İran'ın Geri İtilişi ve Yeni Bölgesel Düzen
7 Ekim saldırılarının ardından yapılan ilk değerlendirmeler arasında devlet dışı silahlı aktörlerin önceki dönemde mevcut belirsizliklerden kaynaklanan fonksiyonlarının önemli oranda sona ereceği ve oluşan şiddetin ölçüsünün devletleri doğrudan çatışma alanına çekeceği öngörüsü de yer alıyordu. Bu tahmini destekleyen bir gelişme de İsrail’in kullandığı ve soykırıma varan aşırı güçtü. Bir "terör örgütü" ile mücadele ettiğini ileri süren Tel Aviv yönetimi çok yoğun nüfuslu bir alanda birkaç nükleer bombaya denk patlayıcı kullanarak yalnızca Hamas’ı ve örgütü destekleyen Gazze halkını cezalandırmıyor, Filistin’in uluslararası destekçilerine de göz dağı vermeye çalışıyordu. Nitekim Türk yetkililerin savaşın bölgeselleşme uyarısı bu işaretlerin ciddiye alındığını gösteriyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) bölgeye uçak gemileri de dahil önemli bir güç kaydırarak destek verdiği bu süreç eylül ayına gelindiğinde beklentileri aşan yeni bir kırılma noktasına ulaştı.
İran'ın bölgesel stratejisi tehlikede
1980’li yılların başında kurulan ve on yıllar içinde yalnızca Lübnan’da değil tüm bölgede önemli bir askeri ve siyasi güç haline dönüşen Hizbullah örgütü de olayların başlangıcından itibaren Gazze'deki direnişe yüksek söylemli ancak düşük pratikli bir destek sergiledi. Hizbullah’ın bu tavrının nedeni açıktı; İsrail ve ABD ile askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmemek, askeri bedel ödeyecekse bile bunu Hamas’ın yaptığı gibi uzun zamana yayarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin çeşitli iç ve dış baskılar karşısında havlu atmasını beklemekti. Zaten fazla fark edilmese de İran’ın ve örgütün temel doktrininin adındaki "direniş" de bu durumu ima ediyordu: Kendinden daha güçlü düşman karşısında "hayatta kalmaya çalışmak." Bununla birlikte Gazze’deki askeri hedeflerine büyük ölçüde ulaştığını düşünen Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümeti, yıpratma savaşı tuzağına düşmeye niyetli olmadığını gösterdi. İsrail, önce çağrı cihazları ve ardından telsizler aracılığıyla yapılan kapsamlı saldırıların ardından Hizbullah komutanlarının toplantılarını vurarak çok sayıda üst düzey ismi öldürdü. Bununla birlikte hiç şüphesiz en önemli saldırısı ise 27 Eylül’de gerçekleştirdiği ve 30 yılı aşkın bir süredir örgütü yöneten ünlü lider Hasan Nasrallah’ın hedef alındığı saldırıydı. Çok sayıda ABD yapımı sığınak delici bombanın eş zamanlı kullanılmasıyla Hizbullah lideri, yanında bazıları İranlı olan üst düzey isimlerle birlikte, hayatını kaybetti. Nasrallah’ın son konuşmasında duygusal bir tonla yaptığı "teknolojik üstünlük düşmandan yana" açıklaması bir anlamda kendisinin de sonu oldu.
İsrail’in kapsamlı saldırıları; Suriye'deki İran elçiliğinin bombalanması, Tahran’daki Heniyye suikastı, hatta İbrahim Reisi’nin şüpheli kazası düşünüldüğünde bir yönüyle de İran’a karşı adımlardır ve İran’ın "devrim ihracı" sloganıyla 1979 yılından beri izlediği politikaları ve elde ettiği kazanımların tümünü tehlikeye atıyor. Tahran, "Arap Baharı'ndan" sonra dört Arap başkentini kontrol ettiğini düşünürken en önemlileri Hizbullah olan ve çoğu Hizbullah tarafından eğitilen bölgedeki Şii yapılanmalara güveniyordu. Her ne kadar 2020 başındaki Kasım Süleymani suikastı İran’a büyük bir darbe olmuşsa da 7 Ekim’e kadar olan süreç İran’ın bu stratejisinin görece bir başarı kazandığını da gösteriyordu. Netice olarak Suriye’deki Baas iktidarı korunmuş, Irak’ta Şiilerin hâkim olduğu yeni siyasi mekanizma kurumsallaşmış ve Yemen’de en büyük askeri güç olarak Ensarullah Örgütü kalmıştı.
