Münih Filminde Filistinli Yüzler

Film endüstrisindeki etnik stereotipleri yeniden üreten "Münih" filmi, Spielberg'ün terörist temsillerindeki çelişkileri ve Batı medyasının Filistinlilere karşı duyarsızlığını inceliyor. İnsanlık adına savaştığını iddia eden Batılı karakterlerle, adeta yaşayan ölüler gibi betimlenen Filistinliler arasındaki çatışmayı, medyanın olayları nasıl çarpıttığını ve toplumsal algıları nasıl şekillendirdiğini yazar Özgür Taburoğlu Fokus+ için kaleme aldı.
Özgür Taburoğlu
Münih Filminde Filistinli Yüzler Özgür Taburoğlu .jpg
16 Mayıs 2024

Bazı macera filmlerinde puşileri ardında birbirlerine benzeyen Arap teröristler topluca bir yerlere girer çıkar, silahlarını belirli bir hedefe doğrultmadan sağa sola ateş ederler. Kamera onlardan herhangi birisini ayırt etmez. Topluca dolaşan üçüncü dünyalı teröristlerin karşısında ise adı ve yüzü belli Amerikalı veya Avrupalı teröristler bulunur. Seyirci duygudaşlık kurduğu onları özgürlük savaşçısı, militan, ajan sayar. Diğerlerine yaptığı gibi kamera onların yüzlerini sıyırıp geçmez. Yüzlerindeki her kıvrıma odaklanır. Yüzleri olduğu için erkenden ölmezler. Karşıdaki üçüncü dünyalı saldırganların aralıksız gönderdikleri mermiler onlara ulaşmaz. Bazen seyirci endişelensin diye yaralanabilirler. Karşılarında topluca hareket eden bir sürü varken onlar tek tek hareket ederler. Üçüncü dünyanın teröristleri topluca yer değiştiren geniş bir bünye oluşturduğundan yok edilmeleri kolaydır. Ama hep daha fazlası arkadan gelir, tükenmezler; yaşayan ölüler gibidirler.  

Steven Spielberg'ün München (2005) filmindeki Mossad memuru da bunu doğrular: “Filistinlileri öldürmek pek ucuz sayılmaz. (…) Her öldürdüğümüzde altı tane daha yaratıyoruz.” Filmde aynı tiplemelere eksiksiz biçimde rast geliriz. Üstelik yönetmen Filistinli ve İsrailli tarafları tarafsız şekilde anlatmaya çalışırken aynı kalıpları tekrar eder. Batılı denilen bakışın tüm açılarına film boyunca tanık oluruz. Münih olimpiyat oyunlarının (1972) önüne geçen İsrailli sporcuların katliamı ertesinde sahaya çıkan Mossad ajanlarıyla Filistinli fedailer arasında geçen bu macera filminden çok şey beklemek doğru olmasa da aynı bakışın bugün “Batı neden Filistin'de yaşananlara kayıtsız kalıyor?” gibi bir sorunun muhtemel cevabı da aynı harcıâlem bakışta saklı olabilir. 

İki tarafı eşitlemek, her iki tarafın dramlarına aynı mesafeden bakmaya niyetli bir yapımda bile seyirci Avrupalıya, Amerikalıya daha çok benzeyenle duygudaşlık kurar. Çünkü onların hayatları, ferdiyetleri vardır. Diğer taraftakiler ise şekilsiz bir yığın gibi sahneye çıkarlar. Rehine krizini iki gün boyunca medyadan izleyen taraflardan birisi yalnız başına ve vakur, diğeri ise kalabalık içinde bağıra çağıra olanları izler. İsrailli annelerin, eşlerin yüzlerindeki tüm değişimlere tanık oluruz fakat Filistin tarafında sırtından görünen insanların çırpınmaları, feryatları duyulur. Film onların tarafına geçmek için gerekli hisleri oluşturmamıza fırsat vermez. 

Etnik ağırlık 

Filistinliler etnik merkezli bir dünyanın sakinleri olurken, İsrail yurttaşı evrensel bir söylemi giyinir. Birisi Arapça konuşur, diğeri İngilizce. Seyirciye bu durumda insanlığın temsilcisi tarafın huzursuzluk çıkaran bir aşiretin üyelerini öldürmesi çok olağandışı gelmeyebilir. Fakat insanlıktan payını daha az alan taraf aynı cinayetleri işlerse yaptıkları sansasyonel bir olay gibi yankılanır. Burada Jean-Claude Van Damme'ın oynadığı The Quest (1996) filmi hatırlanabilir. Önemli olmasından ziyade semptomatik bu filmde tüm dünyadan dövüşçüler bir şatoda bir araya gelerek kendi yerel kıyafetleriyle kavga ederler. Amerikalı dövüşçüyse sadece fanila ve şortla sahneye çıkar, onun etnik bir kimliği yokmuş gibi tüm insanlık adına hafif giysilerle kavga eder. Diğerlerinin üzerindeki etnik ağırlıklar nedeniyle müsabakalarda rahat eder. Etnik tarafın kıyafetleri ağırlaşırken, insanlığı temsil edeninki hafifler. Bu sayede daha etkili bir şekilde gücünü gösterebilir. İzleyici de en rahat giysileriyle kavga edenin tarafında yer alır. En azından duyguları onun tarafına meyleder. Ağır, renkli, teferruatlı, hacimli etnik giysiler yüzü siler, ilgiyi kabileyle ortaklığın belirtisi motifler üzerine çeker. Bir folklor gösterisinin esası da kimsenin diğerinden ayırt edilmemesidir. 

