“Arap-Türk İlişkileri (1918-1923)”: Çağdaş Orta Doğu Tarihinin Farklı Bir Okuması

El-Arabi Araştırmalar ve Politika Çalışmaları Merkezi'nin yayımladığı "Arap-Türk İlişkileri (1918-1923): Süreç, Tarih ve Kaderler" başlıklı kitap, Osmanlı'nın çöküşünden sonra modern Orta Doğu'nun doğuşunu ve Arap-Türk ilişkilerini derinlemesine ele alıyor. Kitap, 872 sayfalık kapsamlı bir incelemeyle Arap-Osmanlı-Türk ilişkilerini, bu ilişkilerdeki gizemli tarihsel aşamaları ve bilimsel çalışmalardan yeterince araştırma yapılmamış ya da çeşitli nedenlerle çarpıtılmış aşamaları inceliyor.
Fokus+
“Arap-Türk İlişkileri (1918-1923)”: Çağdaş Orta Doğu Tarihinin Farklı Bir Okuması
12 Nisan 2024

El-Arabi Araştırmalar ve Politika Çalışmaları Merkezi, “Arap-Türk İlişkileri (1918-1923): Süreç, Tarih ve Kaderler” başlıklı kitabı yayımladı. Yedi ana bölüme ayrılmış kırk bir başlıktan oluşan kitap, Arap-Osmanlı-Türk ilişkilerini, bu ilişkilerdeki gizemli tarihsel aşamaları ve bilimsel çalışmalardan yeterince araştırma yapılmamış ya da çeşitli nedenlerle çarpıtılmış aşamaları ele alıyor. Araştırmacı Jamal Barout’un editörlüğünde hazırlanan 872 sayfalık kitapta bibliyografya ve genel dizin de yer alıyor. 

Yenilikçi araştırmacıların önündeki zorluk 

Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ardından başlayan “Modern Ortadoğu” çalışmaları, çoğu kitabın Arap-Türk ilişkilerinin seyrine ilişkin araştırmalara odaklandığı devasa bir kütüphane bıraktı. Bugün bu çalışmalar, bu bölgenin orta çağ tarihi üzerine çalışan yeni araştırmacılar açısından bir “hayal kırıklığı” noktası konumunda. Bu hayal kırıklığının kaynağı, bu kütüphane literatüründe yazılanlar üzerinde derin düşüncelere dalabileceklerini ve yeni ve ciddi araştırmalarla katkıda bulunabilmek için olağanüstü bir çaba gerektirmeyen durumlara ilişkin “yuvarlatılmış” bilgiler çıkarabileceklerini hissetmeleri. Varsayım olarak “Modern Orta Doğu”nun ortaya çıkışının genel ve özel tarihi şeklinde bir ayrım yapılabilir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Osmanlı Devleti’nin Lozan Antlaşması’yla (1923) hukuki olarak tasfiye edilmesine kadar, daha doğrusu beş yıllık büyük dönüşüm yılları için (1918-1923) bu ayrım halen daha fazla tanımlama ve araştırma gerektiriyor. Zira savaşın sonra ermesi ve yeni uluslararası düzeni oluşturan “fırtınanın” başlamasını izleyen dönem, İtilaf devletleri ile Osmanlı devleti arasındaki Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan (1918) başlayıp Lozan Antlaşması’na kadar çeşitli antlaşmaların imzalanmasına tanık oldu.  

