Zor Zamanlarda Etik Sorunlar

Gazze'de yaşanan trajediler, sadece toprak parçaları arasında değil, aynı zamanda etik sınırların ötesinde gerçekleşiyor. İsrail'in kendini meşru müdafaa olarak görmesi, milyonlarca Filistinlinin yaşamını tehlikeye atmak için bir bahane mi oluyor?  
Fokus+
Zor Zamanlarda Etik Sorunlar
22 Şubat 2024

Siyasi ve ideolojik çatışmaların ötesinde, savaşın ve toplu katliamların vahşeti birçok varoluşsal sonuçlara yol açıyor. Bir yanda amaca ulaşmayı iyinin ve kötünün üstüne çıkaran, her şeye izin veren ve mubah gören saldırganlığın vahşeti, diğer yanda her şeyini kaybettikten sonra sevdiklerinin cesetleri arasında yaşama pamuk ipliğiyle tutunmaya çalışan hayatta kalanlar karşısında etik tartışmalar garip bir şekilde gölgelense de, savaş zamanlarında siyasi ve hatta kimliksel kutuplaşmanın ortasında etik sınırlar silikleşse de, -konusu ne savaş suçluları ne de dertleri kendilerine yeten kurbanlar olan- bu makalenin amacı, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Filistin halkına yönelik savaşının kışkırttığı ve yol açtığı etik sorunları birbirinden ayırt edip ayrı ayrı ele almak. Maksat, saldırganlık sırasında işlenen zulümlerin bir sonucu olarak insanlığın karşı karşıya kaldığı ahlaki ikilemler ve işlenen suçların ahlaki yargısını etkisiz hale getirmek için kullandığı mekanizmaları ortaya koymak. 

  1. Meşru müdafaa hakkı   

ABD Başkanı ve -medya tugayları ve tümenlerinde “kamp kuran” İsrailli gazeteciler ve aydınlar da dahil- çok sayıda ABD gazeteci ve aydın tarafından temsil edilen Amerika Birleşik Devletleri, 7 Ekim 2023 günü şafak vakti maruz kaldığı saldırı nedeniyle o gün barışçıl İsrailli sivillere karşı işlenen suçları vurgulayarak ve güya meşru müdafaa için açılmış bu savaşı meşru, hatta zorunlu kabul ederek Gazze Şeridi’ndeki Filistin halkına karşı başlatılan savaşa ilişkin tüm etik sorunları, tek cümleyle “İsrail’in meşru müdafaa hakkına” indirgeyip etkisiz hale getirmeye çalıştı.  

Aslında, meşru müdafaa konusunda koşulsuz bir ahlaki veya yasal hak yoktur, eylem ve tepki arasındaki orantılılık ve ölçülülükle ilgili koşullar ve araçlarla ilgili hususlar vardır. Tüm araçlar da meşru değildir. İsrail’in meşru müdafaa “hakkını” nasıl kullandığı ortaya çıktıktan sonra bazı devletler, savaşın ikinci ayında binlerce masum sivilin, özellikle de çok sayıda çocuğun katledilmesinden sonra bile bu söylemi tekrarlamaya devam etti, ikiyüzlülüğün ötesine geçerek ahlaki çöküşe yol açtı. Bu söylem İsrail’i uluslararası hukuka teşvik etmek için kullanılmış olsa bile buna verdikleri destek koşulsuz olmamalıydı. Bu değerlendirme, gerçekte hiçbir etkisi olmayan anlamsız ve önemsiz bir nottan ibaret kaldı.  

İsrail, savaşlarını haklı kılmak bağlamında meşru müdafaa gerekçesini nadiren kullandı, daha ziyade bunu müttefikleri kullandı. Ancak bu kez, Hamas hareketinin ya da en azından askeri varlığını ve Gazze üzerindeki yönetiminin yok edilmesini gerektiren terörü yok etmek hedefine eklemlenmiş Gazze Şeridi’ne yönelik topyekûn saldırısını haklı göstermek için doğrudan bu gerekçeye sığındı. Bu hedef belirlenip ABD ile mutabık kalınır kalınmaz, Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği de uzun uzadıya düşünmeden sorgusuz-sualsiz peşlerinden gittiğinde artık her şey mubahtı.  

