İsrail’in Dil Kubbesi
Eğer bir devlet bir yanlışta ısrar ediyorsa (bir ülkeyi işgal etmek, insanları terörist olarak etiketlemek, yanlış tarafı savunmak gibi) kendini savunmak için en çok dilden istifade eder. Yanlış yaptığını bilmesine rağmen doğru yaptığını iddia eder ve bu amaçla çeşitli argümanlar geliştirir. Tek amaç haksızlığın üstünü örtmek ve hatta yapabiliyorsa haklı olduğu algısını oluşturabilmektir. Bu amaçla dili adeta bir kubbe olarak kullanır.
Dil ile halkın algıları değiştirilmeye ve işlenen suçlar meşrulaştırılmaya çalışılır. Mesela hiçbir ülke “ben ülkeyi kaynaklarını sömürmek için işgal ediyorum” demez. Bunun yerine oraya medeniyet götürdüğünü ve o ülkeyi kalkındırdığını söyler. Sömürüye direnenleri ise terörist olarak etiketler. Böylelikle dil yoluyla suçunu adaletin tesisi olarak pazarlar. Aslında herkes gerçeğin farkındadır ama gerçeklerin kabul görmesi için savunucularının da güçlü olması gerekiyor. Aksi taktirde mağdurlar hem suçlu hem de haksız oluyorlar.
Bu tür davranışları filolojik ve felsefi olarak inceleyen Yapısöküm (Deconstruction) isminde bir akım var. Post-Yapısalcı Fransız düşünür Jacques Derrida’nın ortaya attığı bu kavrama göre dil, Avrupa merkezli dünya görüşüne göre şekil alır. Yani iyi, modern, ahlaki, temel haklar, terörist, masum, gelişmiş, geri kalmış gibi kavramlar Avrupa’nın (ve Amerika’nın) verdiği manayla anlamlandırılır. Eğer Batılılar mesela LGBT gibi cinsel tercihleri masum, meşru, ahlaki ve temel bir hak olarak görüyorsa o zaman bu tür fiillerin zararlı oluşu tartışmaya dahi açılmaz. Birileri tersini söyledi mi hemen gerici veya özgürlük karşıtı ilan edilir.
Bu bağlamda, Filistinli Edward Said’in “Oryantalizm” isimli eseri, güçlülerin baskın dilinin zayıflara/Doğululara hakaret etmeye kadar varan sözel şiddet ve sömürüsüne tepkidir denilebilir. Derrida gibi Batılı düşünürlerse Batı dünyasında yaşamalarına rağmen dilin nasıl bir suçları aklama aracı olarak kullanıldığını ifşa etmişlerdir. Uluslararası ilişkiler alanında çalışan diğer bazı düşünürlerse hazır kalıp sözleri “sökerek” gerçeğe ulaşmanın yollarını aramışlardır. Onlara göre gerçeği bilmenin yolu dilin gizlediği gerçekleri ortaya çıkarmaktan geçer. Çünkü dil tıpkı bir boya gibi gerçeklere başka bir şekil verebiliyor.
İsrail’in kuruluşunda Batı’nın rolü
Biz de bu yazıda İsrail’in ve Batı dünyasının Demir Kubbe misali kurduğu “dil kubbe” yoluyla Filistin’in işgalini nasıl haklı çıkarmaya çalıştığını bazı örneklerle açıklamak istiyoruz. Nasıl olduğunu anlamak için ilk olarak İsrail’in kuruluşunda Batı’nın rolünü inceleyebiliriz. Batılılara göre kendilerinin İsrail’in kuruluşunda bir rolleri yok. Bunu İsrailliler de iddia ederler. Çünkü İsraillilere göre İsrail’i kurmak kendilerinin başarısıdır. Ancak biliyoruz ki İngilizler Balfour Deklarasyonu ile Filistin’i Yahudi yurdu yapmasalardı bugün İsrail diye bir devlet olmayacaktı.
Ayrıca söz konusu destek devam etmektedir. İsrail şu anda ABD’nin silahlarıyla katliam yapıyor. Amerikalı kongre üyelerinin çoğu AIPAC gibi Yahudi lobi gruplarından para aldığı için kongreden her türlü desteği çıkarabiliyor. İsrail ordu üniforması ile kongreye gelen üyeler bile var. Avrupa’da da birkaç ülke hariç durum farklı olmayıp İsrail’e her türlü destek veriliyor. Almanya daha geçtiğimiz günlerde yeni bir vatandaşlık kanunu çıkararak İsrail karşıtlığını vatandaşlığa kabul etmeme bahanesi olarak kullanmaya başladı.
Batı’nın söylem olarak en çok sığındığı argüman İsrail’in kendini savunma hakkının olduğudur. Ancak dilde masum görünen bu söz gerçekte büyük suçları örtbas eden bir perdeden ibarettir. Çünkü İsrail mevcut çatışmalarda savunma pozisyonunda değil, saldırı pozisyonundadır. İsrailliler Filistinlilerin evine gelip el koyuyorlar, zulmediyorlar, öldürüyorlar ama hala savunma hakkından bahsediliyor. Canınıza ve mülkünüze kasteden biri ancak katil olabilir. Ancak gerek İsrail gerek Batı buna savunma hakkı diyor. Yani gasp bir hak, gaspa engel olmak terörizm oluyor.
Ayrıca İsrail Filistinlilerin insan bile olmadığını söylüyor. Oysaki insanlık merhametle ve adaletle ölçülen bir değerdir. Dolayısıyla katledilen bir bebeği insan olarak görmeyenin kendisi insan değildir. Bebeklerin büyüdüğünde Hamaslı olacağını iddia edip onların üzerine bomba yağdıranlar insan değildir. Dolayısıyla bu laf cambazlığı sadece vahşeti örtmek için yapılıyor.