Atatürk

İlk antlaşmayla birlikte, yıkılmayacaklarına dair güçlü bir inanca sahip dört imparatorluk hanedanlarıyla birlikte yıkıldı (Çarlık Rusya’sı ve Konstantinopolis Bizans Kilisesi’ni temsil eden Romanov hanedanı, son imparator II. Wilhelm liderliğinde birkaç hanedan tarafından yönetilen Alman İmparatorluğu, Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin egemenliğini miras alan Habsburg hanedanı tarafından yönetilen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve ve ardından Roma’nın papalığına karşılık İslam dünyasında Hilafeti miras alan Osmanlı Devleti ve sultanların Osmanlı hanedanı). Versay Antlaşması (1919) ile savaşta galip gelen İtilaf devletleri, Paris Barış Konferansı’nda Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı’ndaki mağlupların her biriyle ayrı anlaşmalar imzaladı, ancak Osmanlı Devleti ile Sevr’de (1920) başka bir barış antlaşması imzalandı. Ardından Osmanlı Devleti’ni ilga etmek üzere Lozan Konferansı (1922-1923) yapıldı. Atatürk hükümeti başta reddettikten sonra, akabinde Türkler Saltanatı kaldırıp Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhurbaşkanlığında Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmeyi kabul ettiler. Dolayısıyla “Şark Meselesi” veya Orta Şark meselesi eksenindeki çatışmalar tarihi ve bu bağlamda siyaset, iktisat ve din konularındaki şiddetli rekabet sona erdi. Osmanlı Devleti’nin Mısır, Katar, Bahreyn, Hadramut, Aden ve Kuveyt dışında sembolik bir isimden başka egemenliği kalmamış yedi himaye bölgesindeki “haklarından” feragat etmesine karşılık İngiltere’nin hiçbir şekilde Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmemesine ilişkin (Temmuz 1913 - Mart 1914) olarak savaştan önce Osmanlı Devleti ile Britanya İmparatorluğu arasında imzalanan antlaşmalar ve mutabakatlarda öngörüldüğü üzere Avrupa devletleri Şark-ı Osmani topraklarını aralarında pay etmeye başladılar. Bilhassa Osmanlı’dan geriye kalmış son Osmanlı Arap vilayetleri olan Şam ve Irak’ta, ayrıca Hicaz ve Yemen’de. İngiltere ve Fransa ise “bu kayıp topraklara” kendi mandaları altında bölgesel devletler kurdular.   

Osmanlı Devleti

Osmanlı Devleti varlıklarının paylaşımı

Almanya’nın yanında savaşa girmeden önce 1913-1914 arası dönemde Osmanlı Devleti topraklarında demografik yönden “Osmanlı Asya’sı” olarak adlandırılabilecek, Asya’nın parçası olan ve toplam nüfusa oranla Arap ve Ermeni nüfusun yoğunlukta olduğu bir bölge teşekkül etmiş, Osmanlı Devleti ile yapılan ve 1951 yılına kadar gizli kalan anlaşmalarla beş Avrupa devleti (Rusya, İtalya, Fransa, İngiltere ve Almanya) bu bölgede nüfuz paylaşımı yapmıştı. Hikmet Bayur “Türk İnkılâbı Tarihi” adlı eserinde bu anlaşmaları ortaya çıkarmıştı. Buna göre, söz konusu bölge, bu devletler lehine bir kapitülasyon sistemiyle ekonomik nüfuz bölgeleri haline getirilmişti. Ancak Türkiye’nin savaşa girmesi “kartları karıştırmış”, böylece bu beş devletten sadece ikisi Sykes-Picot Antlaşması yoluyla diğer devletlerin payını da aralarında paylaşmıştı.  

Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Osmanlı Hilafetinin yasal olarak tasfiye edilmesiyle birlikte Arap-Osmanlı ilişkilerinin fırtınalı beş yıllık dönemi sona ermiş, doğrudan yabancı işgaline maruz kalmaksızın Osmanlı Devleti’nden bağımsız hale gelmiş üç bölge olan Hicaz, Necd ve Yemen’de (Kuzey) kurulan Arap ülkelerinin merkezinde yer aldığı modern Orta Doğu ortaya çıkmıştı. Diğer Arap ülkeleri ise (Lozan Antlaşması uyarınca) tam yasal bir şekilde Osmanlı Devleti’nden ayrılmamış, Avrupa devletlerinin doğrudan işgaline maruz kalmıştı. Böylece Arap-Osmanlı ilişkilerinin bölgesel komşu ülkeler arasındaki ilişkilere dönüşümünü ifade eden yeni bir dönem başlarken, Şam (Levant) ve Irak topraklarında sömürgeci Avrupa ile Doğu halklarının bağımsızlığına zemin hazırlayan ulusal kurtuluş hareketlerinin başlatıldığı Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerde de yeni bir dönem başlamıştı.  

