahfice görüşmeliyiz, ii) Bir fırsat düşecek olursa Ankara’ya gitmek isterim, iii) Bizim aramızda bir resmi, bir de hususi iki türlü münasebet olmalıdır.”  Rıza Şah’ın Ankara ziyareti için o fırsat bir türlü düşmez, bu görüşmeden dokuz yıl sonrasına, yani 1934’e kadar gidemez Ankara’ya, Kemal Paşa ise hiç gidemez Tahran’a.  

Memduh Şevket’in sefir gözüyle Rıza Han’ı tanıyıp algılamasında, yaptığı görüşmeler arasında özellikle birinin etkili olduğu anlaşılıyor ki tafsilatını bahusus kaydeder.  

Bugün Mebusan azasından Urumiye Mebusu Afşar beni ziyarete geldi ve Rıza Han’ın ne İngiliz ne de Rus taraftarı olduğunu, iktizasına göre iki tarafa da ‘sizdenim’ dediğini hakikatte memleketini sever bir adam olduğunu, esasen cumhuriyete taraftar bulunduğunu, ancak bundan evvel cumhuriyet ilan etmek istediğinde bir yandan hocaların bir yandan İngilizlerin muhalefetine uğradıklarını, bugün de cumhuriyet ilan etmek fikrinde bulunduğunu, fakat İngilizlerin yine hocaları tahrik edeceklerinden korktuklarını söyledi. Türkiye’de ilan edilen cumhuriyetin burada hocaların gözlerini açtığını ilave eyledi… Afşar diyor ki Rıza Han bir şahlık ilan edecektir ki adı cumhuriyet değil ise de kendi cumhuriyettir.” 

Bu dönemde Memduh Şevket’in Sovyet –kendisi Rus sefiri der- ve İngiliz sefirlerle görüşmelerinde bilhassa takip ettiği bir konu da Türkiye ile İngiltere arasında çözüme kavuşturulamamış olan Musul meselesidir ki hemen her gün bu konuya dair malumat aktardığını kaydeder hatıralarında. O dönemde İngilizlerin İran’ın desteğini aradıkları, bunun için Rıza Han’ın kendini şah ilan etmesini de destekledikleri açıktır. Sovyet sefirinin gündeminde ise İranlıların Necef ve Kerbela havalisinde bir nevi himaye sahibi olmak için İngilizlerle görüştüğü, hatta İngilizlerin Türkiye-İran-Irak arasında bir itilaf akdini tasavvur etmeleri vardır. Nitekim o yıllarda değilse de İngilizler emellerine ulaşacak, Sovyetlere karşı bir işbirliği ve savunma bloku olarak Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Paktı’nın imza edilmesini temin edeceklerdir.  

***  

 

1925’in buhranlı savaş sonrası şartları ve İran’ın iç siyasi ve toplumsal gailelerle her an kaynayan atmosferinde Rıza Han tek güç olarak yükselirken, hemen yanı başındaki dostu ve arkadaşı Kemal Paşa ve arkadaşları cumhuriyet rejimini ilan ederek monarşiyi ortadan kaldırmıştır. Kemal Paşa sefiri aracılığıyla Rıza Han’dan da Kacar monarşisini kaldırmakla iyi yaptığını ama yerine kendi hanedanını koymamasını ve onun da bir cumhuriyet ilan etmesini ister. Bu suretle Rusya-İran-Türkiye olarak eski monarşileri cumhuriyetle değiştiren üç güçlü komşu olacaklarını ve bu suretle Batı karşısında daha sağlam durabileceklerini hesap etmektedir.  

Ancak Rıza Han “İran şahlığa alışıktır, başka türlü bir rejimle yönetilemez, onun için şahlığımı ilan edeceğim” cevabı verir. Kemal Paşa ve Tahran’daki sefir bu sefer de tek adamlık rejiminin kayd-ı hayat şartıyla geçerli olması ve hanedana dönüşmemesini temin için girişimde bulunur. Rıza Han kaçamak cevaplar verse de muhtemelen yine benzer saiklerle ülkesinin parçalanabileceği korkusuyla –veya durumu bu şekilde yansıtarak- diktatörlüğünü hanedana dönüştürür.  

Rıza Han İran’ın şahlığa alışkın olması bahsinde, 1920’lerin şartlarında kuşkusuz haksız değildir, nitekim 1979’da Pehlevi saltanatı yıkılınca da doğrudan cumhuriyete geçilmez, pratikte ve resmiyette eski dönemlerin Şahlarından daha kudretli olan ve bunu anayasal güvenceye de kavuşturan bir Veli-yi Fakih (Rehber, Dini Lider) tarafından yönetilmeye başlanır ülke. Bununla birlikte, Rıza Han’ın babadan oğula geçen bir hanedana dönüştürdüğü şahlık monarşisi kendisine de ailesine de hayır getirmeyecektir. 1941’de yine İngiliz ve Sovyetlerin ortak operasyonuyla tahtından edilip yurtdışına sürgüne gönderilen Rıza Şah’tan sonra, oğlu Muhammed Rıza Şah da devrimle alaşağı edilecek ve o da sürgünde gözlerini hayata kapayacaktır. Tıpkı Rıza Şah’ın 1925’te sürgündeyken tahtını elinden alarak birkaç ay sonra Şahlık tahtına kendisi oturduğu Kacarların Avrupa’da sürgünde ölen, son hükümdarı Ahmed Şah gibi.