Bu durum, İsrail ordusunun elini güçlendirmek için Hamas’ın Gazze’nin DAEŞ’i olduğunda ısrar eden İsrail Başbakanı ve bakanlarının zemini hazırlamasıyla birlikte açığa çıktı. Biliyorlardı ki DAEŞ adının telaffuz edilmesiyle her şey mubah olacak. Bu da koalisyon ülkelerinin, bu suç örgütünün sivillere karşı işlediği suçlardan ziyade, yabancı vatandaşlara yapılanlarla ilgilendiğini teyit ediyor.   

Hamas ile DAEŞ arasındaki ilgisiz eşleştirmeyi daha önce çeşitli vesilelerle çürütmüştüm. Hamas başkalarının topraklarında savaşan uluslararası bir örgüt değil, işgal altındaki topraklarda işgale karşı faaliyet gösteren Filistinli bir hareket. Filistinli olan ve olmayan birçok silahlı örgütün aksine işgal altındaki Filistin dışında hiçbir silahlı operasyon yapmadı ve diğer ülkelerdeki sivillere zarar vermedi. Her ne kadar onlara katılmasam da absürt ve nihilist bir şiddet uygulamayan, aksine işgale karşı direniş gösteren bir siyasi hareket. Diğer farklılıklar da zaten bu yazının kapsamına girmiyor.  

2. Mutlak kötülük sorunu  

Başından beri Gazze’ye yönelik saldırının ve Gazze’deki Filistin halkına karşı yürütülen soykırım savaşının gerekçesi, İsrail’in, medyasının ve onu destekleyen Batı medyasının 7 Ekim’de yaşananların arka planını tartışmayı reddetmesi oldu. Bu nedenle, İzzettin Kassam Tugayları bu operasyonu mutlak kötülük olsun diye yaptıkları iddiası tekrarlanıyor. Tıpkı Benjamin Netanyahu’nun geçmişte defalarca “Terörün sebebi teröristlerdir” diye tekrarlaması gibi veya uzmanların kendilerini terörün İslam’daki köklerini araştırmaya, kısacası failin kişisel arka planını incelemeye adamaları ve adaya gelmeleri gibi. Şimdi de sıra mutlak kötülükte. Yani kötülük kötülük olduğu için yapılıyor. Bu ne ilk ne de son. Ne başı var ne de sonu. Ne bir açıklaması var ne de savaşıp yok etmekten başka çözümü. Bu perspektiften bakıldığında, Kassam Tugayları’nın yaptığı operasyonun nedenlerini veya arka planını açıklamaya çalışmak eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmak demek. Arka planları ve bağlamları yorumlamak veya açıklamak, haklı göstermek olarak kabul ediliyor ve bunu yapanlar terörizm ile suç ortaklığı yapmakla itham ediliyor.   

Bu iddialar sırf bir kışkırtma veya duygu patlaması değil, aksine önceden hazırlanmış “mantıksal” bir altyapıya sahip, öncüller ve sonuçlar içeren, yanlış varsayımlar ve safsatalar üzerine kurulu siyasi bir propaganda sistemi. Örneğin, “Yahudilere yönelik Filistin şiddeti” sözü mesnetsiz bir safsata. “Hedef alınan sivil kurbanlar” sözü de öyle. Onlar Yahudi oldukları için değil, işgalci devletle, işgalinin ve uygulamalarının gerçekliğiyle birlikte çatışmanın tarafı oldukları için hedef alınıyorlar. İşgal devletine yahudi olduğu için direnmiyorlar, aksine işgalci bir devlet olduğu için direniyorlar. İşgal altında yaşayan bir halka anti semitizim suçlaması yöneltmek de Yahudilerin Avrupa’da dini azınlıklar olarak tarihsel olarak karşı karşıya kaldıkları dini, ideolojik ve sosyal anti semitizmin karakterini çarpıtmaktan başka bir şey değil.  