Yeni “bölge” ülkelerinin her birinde (yeni Türkiye devleti ve Arap Asya’sındaki yeni Arap devletleri), Arap-Türk ilişkilerinin kutuplaşma ve düşmanlığa dayalı tarih anlatıları, öğrencilerinin mezuniyet yıllarında bile iki ulus arasındaki ilişkiler hakkında -belledikleri ya da belletilen- tuhaf düşüncelere sahip olduklarını gören modern Arap tarihi hocalarını ve bazı “yeni” tarihçileri dehşete düşürecek şekilde egemen oldu. Sözde bu ilişkiler “perişandı” ve Araplara zarar verip ilerlemelerine mani olmuştu, daha da ötesi Arap halklarına yönelik “Osmanlı sömürgeciliği” vehminin yerleştiği süreçte kendilerini geri bırakmıştı.  

Öte yandan, yeni tarihçiler bu vehmin dışında kalarak Osmanlı Devleti’ne yönelik modern bir tarih bakışı getirmeye ve bu bakışın bölgesel devletlerin ortaya çıkışından sonraki dönemde Arap ve Türk milliyetçi ideolojileri tarafından formüle edildiğini kanıtlamaya çalıştılar. Bu da iki taraf arasındaki karmaşık tarihi, biraz gerçek, çokça vehim içeren dar kapsamlı ulusal tarih lehine silmeye katkıda bulundu. Nitekim Osmanlı Devleti’ne karşı değil, federalist hükümete karşı olan Arap devrimi sırasında, özellikle “kasap” lakaplı Ahmed Cemal Paşa tarafından açılan kan gölünden sonra Arap-Türk düşmancıl ilişkileri alevlendi. Ancak kısa bir süre içinde, Batı’nın Arap hareketine verdiği sözlerin sadece bir serap olduğu ortaya çıktıktan sonra, Batı’nın Asya’yı bölme arayışına karşı koymak için iki ulus arasında mutabakata varılması ve aradaki uçurumun kapatılması yönünde girişimlerde bulunuldu. Bunlar yalnızca Arapların değil, aynı zamanda Osmanlıların da girişimleriydi. Hatta Arap devriminin ilanından sonra İslam’dan dönmekle suçlanacak kadar çarpıtma ve suçlama kampanyalarına maruz kalan Şerif Hüseyin de bizatihi bu girişimlere dahil olmuş, Türklerle arasındaki uçurum azalmıştı. Ancak bu, tarih araştırmalarının üzerinde önemle durmadığı bir konuydu, aksine tam bir bulanıklık olduğu söylenebilir.  

Kritik “beş yıl” 

Bu “beş yıllık dönem” tarihsel araştırmalar için “ideal” bir zaman birimine dönüşmeye uygundur. Değişimler sonucu “hızlı” geçen kısa bir süre olmasına rağmen, dünyanın radikal bir şekilde imparatorluklar sisteminden bölgesel devletler sistemine geçtiği bir dönemde, ilerideki gelişmelerin habercisi olacak olaylar, yeni düşünceler ve siyasi ve sosyal dönüşümlerle dolu kısa ve uzun vadeli gelişmelerin yoğunlaştığı bir süreç olmuştu.  

Arap dünyasındaki okul müfredatları, Arapların kolektif hafızasında ulusal kimlik kalıp yargıları oluşturmuş, çünkü Arap-Türk ilişkilerindeki çatlağı iyileştirme ve reform girişimlerini öğretmeyi göz ardı etmiş, o kadar ki her iki tarafın bağımsızlığından sonra Türkiye ile Arap ülkelerini bir araya getiren konfederal bir devlet algısına yol açmıştı. Hâkim görüşün tam tersi bir çizgide bu kitabın işlediği konu da budur zaten. Başka bir deyişle, ulus-devletlerin tarih anlatılarının Arap-Türk ilişkilerine çatlak ve kutuplaşma rengini vermesine katkıda bulunan bu “beş yıllık döneme” açıklık getirmek. Zira Türk olsun Arap olsun, modern dönemde yazılanların bir kısmı, Türk milliyetçilerinin Arap hareketini “hain” ve Arap milliyetçilerinin Osmanlıları “sömürgeci” olarak yaftalaması şeklinde tezahür eden kadim suçlamalar mirasının ötesine geçme çabası içindeydi.  

