Yeni Dünya Düzeninin Pathosu
20. yüzyılda yapılan Dünya Düzeni tartışmalarının Pax Americana’ya bağlandığı bilinir. Ancak popüler kamusal tartışmalarda meselenin tezahür ettiği yer, farklı tercihlerin, farklı okuma biçimlerinin ya da farklı değerlendirmelerin olduğunu gösterir. Her değerlendirmenin angaje olduğu politik pozisyonlar, güncel olanı anlamaya çalışırken gelecekte ne olacağına dair beklentilerini de satır aralarında ima ederler.
Peki, bu bağlamda ‘Yeni Dünya Düzeni’ tanımlamasıyla popüler kamusal tartışmalarda ne kastediliyor? Dahası, hakikatte bu kastedilenin ötesinde gerçek bir düzenden bahsedilebilir mi? Eğer bahsedilecekse, bunu nasıl tanımlamak gerek ki gelecekte bizi nasıl bir dünyanın beklediğini bilelim. Özellikle siyonist saldırganlığın dizginlenmeyen yayılmacılığını, dünyanın gözü önünde yürüttüğü soykırımın bu düzendeki alımlanışını bilmek bizim için önemli. Zira, siyonist saldırganlığı önlemenin yolu olarak uluslararası düzenden medet ummanın ne kadar gerçekçi olduğu ancak Yeni Dünya Düzeni’nin hangi maksatla inşa edildiğinin anlaşılmasıyla mümkün olabilir. Bu bağlamda politik tercihleri nedeniyle Yeni Dünya Düzeni tanımlamasında sosyalist, liberal ve İslamcı söylemlerin bazen ortak bazen farklı tanımları olduğunu söylemeliyim.
Sosyalistler ya da liberaller için Yeni Dünya Düzeni
Sosyalistler veya liberaller derken tüm sosyalist/liberal yapıları ya da bireyleri değil, kamusal tartışmalarda belirleyici olan sosyalist/liberal söylemin ideal tipini kastediyorum.
Nazi yayılmacılığına karşı Birleşik Devletler öncülüğündeki Batı koalisyonu ile Sovyetlerin birleşerek Almanları alt etmesi, 1945 sonrasında dengeli bir yapının kurulmasını mecbur kılmıştı. Özellikle, Avrupa’nın I. Dünya Savaşı sonrasında bir asır önce kendi içinde kurduğu dengeyi (Avrupa Ahengi/Concert of Europe) tekrar kuramaması, üstüne Amerika Birleşik Devletleri’nin kıtaya yaptığı borç yardımlarını tahsil edememiş olması 1945 ve sonrasına giden sürecin yolunu açmıştı.
1918’de nihayete eren I. Dünya Savaşı’nın barış görüşmelerinde Fransa’nın takındığı tavır ve Almanlara ödetmek istediği bedel, henüz o günlerde bile yakın gelecekte bir rövanşın olacağını gösterir gibiydi. Britanya adına görüşmelere katılan heyetlerin birinde bulunan J. M. Keynes, bu görüşmelerin barış görüşmesi değil yeni bir savaşın hazırlığı olduğunu vurgular. Çünkü Keynes’e göre Fransızların Almanlardan istediği savaş tazminatı Almanların ödeyemeyeceği bir meblağ, barış şartları da kabul edemeyecekleri şartlardır. Nihayetinde Keynes’in öngörüsü haklı çıkar ve II. Dünya Savaşı olur.
ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında 1918’de yaptığı hatayı yapmayacaktır. Bu nedenle kıtayı kendi başına bırakmaz; politik, askerî ve iktisadî olarak batı güçlerini kendi inşa ettiği sisteme entegre eder. Sembolik olarak 1944’te ABD'nin New Hampshire eyaletinin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da varılan kararla dolar merkezli ‘Uluslararası Para Anlaşması’ imzalanır. Ardından Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) kurulur. Bu sadece ekonomik bir işbirliği değil, aynı zamanda içinde Sovyetlerin (ve ona yakın olan ülkelerin) olmadığı küresel bir politik organizasyon anlamına da gelir. Ve savaş sonrasında yeni inşa edilen iktisadi düzende Keynes’in teorik çerçevesini sunduğu devlet regülasyonuna imkân tanıyan modern liberal ekonomi politikaları cari olur.
