Hindistan’ın İç Dünyası
Hint psikanalist Sudhir Kakar, İç Dünya (1978) adlı çalışmasında Hindistan’dan bizlere tanıdık gelecek ruhsal gelişim öyküleri anlatır. Özellikle resimler, imgeler yardımıyla büyüyen “Batılı” çocuklara karşılık, Hint çocukların iç dünyasına daha çok seslerin biçim verdiğini dile getirir.
Hindistan’da doğmuş bir bebeğin de ilk kavradığı, “annenin yüzüdür” ancak çok geçmeden seslerin daha çok sarmaladığı, daha dokunsal bir iç dünya onun adına şekillenmeye başlar. Etrafındaki “anlamsız şeyler” bu dokunuşlar ve onlara uygun düşen sesler yardımıyla anlam kazanmaya başlar. Kuşkusuz annenin görünen yüzü de böyle bir tecrübedir ancak ana akım psikanaliz içerisinde yer tutmuş daha mesafeli, resim gibi konumlanmış, görmeye ve bakmaya açık imgelerin yerini Hint iç dünyada dokunuş, ses ve koku gibi daha yakın duyu imgeleri alır. Annenin dokunuşları, sesi ve emzirmesi, bu duyuların topluca Hindu çocuğun iç dünyasına karışması demektir. Bu nedenle çocuğun ilk imgesini görmesiyle başlayan ve anneyi kendisinden ayrı bir varlık olarak ayırt ettiği zamana kadar devam eden, Lacan’ın “ayna evresi” dediği ruhsal gelişim aşaması Batılı çocuğa göre daha uzun sürer. İç dünya bu temaslarla farklı bir yapıya kavuşur. Çünkü ruhun dışarısı ve benliği kuşatan başkaları nicelik ve nitelik olarak farklıdır.
Hint çocuk, en küçük bir huzursuzluk göstermesin diye, sadece annesi değil, etrafında onun sorumluluğunu paylaşan bir kalabalık tarafından, farklı ihtimam ve ilgi biçimleriyle sarmalanır. Çocuğun muhtemel “kusurlarına ilişkin bağışlayıcı bir kabulleniş” içindeki anne, ona yönelik özenini dolaysızca ifade eder; bir resim mesafesinde durup, uzaktan onu susturmaya çalışmaz örneğin. Çocuk, uzun yıllar annesiyle uyur. Bu nedenle kendisini anne bedeninin uzantısı saydığı süre de doğal olarak uzar: Dokunsal algının ve uyumun öğrenildiği ve uygulandığı yer annenin bedeni, göğsü ve elleridir.
Bebeğin denge ve hareket algısını ve duyumculuğunu, diğer duyarlıklarını farklılaştıran hareket ve sükûn ritimleri, bedeninin ısısı ve kokusudur; öte yandan annenin sesi ise, ses uyarıcısı olarak, bebeğin konuşma gelişimi için ön koşuldur. Böylelikle, annenin duyumsal mevcudiyeti bebeğin ilk gelişimine ait deneyimleri ve bilinçlenişi için hayati önem taşır.
Farklı bir gelişim
Bir başka deyişle, Freud’un çok iyi bilinen tasnifindeki gibi, id ve süperego tarafından kuşatılmış “ego”nun bu ikisi arasında dalgalanmasına neden olan, görünür ve mesafeli imgeler değil, daha mesafesiz dokunuşlar, cisimler, mevcudiyet biçimleridir. Hint egonun daha hassas, edilgen veya uyumlu olmasını sağlayan da onu ilkel ve toplumsal benlikleri arasına ikna edici şekilde yerleştiren böyle duyusal tecrübelerdir. Oysa daha çok resimli imgeler arasında büyüyen, kendisine sürekli ayna tutan, aynalayan varlıkların ortasında gelişen bir benlik, farkını belirlemeyi, eleştirmeyi daha öncelikli sayar. Çünkü resim, bütünü bir anda ve biraz da travmatik şekillerde henüz olgunlaşmamış çocuğun karşısına yerleştirir.
Kakar, bu durumun bir başka görünümü olarak, Hint iç dünyanın kendi dışındaki âlemde genellikle uyum ve güzellik bulduğunu, dışarıdakileri değiştirmeyi, eleştirmeyi pek fazla aklına getirmediğini dile getirir. Bunun yerine ego, id ve süperego arasındaki dalgalanmayı sonlandırmaya, çatışmasız bir ruhsal tertibat yaratmaya meyleder. Kendisini daha az suçlar. İd ve süperego benliğini fazla çekiştirmez; “iyi veya kötü eylemlere ilişkin sabit yargılar veya zorunlu sınıflandırmalarla” iç dünyası “felce uğratılmaz”. Ego, süperego ve idi “yatıştırmayı” daha rahat becerir. Bu sayede vicdan azabını veya sorumlulukların baskısını daha az duyar. Hint’in aksine “Batılı”, id ve süperego arasındaki salınımları verimli bir üretime dönüştürür. Batılı denilen böyle bir tipleme, üretkenliğin muhtemel bir kaynağı olarak kökensel suçluluk duygusunu kullanmayı becerir: Bir Hint, saatler boyunca hiçbir şey yapmadan oturabilir ve iç sesi onu “bir şey yapmadığı” için kınamaz.