Muazzam Osmanlı arşivleri de dahil olmak üzere, ulusal arşivlerin geniş ölçüde araştırmacılara açılması ve araştırmacıların daha önce hiç bilinmeyen belgelere ulaşması yönünde dünya çapında bir eğilimin ortaya çıkmasıyla birlikte modern tarihçiler önceki tarihçilere göre daha “şanslı” hale geldiler. Elde edilen yeni gerçekler, farklı düşünme biçimleriyle analiz yapabilmek, ardından tarihe kazandırabilmek için geniş bir alan açtı. İşte bu, önceki tarihsel anlatıyı yeniden inşa edecek ve bilişsel-analitik boşluklarını dolduracak bir açılımdı. 

Arap -Türk

Arap-Türk anlayışlarının aşamaları  

Kitap, Arap-Türk “anlayışlarına” odaklanıyor ve Arap bağımsızlık hareketi ile Kemalist Türk hareketinin gelişimleri ve bölgesel devletlerin ortaya çıkışından önceki etkileşimleri arasında, aşağıdaki dört tarihsel aşamada karşılaştırma yapıyor:  

Birinci Aşama: 1917 yılındaki Sykes-Picot Anlaşması’na göre Türk-Arap Asya’sı bölünmüştü, ancak anlaşmanın değiştirilmesinin (George Clemenceau Anlaşması) ardından Sykes-Picot hattının batısında Fransız kuvvetleri İngiliz kuvvetlerinin yerini aldı. O andan itibaren, 1917 yılının son çeyreğinde gündeme gelen Ahmed Cemal Paşa girişimi ve Arap-Türk Sulh Anlaşması konusunda Faysal bin Hüseyin (I. Faysal) ile Mersinli Cemal Paşa arasındaki sekiz aylık (Şubat-Eylül 1918 yani I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden iki ay öncesine kadar süren) yazışmalar süreci ile temsil edilen gerçek Arap-Türk “iş birliğinin” başlangıcını tarihlemek mümkündür. Söz konusu girişim ve bu sulh çabaları, 1919 Barış Konferansı ve İtilaf devletlerinin Osmanlı Devleti’nin Arap vilayetlerini kendi aralarında paylaşmalarına sahne olan savaşın sona ermesinden sonra da 1920 yılı Temmuz ayına kadar sürmüştü. Bu çabalar arasında, “Faysal-Mustafa Kemal Anlaşması”na (bu anlaşma düzenlenmiş ama imzalanmamıştı, 1985 yılına kadar varlığı bilinmiyordu) yol açan dolaylı temaslar da bulunuyordu. Buna göre denilebilir ki Faysal’ın düşüncesine dayalı Arap devrimi, Osmanlı Devleti’ne karşı değil, bir yandan İttihat ve Terakki Hükümeti’ne karşıydı, diğer yandan Araplar kendilerini, son derece güçlü bir bağ olan Hilafeti uhdesinde bulunduran Osmanlı bağı çerçevesinde görmeye devam ediyorlardı.  

Ahmed Cemal Paşa’nın girişimine ilgi gösteren çeşitli çalışmalar bulunmasına rağmen, konuyu derinlemesine ele alan ve anlaşmaya ilişkin yazışmaları yayımlayan Emin Said’in çalışması haricinde Mersinli-Faysal anlaşma taslağını inceleyen bir çalışma yoktu. “Faysal-Mustafa Kemal Anlaşması” taslağına ilişkin olarak Abdulkerim Rafık’tan başka çalışma bulunmadığı halde Türk araştırmacılar, örneğin, Sina Akşin ve Hadiye Yılmaz’ın çalışmaları ile son derece önemli olan Fadıl Bayat’ın Arapça çalışması ve Alp Yenen’in çalışması da dahil olmak üzere birçok çalışmada bu konuyu ele aldılar. Bu çalışmaların yanı sıra o dönemde Suriye ve Irak’ın oluşum tarihi konusunda uzman olan ve sözlü tarih metodolojisini benimseyen ilk araştırmacı olan Eliezer Tauber’in oldukça önemli bir makalesine de işaret etmek gerek. Ancak bu çalışmalar yeterli değildir. Zira belgenin ve içerdiği bilgilerin dahili ve harici düzeylerde eleştiri sürecinden geçmesi gerekir. İşte Arap-Türk İlişkileri (1918-1923) başlıklı bu kitap, bu konuya bir bölüm ayırarak anlaşma taslağının, “değişiklik anlaşması” (Georges Clemenceau anlaşması) sonrasında ortak Fransız düşmanına karşı çabaları birleştirmeye yönelik gerçek bir Arap dünyası-Kemalist Türkiye ilişkileri arayışına bir ufuk açtığı sonucuna varıyor.   