Kendisini “Sparta” olarak tasavvur eden küstah militarist İsrail devletini bu denli kışkırtan şey, öldürülen veya zarar gören sivillerin sayısı değil, üç husustan kaynaklanan şok ve şaşkınlık: İlki, 1948 yılından bu yana ilk kez Arap (Filistin) tarafının savaşı 1967 sınırları içine taşıması. İkincisi, Filistinli savaşçıların cesareti ve yetenekleri karşısında yaşanan şaşkınlık. Bu açıdan kışlalara girilip askerlerin öldürülmesi gerçekte sivillerin evlerinde öldürülmesinden çok daha travmatik ve etkili bir şok yarattı. Üçüncüsü, bu saldırı sonucunda İsrail’in zayıf noktalarının ifşa olacağı ve caydırıcılık prestijinin sarsılacağı korkusudur. Devletin dengesini bozan şok dalgası, bu hesaplanmış korkuyla iç içe geçti.   

Bu açıdan bakıldığında, Gazze Şeridi’ndeki direniş hareketleriyle caydırıcılık dengesi içinde yaşamayı reddedip direnişin kökünü kazımak isteyen generallerin çağrıda bulunduğu eylemler için halkın mutabakatını kullanarak karşılığın sert, kesin ve yıkıcı olması ve öfke kusması gerekiyordu. Gazze Şeridi’nin neredeyse yirmi yıldır maruz kaldığı boğucu abluka, son iki yılda işgal altındaki Batı Şeria’da yerleşimlerin eşi benzeri görülmemiş şekilde genişlemesi, Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırıların sıklığındaki artış ve Müslümanlarla paylaşılmasını dayatma girişimleri, hapishanelerde Filistinli mahkumların maruz kaldığı tacizler ve aşırı sağcı bir hükümet altında uğrunda uzun süredir mücadele ettikleri kazanımlarının gözden geçirilmesi gibi 7 Ekim 2023 saldırısının arka planına ilişkin herhangi bir araştırma, sanki tarih İsrail’de “Kara Cumartesi” olarak anılan o gün başlamışçasına tamamen reddediliyor, hatta terörizmin destekçisi şüphesiyle damgalanıyor. Çünkü arka planları tartışmak, 7 Ekim 2023 günü yaşananlara bir tür rasyonalite, mutlaklar karşısında görecelilik kazandıracak, bu da İsrail’in Filistin halkına karşı geniş çaplı bir ilkel intikam yoluyla dengeyi, itibarı ve caydırıcılığı yeniden tesis etme arzusunu azaltabilecekti.  

3. Filistinli sivillerin katledilmesi savaşın yan etkisi değil  

Hava saldırıları veya çatışmalar sonucu “yanlışlıkla oldu” veya “ikincil hasarlar” gibi bahanelerle bile olsa genelde sivillerin ölümünden üzüntü duyulduğunun ifade edilir. Ancak İsrail, ne yanlışlıkla olduğunu iddia ederek özür diliyor, ne de savaş ahlakını umursayarak bahane ileri sürüyor. Aksine sivillerin olup olmadığına bakmaksızın binaları, yerleşim bölgelerini, hatta hastaneleri pervasızca bombalıyor. Sivillerin varlığı umurunda bile değil. Yaptıklarıyla yetinmek bir yana daha da ileri gideceğini vaat ediyor.  

Sivillerin katledilmesi, -İsrail’in iddialarının aksine- Filistin direnişinin halkı canlı kalkan olarak kullanmasının bir sonucu değil. Çünkü İsrail, çeşitli nedenlerle sivilleri doğrudan ve kasıtlı olarak hedef alıyor: 1) Sömürgeci üstünlük mantığı ve yerli halka çocuklar gibi ya da sadece kaba kuvvet dilinden anlayan yetişkinlermiş gibi davranarak sivillere bireysel ve kolektif sorumluluk taşıyorlarçasına “bu tür eylemleri tekrarlamamaları” için bir ders vermek. 2. Halkı, intikamlarını direniş hareketlerine yöneltmeye itmek için durmaksızın acı çektirmek, böylece bedeli katlanabileceğinden daha fazla olduğu için direniş düşüncesine bile sırt çevirmelerini sağlamak. Acımasızca bombalamanın ve su, elektrik, gıda ve yakıtı kesmenin mantığı işte budur. (Tıpkı 2007’den beri Gazze Şeridi’ne uygulanan ablukanın mantığı gibi). 3. Irkçılık. İsrail toplumunda ve askerlerine Arap-fobisi aşılayan orduda hâkim olan ırkçı ve Arap-fobik kültür göz önüne alındığında bu faktör hafife alınmamalıdır. Irkçılık hem felsefi bir tutum hem de bir “teoridir. İlk boyut etik olarak kınanabilirken, ikinci boyut ırk ayrımcılığı mağdurlarının yanlış teşhis edilmesi ve yanlış değerlendirilmesi nedeniyle hatalara ve yanılgılara yol açar.  