Bu savaş sonrası ekonomik düzende, devletler devasa kamu yatırımlarıyla istihdam yaratarak bir taraftan işsizliği önlerken diğer taraftan da tüketimi teşvik ederek piyasanın canlanmasını sağlar. Aynı zamanda refah devleti uygulamalarıyla eğitim, sağlık, emeklilik gibi temel toplumsal ihtiyaçları devletler sağlar. Aslında bu iktisadî politikalar Nazi Almanyası’nın 45 öncesinde uyguladığı politikalardır ama şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim.
45 sonrası dönemde kurulan Bretton Woods düzeninin 70’lerin başında kriz yaşaması, 73 petrol krizi vb. iktisadi bunalımlar nedeniyle önce 73’te darbe yönetiminin Şili’de uygulamaya başladığı, ardından 70’lerin sonu ve 80’lerin başında Margaret Thatcher’in İngiltere’de ve Ronald Reagan’ın ABD’de uyguladığı iktisat politikalarına genel olarak Neo-liberal düzen denmektedir. Refah devleti politikalarının terk edildiği, işçi örgütlenmelerinin sınırlandırıldığı, eğitim, sağlık vb. kamu hizmetlerinin piyasalaştırıldığı bu düzen, aynı zamanda küreselleşmenin de gündeme gelip yaygınlaşmaya başladığı dönemi yansıtır. Kimlik politikalarının arttığı, bunun neticesinde çoklu kimlik meselelerin gündeme geldiği, ulus-devlet sınırlarının ve konvansiyonel politikalarının sorgulandığı, kültüralist çoğulculuğun yaygınlaştığı bir dönemdir bu. Örgütlü yapıların -ister sosyalist ister sağ/milliyetçi olsun, fark etmeksizin- birer tahakküm aracı olarak tanımlandığı bu dönemde, toplumsallık ve toplumsal organizasyonlar değişmekte, süreçler kimlik siyaseti merkezli olarak işlemektedir.
Sosyalistlerin eleştirel, liberallerin de olumlayıcı bir perspektiften değerlendirdiği bu Yeni Dünya Düzeni’nde, “homo economicus” hiçbir hukuki bağla sınırlanmaz. Öncesinde “homo juridicus”un hukukî düzen ve toplumun faydasını merkeze alan sınırlamaları, neo-liberal dönemde terk edilerek “homo juridicus”, “homo economicus”un diline tercüme edilir. Yani hukuk sermayenin çıkarına olacak şekilde inşa edilir; devlet piyasa yaratır.
Toparlayacak olursak, savaş sonrası dönemde kurulan düzenin terk edilerek küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların yaygınlaşmasına imkân tanıyan bu düzen, sosyalistler ya da liberaller tarafından Yeni Dünya Düzeni olarak tavsif edilir.
İslamcı söylemde Yeni Dünya Düzeni
Sosyalist ya da liberal söylemin aksine İslamcı söylem, Yeni Dünya Düzeni’ni ekonomi-politiğin dilinde aramamasıyla ayrışır. İslamcı söylemde Yeni Dünya Düzeni, NATO’nun yeni düşman konseptine İslam’ı konumlandırdığı erken-90’larda başlar. Soğuk Savaş’ın nihayete ermesinin ardından, Pax Americana’nın kendi meşruiyeti için ihtiyaç duyduğu istikrarsızlık yaratan gücü Sovyetler tasfiye edildiği için bu sefer Müslümanlar temsil eder.
80’lerde Sovyetlerin ‘kızıl’ yayılmacılığına karşı Müslüman dünyanın bir tampon görevi görmesini merkeze alan ‘Yeşil Kuşak’ projesi, 90’larla birlikte terk edilmeye başlanır. Yeşil Kuşak projesi, aslında ABD’nin beklediği performansta bir verimlilikle çalışmamıştır. Modern Batı uygarlığının liberal-kapitalist değerleriyle barışık, Moderate Islam/Muslim (Ilımlı Müslüman da denebilir) kimliğini varsayan proje aynı zamanda sosyalist tehlikeye karşı mobilize edilecek kitlesel örgütlenmeyi de içermekteydi. Fakat projenin hesaba katmadığı bir şey vardı: İslam’ın usulî kabulleri. Yani tevhidî dünya görüşünün epistemik kaynakları, ABD’nin salık verdiği liberal-kapitalist değerleri kabul etmediği gibi, onları da sosyalist dünya görüşüyle aynı kefede bâtıl olarak kabul etmekteydi. Bu nedenle İslamcılar için Sovyetlerin komünist yayılmacılığı ne kadar tehlikeli ise ABD’nin kapitalist yayılmacılığı da en az o kadar tehlikeliydi. Böyle olduğu için dar çerçeveli, bireysel ya da lokal angajeler dışında anaakım İslamcı yapılar Yeşil Kuşak projesine mesafeli kalmışlardı.