İkinci Aşama: “Değişiklik anlaşması” ile Fransızların Şam’ı doğrudan işgali ve oradaki Arap hükümetini ortadan kaldırması (1920) arasındaki zamanla sınırlı olarak, Atatürk’ün Erzurum ve Sivas kongrelerinde Anadolu Kuvâ-yi Milliye hareketinin lideri olarak konumunu pekiştirmesi, Suriye’deki Arap hükümetinin kitleleri harekete geçirip Lübnan’daki Fransız kuvvetlerine karşı çeteler savaşının arkasında durması, daha çok pragmatik, daha az stratejik ilişkiler çerçevesinde Kemalist-Suriye ikilisinin çeteler savaşı cephesi olacak ölçüde Kemalistler ile ilişkilerin geliştirilmesi, ardından Suriye’deki “Ahitçiler”in Irak’taki İngiliz kuvvetlerine yönelik saldırıları organize etmesi, bir yanda “Genç Araplar” ile Irak’taki “Ahd Cemiyeti” (Arap ordusunun üst düzey bir subayı yer alıyordu) arasında, öte yanda Kemalistler ile temasların gelişmesi gibi olaylar ele alınıyor. Bu süreçte Irak’ta yürütülen faaliyetler, İngiltere’nin Fransızların doğrudan işgaline izin vermesinin belki de en önemli faktörlerinden biri olarak 1920 Devrimi’nin patlak vermesinin başlangıcını teşkil ediyordu.  

Kitapta, Arap hükümetiyle ilgili hiçbir konuda değinilmeyen, erken dönem Arap-Türk ilişkilerinde merkezi bir figür olan Yasin Taha el-Haşimi’yi anlatan uzun bir bölüme yer veriliyor. Yusuf es-Sadun, İbrahim eş-Şuğuri (halen el yazması), Ahmed Kadri, Muhammed İzzet Derveze, Tahsin el-Askeri, Yusuf el-Hakim ve Cemil İbrahim Paşa’nın hatıratlarında, Rüstem Haydar ve Nebih el-Azme’nin günlüklerinde, Haydar Said’in el-Müfid gazetesinde, Şakir Nimet eş-Şabani’nn el-Ehali gazetesinde ve Mustafa Satı Bey’in (Satı el-Husri) Türk araştırmalarının hiç işaret etmediği ve Suriye’deki Faysal hükümeti ile işbirliğine hazırlık sürecinin başlangıcı olarak Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile yapılan olumlu yazışmaların metinlerini geniş bir şekilde yayımladığı kitabında yazdıklarına atıflar bulunuyor.  

Bu anılarda ortaya çıkan sorun, kesin ya da uydurma olabilecek “bilgi kırıntıları” dışında Kral Hüseyin ile Kemalistler arasındaki ilişkiler konusunda hiçbir olumlu gelişmeye değinilmemesi. Ancak dahili ve harici yönden eleştirilmesi, tarihsel bağlamında derinlemesine anlaşılması ve konu hakkında sıkça geçen çeşitli bilgilerin karşılaştırılması, tarihin sakladıklarını daha geniş bir perspektiften anlamaya yardımcı olabilir. Ayrıca bu anıların çoğu, Türklerle ilişkilerin “suçlama” kabilinden olduğu bir zaman diliminde, özellikle İskenderun Sancağı krizinden (1939) sonra kaleme alınmış. Bu da müelliflerini olabildiğince kapalı bir üslupla yazmaya sevk etmiş.  