Buna zemin hazırlayan, İsrailli yetkililerin kamuoyuna yaptığı açıklamalardı. “Uygar dünya” onlardan başkalarına bunun için izin vermezdi, yoksa o başkaları haydut olarak görülür, buna göre davranılırdı. İsrail Cumhurbaşkanı’nın medyaya yaptığı Gazze’de masum insan olmadığı ve Hamas’a karşı ayaklanmadıkları için halkın kendisinin suçlu olduğu yönündeki açıklaması ve İsrail Savunma Bakanı’nın subaylarına hitaben yaptığı konuşmada, “elektrik yok, su yok, ilaç yok, bunlar insansı hayvanlardır, buna göre muamele görmeliler” sözü buna işaret ediyor. İsrail’in ABD ve Avrupa’daki hiçbir müttefiki bu açıklamaları kınamadı. Mevcut Hindistan hükümeti gibi görece yeni müttefikler de İsrail’in yöneticilerinden daha az ırkçı değil zaten.  

4. Direniş hakkının ahlakiliği ve bu hak namına işlenebilecek eylemlerin ahlakiliği  

Birleşmiş Milletler, halkların BM ilkeleri ve şartı uyarınca mevcut tüm araçları kullanarak işgale karşı direnme hakkını tanır. Yani “tüm araçlar” ifadesi BM Şartı ile sınırlı ve koşulludur. Anlaşmalar ise savaş hukuku ve teamülleri ile sınırlıdır. Ancak işgale karşı direnişi ahlaki kılan, bu tanıma değil, adaletsizliğe karşı direniş ve gayri meşru kısıtlamalardan kurtulma hakkıdır. Burada kolektif bir haktan bahsediyoruz, çünkü işgal durumunda adaletsizlik bütün bir halka karşı uygulanır. Bir devletin yetkililerinin kendi halkına karşı uyguladığı adaletsizlikle arasındaki fark ahlaki değil, halkların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan uluslararası yasa ve normlarla ilgilidir.   

İşgal altındaki halk işgale karşı direnirken şiddet uygulama hakkına sahiptir. Bu bir tür meşru müdafaa (direniş) ve kendi kaderini tayin hakkını kullanma (özgürleşme) girişimidir.   

Halkın işgale karşı direniş hakkını kabul ettiğimize göre, işgale karşı direniş eylemlerinin ahlakiliğine hükmetmenin mümkün olmadığı sonucuna mı varıyoruz? Benim cevabım şu: aksine bu mümkün, belki de gereklidir. İşgale karşı güç kullanarak direnişin mümkün olması, bu konudaki rasyonel stratejik anlaşmazlık ne olursa olsun (ki bu her zaman meşru bir anlaşmazlık ve hakla değil yararlılıkla ilgilidir), bizatihi direniş eylemlerinde, özellikle de masum insanlara fiziksel zarar verme söz konusu olduğunda, iyi ile kötü arasında ayrım yapma yeteneğini kaybetmek anlamına gelmez. Bunlar bazen, özellikle de bu eylemler sonucunda işgalci gücü caydırmak, müzakereye zorlamak ya da işgali tamamen gözden geçirmeye zorlamak gibi siyasi bir başarı elde edilmişse, üzerinde durmaya vakit olmayan ayrıntılarmış gibi görünebilir.  