Sovyetlerin ve Yeşil Kuşak projesinin çöküşü İslamcı söylem için yeni bir dünyanın kapısını araladı: Yeni Dünya Düzeni. Bu düzenin kritik eşiği, NATO’nun ‘Yeni Stratejik Konsept’inde varoluşsal düşman olarak İslamcı fundamentalistleri gördüğünü ilan etmesiydi. Bu bağlamda NATO eski genel sekreteri Willy Clae’in Şubat 1995’te yaptığı açıklama çok nettir: “Doğu Avrupa’da komünizmin yıkılmasından bu yana geçen 5 senede, müttefiklere ve Batı’nın güvenliğine en büyük tehdidi hızla yükselen İslamcı militanizm oluşturuyor.”
İslamcılığın Sovyetlerden sonra yeni düşman konsepti olduğu, Clae’den çok önce, 1990’da yine NATO bağlamında Margaret Thatcher tarafından da dile getirilmişti. 2000’lere doğru giderken yükselen İslamcı terör söylemi, konvansiyonel basında baskın bir retorik olurken, Darulislam’ın farklı coğrafyalarına yapılan askeri müdahaleler dünya kamuoyunda meşruiyet zemini bulabildiği için yeteri kadar tepkiyle karşılanmamıştı.
11 Eylül eylemleri sonrasında ise stratejik konsept Atlantiği ve Kıta Avrupası’nı aşıp küre ölçeğine yayıldı. ABD’den Fransa’ya, Rusya’dan Çin’e, Özbekistan’dan Angola’ya ya da Nijer’e kadar güçlü-zayıf her iktidar, Müslüman muhalefeti terör söylemiyle yaftalayarak tasfiye etme yoluna gidebildi. Dolayısıyla İslamcı söylemdeki Yeni Dünya Düzeni tanımlaması, İslam karşıtlığının Batı öncülüğünde küreselleşmesi olarak okunabilir.
Yeni Düzen’in mahiyeti
Aslında gerek sosyalist gerekse de İslamcı söylemdeki Yeni Dünya Düzeni tanımlamalarının haklı yönleri söz konusu. Ancak kişisel kanaatim, Yeni Düzen’in çok uzun süredir var olduğu ve tüm uluslararası kamuoyunu yarattığı yönünde. Açıklayayım:
Dünya Düzeni kabullerinin ıskaladıkları nokta, düzenin değişen taraflarının aksine değişmeden kalan ve düzene karakterini veren pro-siyonist yani her koşulda siyonist çıkarları destekleyen yapısıdır. Bu sistemin hem felsefi hem de akademik kabullerinin gündeme getirilmesi, mahiyetinin anlaşılması için olmazsa olmaz gerekliliklerden. BM’nin kurulmasında, İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilan edilmesinde vb. siyonizmin etkisi yadsınamaz. Evrenselci filozofların evrensel hakları kime layık görüp kimi de bu haklardan mahrum bıraktıklarını kendi söylemlerinden çıkarsamak mümkün.
Bugün uluslararası olarak bildiğimiz kurumların inşa edildiği 45 sonrası düzen, yani Pax Americana, soğuk savaş retoriğinin aksine Sovyetleri varoluşsal öteki olarak hiç görmedi. Zaten Nazilerin geriletilmesinde müttefiklerdi. Düzenin inşa edildiği ilk yıllarda kurumları oturana kadar yaşanan ABD-Sovyet çekişmesi çok değil 10-15 yıl sonra detantla yumuşamaya başlamış ve mutabık kalınan kontrollü bir gerilimle düzen tahkim edilmiştir. ABD için bunun bedeli, Sovyetlerin süper güç olarak kabul edilmesi olmuştur. Bu nedenle 45 sonrası düzenin sembolik kurumu olan Birleşmiş Milletler’e (BM) mutlak veto yetkisine sahip olarak Sovyet Rusya ve Çin dahil edilerek Yeni Dünya Düzeni küre ölçeğinde tahkim edilmiştir.