Bu durumun aksine, Batılı kültürler ego ve süperego arasındaki görece daha yüksek olan gerilime bir değer atfederler ve sonra da açığa çıkan suçluluk, utanç ve aşağılık duygularını eyleme geçecekleri zaman daha yüksek bir potansiyele dönüştürürler.
Buna göre Hint çocuk, resimli imgelerin daha az gözetim ve denetiminde fakat daha çok ses duyarak büyür. Karanlığın duyusu nadiren ortaya çıkar. Çünkü etrafını saran kalabalıkta ona sürekli dokunan başkaları vardır; kokusunu aldığı, sesini duyduğu, kendisine dokunan varlıklar kalabalığı içerisinde kararmayan bir dünyaya doğar ve öylece büyür. Kakar’ın bu olguyu açıklamak için başvurduğu Freud, karanlık bir odadan bağıran çocuktan söz eder: “Teyzeciğim, konuş benimle! Korkuyorum, çünkü çok karanlık,” diyen çocuğa teyzesi şöyle söyler: “Bu ne işe yarar ki? Beni göremezsin.” Çocuk da buna karşılık, “Bu önemli değil, eğer biri ses verirse, ışıklanır oda,” der.
Kırılgan çocuklar
Diğer yandan varlıkların duyusal temas halinde, iç içe durduğu bir dünyada başkaları çocuğun etrafından uzaklaşmadığında, yetişkinlikle birlikte görme ve görülmenin, mesafeli ilişkilerin hâkim olduğu dönemde melankoliye kapılmak kolaylaşır. Bu durumda çocukluk zamanlarına yönelik yoğun bir “özlem” duygusu hayata egemen olabilir. Yalnızlık ve ayrılık, Batılı yaşıtlarının “çocuksu” olarak tanımlayabilecekleri, daha travmatik tecrübelere yol açar. Çocukluk zamanlarında karanlıkla tanışmamış yetişkin Hint birey, hatıralarındaki kesif aydınlıkla karışan sesli, renkli, kokulu, bol dokunuşlu dış dünyanın üzerinde “titrek izler bıraktığı” başka türden bir “karanlıkla” uğraşır.
Böyle bir bellek yükü altında, çocukluğun da ötesinde “bebeksi” davranışlar sergileyebilir. Daha şanslı olanlar en azından “durumu idare edebilirler”: “Dalıp gitmeler ve hayale dalmalar” gibi “olağan gerilemeler” içerisinde, yetişkinlikle çocukluk arasında güvenli bir aralık yaratırlar. Ama her koşulda çocukluk dönemi, bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde tümüyle bastırılmaz. Çünkü çocukluğuyla bağını kesen, “kayıp bir ruh” gibi gezinir. Bu bağı koruyanlar için birincil ve ikincil süreçler arasında aşina bir geçit açılır. Böylece iç dünyasını idare eden çocukluk imgeleriyle dış dünyanın akılcılığı arasında “sağlıklı” denilebilecek bir bağlantı da kurabilir.
Oysa “Batılılar”, “birincil süreçleri kaybetmeyi göze alırlar. (…) Batılı ve Hint kültürlerin yaptığı farklı burgular bu nedenle iç ve dış dünyalara ilişkin taban tabana zıt iki duruşu yansıtır.”
İkincil süreçler karşısındaki Hint “kırılganlığı”, özellikle dış dünyanın baskın olduğu modern karmaşa içinde “emsalsiz biçimde etkilenir”. Çünkü içerisi ve dışarısı arasında asırlar boyunca şekillenen bir uyum ve bakışımlı yapılanma, iç dünya hilafına bozulur. Dışarıdaki varlıkların, anlatıların, söylemlerin yavaş ve ikna ederek oluşmasına yardımcı olduğu iç dünya dayanaklarını kaybeder. Koloni-öncesi veya sonrasını deneyimleyen coğrafyalar için bu durumu topluca belirlemek olanaklıdır. Dışarısı ve içerisi arasındaki, koloni-öncesi “güvenli” aralık kapanır. Gündelik dünya ve ruhlar âlemi arasındaki alâka zayıflar. Ruhsal gelişimin veya iç dünyanın yapılanma koşulu mitik anlatılar, birincil süreçlerin esasını oluşturan “sihir dünyası ve animist düşünceler” geçersizleşir. Çünkü iç dünyanın gereksinim duyduğu müşfik yumuşaklık ve yavaşlığa karşılık dışarıda insafsızca hızlanmış bir başka dünya egemendir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.