5. Hastanelerin ve okulların bombalanması  

İsrail, 17 Ekim 2023’te el-Ehli (Baptist) Hastanesi’nin bombalanmasından sonra hemen inkâr edip İslami Cihad tarafından fırlatılan bir roketin hedef sapması ya da erken düşmesi sonucu meydana gelen “patlama” (Batı medyası daha sonra böyle adlandırdı) nedeniyle olduğunu iddia etti. Bizzat başkan tarafından temsil edilen ABD yönetiminin İsrail’in her türlü resmi yalanını tekrarlamaya hazır olduğu gerçeğini istismar ederek bunu kanıtlamak için kılını bile kıpırdatmadı. Fakat İsrail hükümeti artık bu tür yalanlara başvurmuyor, bunun yerine hastanelerin bombalandığını kabul ediyor ve bunu hastanelerin altında karargâh olarak kullanılan ya da Kassam Tugayları savaşçılarının saklandığı tünellerin varlığıyla gerekçelendiriyor. İsrail, öne sürdüğü iddialar konusunda kimseyi ikna etme zahmetine girmiyor ve sadece İsrail medyasında söylentiler yayıyor ya da işkence riski altındaki tutuklulardan zorla itiraflar alıyor. Bu zaten başlı başına bir suç ve İsrail medyası bunu kabul etmekte hiçbir zaman tereddüt etmedi. Aynı yalan Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) tarafından işletilen okullar için de kullanıldı. Savaşın ilk ayından sonra İsrail artık yalan söylemekten çekinmiyor, hastaneleri ve okulları sanki savaşın rutin bir parçasıymış gibi hiçbir bahane göstermeden bombalıyor. “Uygar dünya” ülkelerinin bu suça karşı süren resmi sessizliği ise tehlikeli bir emsal teşkil etti. Suriye’deki Beşar Esed rejimi, İsrail’den bu tür suçları işlemişti, ancak bu suçlar malum kınama, yaptırım ve benzeri tepkilerle karşılanmıştı. Fakat İsrail her tür yaptırımdan muaf tutuldu. Eğer İsrail’in müttefikleri İsrail’i kınamamakla ve yaptırım uygulamamakla yetinselerdi, bu yarım bir bela olurdu, ancak bununla yetinmiyorlar, aksine ona sınırsız destek ve hatta başkalarına tanınmayan ayrıcalıklar sunuyorlar.   

Her türden yaralı ve hastanın tedavi edildiği yerler olarak hastanelerin bombalanması bir savaş suçudur. Üstelik Gazze örneğinde binlerce sivil, bombalanma ihtimali olmadığı için hastaneye sığınmıştı. Çünkü savaşlarda hastaneler bombalanmaz. Tüm bunlar apaçık gerçeklerden ibaret. İnsan bunları tartışıp konuşmaktan haya eder, tuhaf hisseder. Ama insanları açık gerçeklere ikna etmek zor olabiliyor. Ama aynı zamanda apaçık olduğunu düşündüğüm şey şu ki polemik konusu haline getirilmiş tünellere ilişkin İsrail’in iddiaları, orada saklanan savaşçılar olsa bile hastanelerin bombalanmasını asla haklı kılmaz. Yani kendilerini savunamayacak durumda olan, kimileri yatağa bağımlı yaralılar, kimileri yaşamları (İsrail’in vicdansızca elektriklerini kestiği) cihazlara bağlı hastalar olmak üzere binlerce sivilin bombalanması, her ne gerekçeyle olursa olsun, asla kabul edilemez.   

6. Holokost istismarı  

Avrupa Yahudilerine yönelik Nazi Holokostu’nun yoğun kullanımı, 1967 savaşının arifesinde İsrail’i failden kurbana dönüştürmede bir araç olarak ortaya çıktı. 1948-1967 arasındaki dönemde neden aynı yoğunlukta kullanılmadığına ve İsrail’in kurucularının kendi deyimleriyle “koyun kesilmeye götürülen” sürgün Yahudiler imajını reddetmelerine girmeyeceğim. Ancak başından beri, 1948’den bu yana İsrail, kendisine ve Holokost’tan kurtulan vatandaşlarına ödenecek maddi tazminat için Almanya ile müzakerelerde Holokost kurbanlarının sözcüsü olmaya çalıştı. Holokost’un medyada Arap politikacıları ya da Filistin ulusal kurtuluş hareketinin liderlerini tanımlamak için yaygın olarak kullanılması, Batı Avrupalı ve Amerikalı politikacıların Arapların kendilerine karşı tutumunu anlamalarını ya da onları desteklemelerini zorlaştırmayı amaçlayan bir tür propaganda ya da medya manipülasyonuydu. Çünkü bu onların Nazizm konusundaki tutumlarının sorgulanmasına neden oluyordu. Batı’da Nazizm karşıtlığı ve ırkçı teorilere dayanarak Yahudi halkını yok etme girişimlerinden duyulan tiksinti konusunda bir fikir birliği vardır ve bu konudaki edebi ve kültürel üretim bugüne kadar hiç durmadı. Bu, Batı kültüründe yerleşmiş bir konu. İşte İsrail ne Holokost’a benzer ne de ona yakın bir Yahudi zulmüne tanık olmadığı bir bölgede, yerleşimci-sömürgeci bir güç olarak konumunu güçlendirmek için bundan yararlanmaya çalışıyor.   