Düzenin pro-siyonist karakteri, sadece Almanların Nazi günahlarının kefareti olarak dışlanması değildir; aynı zamanda Müttefiklerin (ABD, İngiltere, Fransa, SSCB ve Çin’in) Yahudileri ayrı bir ulus olarak tanımalarıydı da. Kastım bir Yahudi kimliğinin ya da Yahudilik’in olmadığı değil; tabi ki Yahudiler ve Yahudilik diye bir gerçek var. Ancak bu entitenin ulus-devletler çağında bir ‘ulus’ olarak tanınması, o ulusun bir devletini ve vatanını da varsayar; devlet ve vatan yoksa onları gerekli ve meşru kılar. Aklınıza hemen Wilson’ın ‘self determinasyon’ yani ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin geldiğini anlıyorum. Ancak bu ilke sadece Doğu Avrupa’da geçerli kılınırken sömürge topraklarında bu ilkenin işletilmesine hiçbir güç yanaşmamıştır.
Yeni Dünya Düzeni’nin pro-siyonist karakteri 1948’e giden süreci hem meşrulaştırmış hem de hızlandırmıştır. Vatansız Yahudi nüfusunun bir vatana kavuşması, Filistin olarak tanımladığımız ve merkezinde Harem-i Şerif’in olduğu bölgedeki Yahudi-dışı nüfusun boşaltılmasıyla ancak mümkün olacaktır. 1940’ların başlarında Avrupa’daki nüfus fazlalığını seyrek nüfuslu bölgelere kolonizatörler olarak taşımayı öngören ‘Transfer’ tartışmaları, ABD başkanı Roosevelt’in de gündemindeydi.
Savaş sırasında gizli hazırlanan Göç Projesi (M-project yani Migration Project) sadece Yahudilere bir vatan vermeyi amaçlamamaktaydı. Aynı zamanda nüfus fazlası olan Avrupa ülkelerini yani nüfus ihraç edecek ülkeler ile nüfusun yerleştirileceği öngörülen ülkeler arasında uluslararası anlaşmaları koordine etmeyi hedeflemekteydi. Ancak Roosevelt’in projesi akim kaldı. Fakat projenin Yahudi ihracı kısmı kompleksleşerek devam etmiştir. Her biri siyonist, hatta aktif siyonist olan nüfus bilimci, coğrafyacı, akademisyenler, örneğin Eugene Kulischer, Joseph Schechtman, Viladimir Jabotinsky vb., 45 sonrası düzende siyonizmin devlet olarak varlığını düzenin biricik meşruiyeti olarak gören söylemi inşa etmişlerdir.
Düzenin Pathosu: Siyonist yayılmacılık
7 Ekim saldırıları sonrası müesses düzenin elitlerinden gelen tepkiler, bu düzenin biricik meşruiyetinin pro-siyonist politikalar olduğunu bir kez daha göstermiştir. Söz gelimi J. Habermas’ın altına imza attığı açık mektup, Alman devletinin varlık sebebi olarak İsrail işgal devletinin güvenliğini ileri sürebilmektedir. Diğer bir deyişle, 45 sonrası kurulan Yeni Dünya Düzeni’nin ethosu siyonist İsrail’in varlığı ve güvenliğidir.
Rejimler ve elitler cephesinde durum böyleyken, halklar nezdinde ise siyonist barbarlığın dizginlenmez vahşeti, düzenin küresel meşruiyetini sorgulama noktasına doğru hızla götürüyor. Türkiye’nin ‘Dünya 5’ten büyüktür!’ sözü müesses düzenin rejimleri tarafından duyulmasa da halklarda benzer bir duygudaşlık yaratıyor. Bu bağlamıyla siyonist rejimin varlığı, Pax Americana’nın pathosu olarak büyüyor. Metastaz yapıp yapmayacağını önümüzdeki birkaç yılda göreceğiz. Ama eğer bünyede varlığını devam ettirirse, ki bünye zaten onunla birlikte kurulmuştu hatırlarsanız, düzenin küre ölçeğinde halklar nezdinde çökeceği aşikâr.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.