Bir Demografik Çöl Olarak Türkiye
Büyükleri ziyaret etmek ve doğduğum topraklarla hasret gidermek için her yaz Türkiye’nin batısından doğusuna doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Çoğunlukla karayolunu kullanıyorum ama uçakla gittiğim de oluyor. Bu yolculukların karadan ve havadan gözle çekilmiş fotoğrafları belleğime yapıştı artık.
Otobüsle ya da kendi aracımla çıktığım yolculuklarda İstanbul’dan Gerede sapağına kadar trafik pek yoğun olur. Yol kenarındaki yerleşim yerleri de neredeyse birbiriyle bitişmiştir. Gerede sapağından Amasya’ya kadar yoğunluk ciddi olarak azalır ve yol kenarındaki meskûn alanların birbirine mesafesi uzamaya başlar. Amasya’dan sonra ise her yanı bir ıssızlık kaplar. Yollar da yol kenarları da bomboştur. Yol neredeyse sizin aracınıza tahsis edilmiş gibidir; bazen biri sizi geçer, bazen siz birini geçersiniz, bazen de karşıdan bir araba batıya doğru gider. Eğer bu, karanlıkta bir yolculuksa insanın içini tenhalıkla birlikte bir tedirginlik de kaplar. Bir kaza geçirseniz, bir şarampole yuvarlansanız sizi görecek kimse yoktur. Eşkıya çağında olmadığımız için, en azından o açıdan içimiz rahattır. Yine de karanlık her türden korkuyu tetiklemeye müsaittir.
Batıdan doğuya doğru çıkılan bir yolculukta yolcu Bolu’ya kadar modern, konforlu mola yerlerine uğrayıp ihtiyaçlarını giderme olanağına da sahiptir. Bu konfor Gerede sapağından Amasya’ya kadar belirgin bir ölçüde düşer ama hala bir çıta vardır. Amasya’dan sonra mola yerleri arasındaki mesafe uzamakla kalmaz, konfor ve hizmet kalitesi de düşebildiği kadar düşer. Uzun yolun bir noktasından itibaren tenhalık ve özensizlik kol kola girer. Sunulan yemekler, mola yerlerinin bedbahtlığı, çalışanların davranışları başka bir Türkiye’nin fotoğrafları gibidir. Yolcular değişmemiş ama yolda bir şeyler değişmiştir.
Bu uzun yolculuk ister istemez Türkiye coğrafyasını ortadan bir çizgiyle ikiye bölmenize sebep olur: Batı ve doğu. Yoğunluk ve tenhalık. Özen ve özensizlik. Göç hareketlerinin, iklimin, onlarca yıl boyunca sürdürülen politikaların gittikçe tonlarını birbirinden ayırdığı bir ülkenin de çizgisidir bu. Hiç değilse şu soruyu kendinize sormadan edemezsiniz: Başka türden bir çözüm mümkün değil miydi acaba? Bu topraklar ıssızlığa terk edilmek zorunda mıydı?
Canlılığını yitiren Anadolu kırsalı
Aslında resmi veriler de ülkemizin nasıl bir demografik çöl haline geldiğine işaret ediyor. 2022 TÜİK rakamlarına göre, nüfusumuzun yüzde 68’ini oluşturan 58 milyon insan topraklarımızın yüzde 1,6’sına yani 12 bin kilometre kareye sıkışmış durumda. Türkiye yüzölçümünün yüzde 93,5'ini oluşturan ve kır olarak isimlendirilen yerleşim yerlerinde ise toplam nüfusun yüzde 17,3'ü ikamet ediyor.
Köy ve kasabalarda emekli insan sayısında bir artış da söz konusu. Bir anlamda Anadolu, insanların büyük şehirlerde çalıştıktan sonra ömürlerinin son yıllarını geçirmek için döndüğü bir istirahatgâh olarak görülmeye başlandı. Ama bir iki kuşak sonra bu da bitecek, köylerde hiçbir yaşam deneyimi ve hatırası olmayan kuşaklar oraya dönmeyi akıllarından bile geçirmeyecekler. Pek çok ev ıssızlığı içinde yavaş yavaş yıkılacak, bahçeler yabanileşecek, kâğıt üzerinde sayısız hissedarı bulunan ama üzerinde kimsenin oturmadığı bir coğrafyaya dönüşecek Türkiye’nin pek çok yeri.
Oysa bu yerler çöllerdeki ya da Asya bozkırlarındaki gibi susuz, topraksız ve nebatatsız yerler değil! Pekâlâ büyük kentlerdeki hayat konforunun bir benzeri oluşturulabilir, koşullar buna müsait. Bir an Ecevit’in “köy kent” projesini hatırlamamak elde değil. Klasik sağ-sol körlüğü böyle bir projenin değerlendirilmesini imkân dışına itmişti.
Küresel canlı malzemeye dönüşmek
Beşeri coğrafyanın bileşenleri vardır. Coğrafi yapı, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve iklim bin yıllar boyunca birbiriyle iç içe geçerek bir hayat oluştururlar. Bu sadece insanın değil, dağın, bitkinin, suyun da hayatıdır. Kültür, hikâyeler, masallar, türküler, ananeler hep bu düzenin içinde şekillenir ve coğrafyayı yurtlaştırır. İnsan bu denklemin içinden çekildiğinde geriye kalan yalnızca kendi düzeni içinde yürüyüp gidecek yabanıl doğadır. Bir başka deyişle “yurtlaşmak” bir yerin siyasi harita içinde tutulması değil orada insan kültürü ve töresinin de hep canlı olmasını sağlamaktır. Bu kültür ve töre küresel kültür endüstrisine karşı da bir noktaya kadar direnç sağlayan bir içeriğe sahiptir.
Göçler yalnızca bazı coğrafyaların boşalmasını sağlamaz, göç edenleri önce melezleştirir ardından da küresel canlı malzemesine dönüşmesinin önünü açar. Hülasa, bizim bir siyasi haritamız var ama bu haritanın sınırları içinde dengeli bir yurtlaşmamız yok artık. Türkiye bu yurtsuz yurda bir çözüm bulmak zorunda.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Gazze'de gönüllü olarak görev yapan ABD'li doktor Talal Ali Khan, İsrail'in hedef gözetmeyen saldırılarında sağlık çalışanlarının can güvenliğinin ciddi risk altında olduğunu belirtti. Khan, bombalanan hastaneler ve hedef alınan okullar…
Daily Sabah Yayın Koordinatörü Dr. Mehmet Çelik, 18-19 Kasım'da Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde gerçekleştirilen G20 Liderler Zirvesini ve sonuçlarını değerlendirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, G20 Zirvesi dönüşü yaptığı açıklamalarda, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırganlığını kınarken, Ukrayna-Rusya savaşında daha fazla silahlanma yerine diplomasi ve barış çabalarının öncelikli olması gerektiğini vurguladı.…
Türk firmasına ait Panama bandıralı Anadolu S adlı kuru yük gemisine Yemen açıklarında Husiler tarafından füze saldırısı düzenlendi. Dışişleri Bakanlığı, saldırıyı şiddetle kınayarak benzer olayların önlenmesi için gerekli girişimlerde bulunulduğunu…