Holokost’un araçsal kullanımı elbette Nazizm kurbanlarına karşı bir hakaret ve Holokost’un küçümsenmesidir, Holokost inkârına yakın olmasa da aynı türdendir.  

Nazi Almanya’sında kamplarda toplanan ya da gaz odalarına sürülen, Avrupa’nın dört bir yanından toplanmış Yahudiler Siyonist değildi. Siyonist hareket o zamana kadar Avrupa Yahudilerinin tamamının sempatisini kazanamamış küçük bir Yahudi azınlığından öte bir şey değildi. Holokost’tan kurtulanların çoğunluğu İsrail’e gelmemiş, göç etme fırsatı bulduklarında Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmişlerdi. İsrail’in, uluslararası ilişkilerde onları siyasi olarak kullanmak bir yana, onlar adına konuşma hakkı bile yok. Kesinlikle, onları başka bir halkın ezilmesini meşrulaştırmak için kullanmaya ve bu bağlamda kurban rolünü oynamaya hakkı yok.   

Bu durumda Filistinliler için ahlaki bir ikilem söz konusu bile değil ve İsrail’in Holokost ile yaptığı şey ahlak dışı bir eylem. Ancak Filistinliler için ahlaki sorun Holokost’u küçümsemekle başlar. Bu, dinleri (Nazi terminolojisiyle ırkları) nedeniyle zulme uğrayan insanların hayatlarına haksız bir şekilde son verilmesidir. Filistinlilerin Siyonizm’e karşı çıkmak için Holokost’u küçümsemelerine gerek yok. Holokost bizim ülkemizde gerçekleşmedi ve varsayılan olan bunun sorumluluğunu yalnızca Avrupa üstlenmelidir. Tam tersine, Avrupa’ya bunu ve İsrail’in Avrupa’nın suçluluk kompleksini sömürmeye yönelik ahlaksız eylemini, ayrıca suçu Arapların ve Filistinlilerin üzerine atarak bundan kurtulamayacağını hatırlatmalıyız.   

7. Çifte standartlar ve evrensel değerlerin akıbeti üzerine  

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerinin İsrail’in işlediği suçlar karşısındaki tutumu, savaşın ikinci ayının başına kadar İsrail’in tutumunu katı bir şekilde savunması, Filistinli kurbanlara yönelik duyguların donuklaşması gibi faktörler, bir yandan Gazze Şeridi’ndeki savaşın dehşeti karşısında gerçekten şoke olan bazı gençlerin evrensel değerleri sorgulamasına, diğer yandan İsrail’e tam ve koşulsuz destek vermekten bağlayıcı olmayan bazı açıklamalar yapmaya veya resmi Amerikan söyleminin ifade edilmesini tavsiye etmeye kadar değişen tutumları olan bu ülkelerden bazılarının “terennüm ettiği” adalet, eşitlik ve özgürlüğün geleceğini sorgulamasına yol açtı.   

Eşitlik, özgürlük ve adalet değerleri nereye gitti? Hiçbir yere gitmedi. Bunlar, Filistin ve Gazze davasını savunurken, İsrail’i kınarken ve bölgemizdeki diğer haklı davalara sahip çıkarken kullanageldiğimiz araçlar. İsrail işgaline karşı direnişi destekleyen duruşumuzu sadece yurtseverlik, Filistin’e ve halkına duyduğumuz sevgi ve Arap ulusuna aidiyetle gerekçelendirmiyoruz. Bu motivasyonlar var, bunu inkâr edemeyiz. Ancak ahlaki bir tutum formüle ediyoruz. Dini inançlarıyla dayanışmaya yönelenler, inançlarındaki adalet gibi ahlaki unsurlarla duruşlarını formüle etmeye çalışırlar. Ya da inanç ile evrensel insani değerleri uzlaştırma mantığından hareketle formüle ederler. Aksi takdirde başkalarıyla ortak bir dil olmayacaktır. Kuşkusuz, işgalcinin saldırganlığı ve işlediği suçlar karşısındaki tutum, “Batı medeniyetine” (nedir ve tam olarak nasıl tanımlanır?) duyulan mutlak nefretle, “peygamberlerin katillerine” karşı tutumla, sadakat ve masumiyetle, “kafirlere” karşı mücadeleyle, velâ ve berâyla, gazve ve fetih hakkıyla vs. haklı gösterilemez. Bunu kim yaparsa yapsın Filistin davasına fayda sağlamaz, tıpkı Suriyeli, Iraklı ya da diğer halkların davasına fayda sağlamadığı gibi, aksine zarar verir.  