Seyirci, bilgi düzeyinde jeopolitiğe, siyaset bilimine, tarih ilmini vakıf olsa da çok erken zamanlarda şekillenen duygularıyla taraf tutar. Düşünceleriyle duyguları arasındaki beklenen akli koşutluk nadiren ortaya çıktığından haklı olanın değil de sureti olanın, duygudaşlık kurduğunun yanında yer alır. Birisinin yüzünün olması haklı olduğunun işaretidir ona göre. En alelâde seyirci bile birilerinin yüzünü yığın içerisinden seçebilmek ister. Siyasi seçimlerde de aynı haletiruhiye ile sandıklara gider. Onu en çok duygulandıran adayı seçer. Çünkü onun yüzü daha aşinadır. Tüm bunlara bakınca Filistinlilere neden pek kimse yardım etmiyor sorusuna siyaset, tarih, ekonomi ilimleri yanında duyguların politikası içinden de cevaplar bulunabilir. 

Tüm dünya bir süredir binlerce çocuğun öldüğü, hastanelerin, okulların bombalandığı sahneleri izlese de bu duruma kayıtsız kalabiliyor. Ekrana ve orada olup biten hadiselere karşı bağışıklık kazanmış bu kalabalığa mevcut dramı duyurmak için fazladan bir çaba gerekir. Televizyonun ilk kez hanelere girdiği zamanları hatırlıyorum, odada herhangi bir haberle ağlayan veya ekrandaki neşeye ortak olanların yerini mat, geçirimsiz bir ekrana bakan seyirciler aldılar. Her olay onlara bir kurmaca gibi ulaşıyor. Ekrandaki canlıların yüzleri yoksa ufkumuza girmeleri zorlaşıyor. Onların dramının ulaştığı kişilerin bir kısmı da sosyal ve yeni medyalarda bu vicdani tortuyu zaman kaybetmeden sarf ediyorlar. Deprem zamanı birkaç hafta boyunca bölgeye giden sayısız yardım aracının birden kesilmesini düşünelim. Vicdani bir bitkinlik sonucunda göçük altındakilerin suretleri kayboldukça artık onlar ve yakınları ölüme terk edilebilir bir kayıtsızlık perdesi arkasına yerleşirler.  

Herhangi bir medya ekranı artık ifşa eden değil de gizleyen bir yüzeye dönüşmeye başlar. Kaç kişinin öldüğü veya öldürüldüğüne dair bir pano halini alır. Hatta bir hadisenin ekrana düşmesi ona yönelik ilgiyi, muhalefetin enerjisini düşüren bir etkiye yol açar. Yani algı yönetiminin bir parçası olarak cereyan eden tüm olayları çıplak şekilde göstermekte sakınca yoktur. Gerçeğin ekranda beliren ikizi bir hayaletin bize musallat olması giderek zorlaşır; sesini bize ulaştırmakta güçlük çeker ve silik görüntüsüyle kaybolur. Tüm bu haller üzerine Baudrillard sayısız değerlendirme ve kehanette bulunur. 

İstihbarat oyunları 

Münih filmine göre, ön tarafta bir halk ve bir devlet savaşsa da arkada istihbarat yapıları bu çatışmaları manipüle eder. Filmi izledikçe bu istihbarat oyunları aradan çıkarsa her sorun çözülecek gibi bir izlenime kapılırız. Teşkilatlar, istihbarat ve terör pastasından daha fazla pay almaya çalışırken bir yerlerden patlamaların, öldürülen rehinelerin haberi gelir. Ülke sınırlarını aşan derin yapıların karşılaşmalarına tanık oluruz. Ajanın milliyeti önemsizleşir. Ortak bir oyun alanını dolduran uluslararası oyunculardır. İstihbarat teşkilatlarına gizli bilgileri sağlayan taşeron yapılar aynı bilgileri başkalarına da satarlar. Yasasız bölgede gizli bilgi kalmaz. Saklı olanın ifşa edilmesi gizli olmasından ileri gelir. Mossad memuru Avner’e “bir Müslüman teröristin öldürüldüğünü Le Monde gazetesinden okumak istiyoruz” der. Ondan beklenenin basit bir intikam olmadığını, tüm dünyaya dönük bir gözdağı beklediklerini anlatmak ister. Yasasız bölgedeki istihbarat oyunları gizli bir elin marifeti gibi küresel dengelere şekil verir. Kayıt dışı, istisnai, derin sahada cereyan eden hadiselerin etkileri legal herhangi bir eylemle karşılaştırılamaz. Müesses yapılar, istisnai oluşumların yarattığı jeopolitik yeni düzenleri yasal kılmaya yarar. 

Avner bir gün ders vermeye giderken yoldan çevrilir ve sahaya sürülür. İsrailliler için ajanlık bir yurttaşlık vazifesidir. Onun “iyi bir Yahudi” olmasına vurgu yapan Mossad şefi de fiilen protokolde başbakanın üzerinde görünür. Vazifesini anlatırken bir mağduriyete vurgu yapar: “Yine tuzağa düşürülüp katledildik.” Sıradan kötülüğün münfailine gönderme yapar ve soykırımın önemli Nazi memuru, "Eichmann’dan farkları yok bu kasapların” der. “Almanya'da yine ölü Yahudilerin” olduğunu ve “dünyanın bir kez daha onları önemsemediğini” söyler. Filistin'in huzursuzluğu ise ülkeyi “paylaşmak istememesine” bağlanır. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.