ABD'nin İsrail eliyle bölge dizaynı
7 Ekim’den sonra siyasi hayatı sona ereceği düşünülen Netanyahu, ünlü deyimle krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ve stratejisine ABD'nin desteğini sağlamayı da başardı. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus gerçek kırmızı çizgilerin ABD tarafından belirlenmiş olması. Bu bağlamda İsrail’in 13 Nisan’daki İran’ın geniş hava saldırılarına karşı eş değer ölçüde bir karşılık vermemesi İran-ABD "eylemsel diyaloğunun" bir parçası olarak okunabilir. Biden yönetimi kamuoyu önündeki bütün açıklamalarına rağmen İran’ın bölgesel müttefiklerine karşı siviller de dahil olmak üzere her türlü saldırıya yeşil ışık yakarken Tahran’a bir alt mesaj olarak İran’ın istikrarını hala önemsediğini ve Tahran’ı bölgesel denklemden çıkarmak istemediğini gösteriyor. Nitekim Gazze’de soykırım yapan, dünyanın en büyük devlet dışı silahlı yapılanması olarak tanımlanan Hizbullah’ı haftalar içinde büyük ölçüde etkisiz hale getiren İsrail, henüz bazı sabotaj eylemleri dışında İran’a karşı ülke içinde anlamlı bir saldırı yapmış değildir. ABD’nin İsrail eliyle bölge dizaynının önümüzdeki dönemde Lübnan’a bir kara saldırısı ya da Esed’in yönetimine karşı ağır darbeler içerip içermediğini kısa sürede göreceğiz.
Gelinen noktada top İran’ın sahasında gibi görünüyor. Tahran bir karar vermek zorunda. ABD tarafından İran’a sunulduğu anlaşılan teklif; 45 yıldır yatırım yaptığı silahlı güçlerin önemli oranda tasfiyesi ve ulusal sınırlarına çekilmesi karşılığında görece bir güvenliğe sahip olmasının garanti edilmesi. Bununla birlikte İran’ın bu teklife nasıl cevap vereceği halen belirsizliğini koruyor. Ülke içinde gün geçtikçe artan bir şekilde akademisyenler, uzmanlar ve eski diplomatlar Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi örneklerini vererek siyasi bir uzlaşı karşılığında sahip oldukları savunma mekanizmasını terk eden bölge ülkelerinin çok kısa süre içinde ABD tarafından saldırıya uğradığını ve işgal edildiğini savunuyor. Bu analizlere genellikle İran’ın artık bir nükleer silaha sahip olması gerektiği tezi eşlik ediyor. İran’ın yüksek derecede uranyum zenginleştirme faaliyetleri dahil ileri bir nükleer programa sahip olduğu biliniyor. Nitekim 7 Ekim öncesinde yayınlanan Batı merkezli birçok analiz İran’ın siyasi irade göstermesi durumunda birkaç ay içinde nükleer silaha sahip olabileceğini ileri sürüyordu. İran’ın ABD ile uzlaşıp nihayet devrimci reflekslerini terk ederek büyük bir geri çekilme ile sınırlarına mı çekileceğini, yoksa sürekli barışçıl olduğunun altını çizdiği nükleer faaliyetlerini askeri boyuta taşıyarak daha fazla risk mi alacağını zaman gösterecek. Kesin olan husus, ülke içindeki birçok ismin de vurguladığı gibi, İran’ın 45 yıllık bölgesel doktrin ve stratejisinin artık anlamsız hale geldiği ve caydırıcılığının çok büyük ölçüde yıpranmış olduğudur.
Silahlı Şii milislerin cirit atmadığı Lübnan’dan Irak’a kadar uzanan bir coğrafya Türkiye için de yeni dengelere adapte olma zorunluluğu anlamına geliyor. Bu noktada İsrail’in sonraki hedefi olacağı düşünülen Beşşar Esed’in Ankara’nın çağrılarına nasıl yaklaşacağı önem taşıyor. Yeni dönemde Türkiye, Filistin meselesi konusunda küresel bir vicdani kampanyanın liderliğini sürdürürken Tahran’ın boşaltması muhtemel nüfuz alanlarını kimlerin nasıl dolduracağı hususunu da değerlendirmesi ve belki de dış politikasında ayarlamalara gitmesi gerekebilir.