Filistin Devleti ve milleti yok iddiası
Diğer bir iddia ise Filistin diye bir devletin ve Filistinli diye bir milletin olmadığı iddiasıdır. Biliyoruz ki Filistin 1917 yılına kadar Osmanlı toprağıydı. Daha sonra İngilizler Filistin Devleti isminde manda bir devlet kurdular. O döneme ait pasaportlar hala mevcut. 1948 yılına gelindiğinde ise Birleşmiş Milletler’in onayıyla İsrail ve Filistin adında iki devlet kuruldu. Dolayısıyla uluslararası hukuk Filistin Devleti’nin varlığını kabul edip İsraillileri yalanlıyor.
Filistin milletine gelince; evet Filistinliler köken olarak Arap’tır. Ancak bu onları Filistin topraklarının sahibi olmaktan çıkarmaz. İsrail’in mantığıyla hareket edersek Amerikalı diye etnik bir millet de yok. Bu durumda Amerika’yı işgal etmek meşru mudur? Hem İsrail diye bir millet var mı? Mevcut İsrail nüfusunun yüzde 10’unun bile Filistin’de yüz yıllık geçmişi yoktur. Ayrıca “İsrailli” diye etnik bir ırk da yoktur. Nüfusun tamamı farklı milletlerden oluşmakta olup aralarında kan bağı yoktur. Dolayısıyla Sami ırkına mensup olmaları da sorunludur. Bu durumda antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) diye bir kavram da yoktur. Çünkü Sami ırkını kozmopolit Yahudilerden çok Araplar temsil ediyor. Dolayısıyla antisemitizm kavramı da dil yoluyla İsrailliler tarafından kendilerini mağdur göstermek için kullanılan bir terim olmuş oluyor. Bunu özellikle Batı dünyasında çok görüyoruz. Birisi İsrail’in suçlarını eleştirdiği zaman hemen antisemitist olarak ilan ediliyor. İstiyorlar ki İsrail keyfince suç işlesin ama kimse de sesini çıkarmasın.
İçi doldurulamayan diğer bir söylem de İsrail’in dört tarafının Araplarla çevrili olduğu, dolayısıyla her türlü silaha sahip olmasının ve saldırgan davranmasının normal olduğu iddiasıdır. Kennedy İsrail’in nükleer programına karşı çıktığı zaman David Ben Gurion bu argümanla Kennedy’e karşı çıkmıştı. Oysaki bu iddia da yalan çünkü Araplar İsrail’in etrafını sarmadı. İsrailliler/Yahudiler sonradan gelip Arapların arasına yerleştiler, topraklarını işgal ettiler, onlarla savaştılar, katliam yaptılar ve sorunu bugüne kadar getirdiler.
Kimin arasına zorla girip topraklarını işgal ederseniz direnişle karşılaşırsınız. Şayet Yahudiler Londra merkezli bir koloni kurmak isteselerdi İngilizler öylece seyir mi ederlerdi?
İsrail’in demokrat bir ülke olmasının Filistinlilere etkisi
İsrail’in bir demokrasi ülkesi olduğu konusuna da değinmek gerekiyor. Evet, İsrail kendi içinde demokrat ama Nazilerde de demokrasi vardı. Demek ki demokrasinin varlığı yetmiyor ve hatta demokrasinin konuyla bile ilgisi yok. Eğer bir ülke diğer bir ülkeyi işgal edip katliam yapıyorsa demokrat veya diktatoryal bir rejime sahip olmasının hiçbir önemi yoktur. Madem demokrasi böyle büyük bir erdem ve ülkelere değer katıyor, o zaman İsrail neden demokratik bir ülke gibi davranıp komşularıyla barış içinde yaşamıyor? Kendi iç barışını sağlamış bir ülke sınır dışında zulüm yapıyorsa içerideki barıştan dışarıdaki insana ne?
Filistin meselesinde İsrail’in demokrat bir ülke olmasının Filistinlilere bir faydası olmadığı gibi zararı oldu. İsrail demokrasisi her seçimde yeni bir hükümeti iktidara getirerek her seferinde yeni birilerinin zulüm yapmasına aracılık etti. Hatta daha barışçıl olanları iktidardan indirdi. Çünkü belli ki İsrail halkı da pek barış yanlısı politikacıları sevmiyor.
Son olarak, 7 Ekim’deki Hamas saldırısına da değinebiliriz. Hamas o gün İsrail’e tarihinde yaşamadığı bir kayıp verdiğinde bile savunma pozisyonundaydı. Saldırı yapılmalı mıydı yoksa yapılmamalı mıydı, Hamas’ın suçu vs. gibi konular tartışılabilir ama bu İsrail’in saldıran taraf olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İşgal 76 yıldır devam ettiği için sanki çatışmalar ilk kez Hamas’ın 7 Ekim’de saldırmasıyla başlamış gibi davranmak gerçeğin üzerini örtmektir. Ayrıca 7 Ekim’deki saldırı Gazze’yi yok etmek için bir bahane olamaz. O gün hiçbir bebek, kadın veya yaşlı Hamas militanlarıyla birlikte sınırı aşıp operasyona katılmadı.
Sonuç olarak, Filistin’le ilgili dilden çıkanlarla sahadaki gerçekler birbirine zıt. Sahada barışın olması için öncelikle dilin yalanlardan arındırılması gerekiyor. Çünkü dil gerçekleri konuşmadığı gibi bir yılan misali sarmalıyor. Eğer İsrail’in zulmüne direnilecekse kurduğu dil kubbesinin de etkisiz hale getirilmesi gerekiyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.