Bu anıların yanı sıra Fransız işgali sonrasında el-Misbah el-Halebiyye, el-Müfid ve el-Ehali gazetelerinde yayımlanan zengin bilgiler yer alıyor ki Suriyeli ve Arap tarihçiler oldukça kısıtlı bir kapsam dışında bunları kullanmamışlardı. Yine Ayntabi ve Osman’ın Halep günlüklerinin özeti ile Philip Khuri ve James L. Gelvin’in analizleri, Halep Kemalist Destekçiler Cemiyeti ve genel kurulu, Ulusal Demokratik Cemiyet, Halep ve Kuzey Suriye’nin sosyo-politik tarihi hakkında pek çok bilgi sağlıyor.   

Yine “çeteler savaşının Kemalist cephesine” ilişkin Kuzey Suriye ve Urfa’da sahadaki duruma dair Prens Zeyd bin Hüseyin bin Ali’nin telgrafları ve bunlara verilen cevaplar hakkında zengin bilgiler içeren son derece önemli belgeler olmasına rağmen usulüne uygun olarak tahkik edilmemiş Saad Ebu Deyye’nin yayımladığı Prens Zeyd’in Bilinmeyen Belgeleri, tarihsel bağlamına aşina olanlar açısından Suriye tarihinin pek çok belirsizliğine ışık tutuyor. Ayrıca Yılmaz, Akşin, Yenen ve Bayat’ın belirttiği hususlar dışında Mustafa Kemal’in Büyük Millet Meclisi’nin kapalı oturumlarında yaptığı yeni konuşmaları da kitapta yer alıyor. Ebu Deyye, bunların bazılarını elde edip kitabında yer vermek için tercüme ederken bunları Osmanlı arşivlerinden çıkaran Kemal Hoca’ya güveniyor. Büyük çoğunluğu henüz yayımlanmamış bu arşivin muazzam hacmine kıyasla söz konusu belgelerin oldukça az olduğunu biliyoruz. Zira Osmanlı hariciye arşivi yüz milyon belge içeriyor ve şu anda dijitalleştirilme sürecinde olan defterlerin ve sicillerin sayısı 375 bini aşıyor.   

Bu bağlamda, George Karam tarafından Gouraud’nun kişisel arşivi ve resmi arşivlere dayalı olarak Arapça ve Fransızca olarak derlenen “Faysal-Gouraud yazışmaları” ile ilgili İngiliz ve Fransız kayıtları da yer alıyor. Bunlar, Süleyman Musa’nın “Tarihi Yazışmalar” adlı eserinde yayımladıklarıyla da örtüşüyor. Ancak bunlar daha zengin içerikli ve Gouraud’nun Kemalistler ile olan ilişkiler ve savaş cephesi açamaması konusundaki endişelerini, Faysal ile Kemalistler arasındaki olası ittifaka ve Faysal’ın “İttihad-ı İslami” hareketiyle olumlu ilişkiler içine girebilme ve ayrıca Bolşeviklerin liderliğinde Arapların da yer alacağı bir Şark siyasetine dahil olabilme ihtimaline dair Fransız-İngiliz endişesini yansıtıyor. Tüm bu boyutlar, ara sıra atıfta bulunulması dışında hiçbir Arap araştırmasında yer almıyor ve daha fazla inceleme ile analiz gerektiriyor ki kitabın amacı da bu.  

Üçüncü Aşama: Eylül 1920 ile Ağustos 1921 arası dönemde İbrahim Hanano ve Selahaddin Adil’in anlaşması, Kuzey Suriye devriminin patlak vermesi ve Fransızların Kilikya’daki ilerleyişinin ardından Kemalistlerin güney cephesini tek bir Arap-Türk bayrağı altında almasıyla sonuçlandı. Ancak Ekim 1921’de “Ankara Anlaşması” olarak bilinen Türk-Fransız barış anlaşmasının imzalanmasından sonra Kemalistler kısa süre içinde Kuzey Suriye devrimine verdikleri desteği kestiler ve cepheler çöktü. Fransızlara karşı Suriye-Kemalist ittifakında önemli roller oynayan Kılıç Ali ve Özdemir gibi Kemalist aktörlerin anılarında, liderlik ettikleri gruplar ile bağımsızlık savaşındaki Suriyeliler ve Ahitçiler arasındaki saha ittifaklarından bahsetmeyi ihmal etmedikleri görülüyor.  