Dünyanın dört bir yanında Filistin halkıyla, özellikle de Gazze ve işgal altındaki Batı Şeria’daki saldırı mağdurlarıyla dayanışma amacıyla düzenlenen gösteriler, Filistinliler Arap ya da Müslüman oldukları için değil, eşitlik ve adalete inandıkları ve işgali reddettikleri için yapılıyor. Arap ve Müslüman oldukları için kurbanlarla dayanışma içinde olanlar bile, çoğu zaman ahlaki gerekçeleri ve referansları, bunlara inandıklarını iddia edenleri utandıracak şekilde anlaşılır bir dille kullanıyorlar.  

Evrensel değerlere sözde hizmet eden (amiyane tabirle bunlarla kafamızı kıran) ama bunları halklar arasındaki ilişkiler düzeyinde uygulamayanlara gelince, bu yeni mi yoksa şaşırtıcı mı? Rönesans çağı ve Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden sonra sömürgecilik devam etmedi mi? Sömürgeciliği uygulayan ve diğer halklara insan değilmiş gibi davranan ülkeler arasında yer alan Amerikalılar adalet, eşitlik ve özgürlük için mücadele etti, çünkü bu değerleri anayasasının özü haline getiren bir ülkede bunlardan mahrum bırakılmışlardı. Mücadele, değerleri gerçeklikten ayıran uçurumdan başladı ve bu ahlaki gerilimi bu değerlerin uygulanması lehine kullandı. Ama uygulama görecelidir ve her daim eleştiriye açıktır.  

Peki ya Ukrayna ile Filistin, Rusya ile İsrail arasında son zamanlarda yapılan karşılaştırmalarda olduğu gibi “çifte standart” kavramına ne demeli? Bu etik ifade, özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgali ve Rusya’nın Ukrayna’daki toprakları işgali örneklerinde olduğu gibi, başkalarının topraklarının güç kullanarak işgali söz konusu olduğunda, benzer durumlara karşı farklı, hatta zıt pozisyonlar alan etkili ülkeleri sorumlu tutma konusundaki hayal kırıklığı ve hüsranı ifade ediyor. Özellikle de ABD’nin bu iki vakadaki tutumunu, Batılı ülkelerin genel olarak güç kullanılarak işgal edildiğini kabul ettiği ve BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararının uygulandığı bir bölge olan Filistin’in, yani Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail tarafından işgaline yönelik tutumuyla karşılaştırdığımızda.  

Sonuç olarak  

Filistin davası haklı bir davadır. İşgale karşı direniş hakkı da öyle. Mümkün, hatta gereklidir. Bunu savunmak ahlakidir de. İsrail barbar saldırganlığına karşı Gazze Şeridi halkıyla dayanışma içinde olan ve haklı davasını destekleyen gençlerin giderek yayılması bunun kanıtıdır. Çünkü totaliter ideolojilere ve her türlü fanatizme karşı olan ve tıpkı çevre sorunları, ırk ayrımcılığı ve adil olduğunu düşündüğü diğer konularda olduğu gibi adaletsizliğin kurbanlarına sempati duyan ahlaki bir nesilden bahsediyoruz. Anlaşılmaz nedenlerle ve dar ideolojik siperleriyle bağlantılı olarak, bunun insani değerlerin yenilgisini kanıtlayan bir zayıflık tezahürü olduğuna inanmak ve adaletle hiçbir ilgisi olmayan ahlaksız tutumlarla övünmek için bu dayanışmayı istismar etmek büyük bir yanılgı olur. 

 

El-Arabi Araştırmalar ve Politika Çalışmaları Merkezi