Tahsin Ali ve Ali Cevdet gibi Suriye’de görev yapmış Iraklı Ahitçi subayların anıları ile Şam’daki “Tarihi Belgeler Merkezi”nde bulunan es-Sadun, el-Şuğuri ve Cemil İbrahim Paşa’nın anıları, Bağdat Paktı projesi üzerindeki anlaşmazlık ve Kuzey Suriye devriminin Türklerin çıkarına olduğu yönündeki suçlamaların arka planında Suriye-Türkiye ilişkilerinin gerginliğinin doruk noktasına ulaştığı o dönemde Kemalist yardımın değerini küçümseme yoluna gitmiş ve ayrıca Türk Kemalist gücünün göstermelik olduğunu, Hanano’nun bu gücü askeri olarak güvendiğinden değil de halkın moralini güçlendirmek için aldığını iddia etme eğiliminde olmuştu. Aslında bu güç, devrimin operasyonlarında esasi bir savaş kuvvetiydi.  

Fevzi el-Kavakçı’nın makalesi, Abdurrahman el-Şehbender’in anıları, Nebih el-Azme’nin kısmen detaylı bazı günlükleri buna dair “işaretler” içeriyordu. Yine Kral Faysal’ın dostu Fahri el-Barudi’nin anılarında ise Osmanlı döneminin sonu ile 1930 yılı arası süreç kopuktu. Nesib el-Bekri’nin belgeleri de sadece 1926-1964 arası dönemi kapsıyordu. Sadullah el-Cabiri’nin günlükleri ise günümüze ulaşmamıştı. Edhem Âl Cundi’nin “Fransız Mandası Döneminde Suriye Devrimleri Tarihi” adlı kitabında ise Necib Uveyd’in kayıp anıları gibi bazı anılara ve mülakatlara dayalı olarak Kemalistlerin devrimdeki rolüne ilişkin atıflarda bulunuluyordu.  

Kuzey Suriye devrimine gelince, Philip Khuri, Abdulkerim Rafık ve Nadine Méouchy’nin araştırmaları, bir dönem ihmal edilen Suriye üzerindeki Fransız mandası çalışmalarını yeniden başlattı. Fransa’da David Mizrahi Komiteleri üzerine yapılan bir çalışma ise Fransız istihbarat arşivlerinin incelenmesi ve analizine dayanıyordu. 

Dördüncü Aşama: Hicaz’ın, Hicaz-İngiliz ilişkilerindeki şiddetli gerginlik ile eşzamanlı olarak “İttihad-ı İslami Hareketi” elçileri aracılığıyla Kemalistlerle dolaylı temaslara girdiği ve Lozan Konferansı’nın toplanmasıyla birlikte doğrudan ilişkilere dönüştüğü dönemdi. Konferans sırada İsmet Paşa ile Kral Hüseyin arasında Arap-Türk sulhu ve Türkiye’nin Arapların bağımsızlığını tanıması konusunda karşılıklı yazışmalar yapılmıştı. Ancak konferanstan sonra ilişkiler kopmuş, “düşmanlık” halini almıştı. Kitap, modern Arap tarih yazımında ihmal edilen bu tarihsel dönemi ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Ayrıca kaynaklarda, Hanano’nun Kuzey Suriye devriminin ilanına ilişkin bildiriyle birlikte yayımladığı ittihat hareketi müftüsünün fetvasında, yani Edhem Âl Cundi’nin kitabındaki sınırlı atıflar dışında yer almayan, Suriye tarih literatüründe önemli bir boşluğu doldurmayı amaçlayarak ittihat hareketinin faaliyetlerini geniş bir şekilde analiz ediyor.  

Kitapta, İngiliz ve Fransız arşivleri ile Suriye gazetelerinde geçen resmi Fransız yazışmaları ışığında, hareketin lideri Ahmed Şerif Senusi’nin rolü ve Suriye’de Kemalistlerin lehine yürüttüğü faaliyetlerden bahsedilmektedir. Bu durum, II. Abdülmecid’in tahttan indirilip Hilafet’in kaldırılmasından sonra Senusi’nin Türkiye’den ayrıldığına işaret etmekle yetinen, Türkiye’nin bağımsızlık savaşından sonraki dönemde Senusi’nin ittihat hareketinin lideri olarak çalışmasına ve Suriye’deki faaliyetlerine hiç değinmeyen Şekib Arslan başta olmak üzere Mustafa Kemal’in Hilafet’i ilga etmesinden sonra Senusi’nin biyografisi üzerinde çalışan tarihçilerin çoğunun göz ardı ettiği bir husustu.  

Arap hareketinin önde gelen tarihçisi Süleyman Musa’nın iyi bir şekilde incelediği ancak milliyetçi ideolojik görüşüne uymadığı için önemsemediği İngiliz arşivleri başta olmak üzere zengin arşiv kaynaklarının varlığına rağmen Arap çalışmaları Hicaz-Türk ilişkileri dönemini görmezden geliyor. Hüseyin ile İngilizler arasındaki gergin ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alan George Antonius da, muhtemelen o dönemde arşivler kapalı olduğu için, Hicaz ile Kemalistler arasındaki ilişkilerden hiç bahsetmemişti.  

Gizli saklı kalmış Hicaz-Türk ilişkilerinin geç bir döneme kadar gerçekleşmediği doğrudur, ancak bu ilişkiler tarihsel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Hele ki Fethi Safvet’in araştırması ve Şekib Arslan ile Şeyh Reşid Rıza arasındaki mektuplardan, Lozan Konferansı oturum aralarında Suriye-Filistin Kongre Komitesi’nin Kemalist Türk heyeti ile temaslarına ilişkin İngiliz kayıtlarının son derece önemli olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, Emin Said’in “Lozan Heyeti ve Konferansı” kitabında bu temaslara çok az değinilmişti. Bu bağlamda önemli bir paradoksa dikkat çekmek gerekiyor: Faysal ve Emir Abdullah’ın Suriye meselesinden ve Kemalistler ile ilişkilerden vazgeçmesiyle birlikte her ikisinin Irak ve Arap Şark (Transürdün) krallığı tahtına oturma şanslarının artmasıyla, Hüseyin onlarla temaslarını geliştirmeye başlamıştı.  

Arap-Türk İlişkileri (1918-1923) başlıklı bu kitap, kaynak parçalarından oluşan bir “yığının” içine dalarak ve onları kendi tarihsel bağlamları ile sınırlı koşulları, hızla değişen bir dünyadaki zorlukları ve zorunlulukları içinde okuyarak karmaşık olayları yeniden inşa ediyor. Bunları aşağıdaki gibi çeşitli sorulara cevap verecek şekilde kurgulamaya çalışıyor: Neler olmuştu? Ve nasıl olmuştu? O dönemde veya geçmişin o kısmında meydana gelen durumlar ve şartlar nelerdi? Kitap, olayları kurgularken, tarihsel hareketin dinamizmini vurgulamak ve bağımsız değişkenler ile bağımlı değişkenler arasındaki nedensel ilişkiyi anlamak amacıyla kronolojik akışı dikkate alırken çok gerekmedikçe fazla uzaklaşmadan ileri ve geri yönde bazı “sıçramalar” yapıyor.

  • Jamal Barout: El-Arabi Araştırmalar ve Politika Çalışmaları Merkezi araştırmacısı, modern Suriye’nin sosyo-politik tarihi konusunda uzman, “Dâiratu’l-Maarif el-Arabiyye” (Arabica Ansiklopedisi) projesi katılımcısı ve komite üyesi. 

     

    El-Arabi Araştırmalar ve Politika Çalışmaları Merkezi