Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya: Başka Bir Alemden Notlar
Benim gibi, uzun yıllardır Orta Doğu takip eden, o bölgenin gündemi ile haşır neşir olan bir gazeteci için Uzak Doğu bambaşka bir alemdi. Belki de bu yüzden, uzun yıllardır en çok gitmek istediğim yerler listesinin ilk sıralarında da hep Uzak Doğu şehirleri olageldi. Bu yaz nihayet kısmet oldu; doğunun ortasından uzağına geçtim ve Seul, Tokyo ve Hong Kong’u kapsayan Uzak Doğu turumu gerçekleştirdim.
Son dönemde özellikle Japonya, Türkiye’den çok sayıda ziyaretçi ağırlıyor. Sosyal medyada Türklerin Tokyo ve Japonya’nın diğer kentlerine seyahatine dair çok sayıda içerik paylaşılıyor. Gerçekten de Türkler için, vize açısından gitmenin son derece kolay ve rahat olduğu bir bölge burası. Ancak adı üzerinde; Uzak Doğu. Kavramların da insan psikolojisi üzerindeki etkisini hesaba katınca, gidip gezmenin hep nispeten daha zor olduğu, insanın gözünde büyüyen bir bölge aynı zamanda. Uçakla hemen hemen aynı mesafelerdeki ABD’ye veya başka bir lokasyona gitmek psikolojik olarak daha kolay gelebiliyor pek çok insana. Uzak Doğu yalnızca coğrafi değil kültürel olarak da birçok insana uzak geliyor. Alfabesinden mutfağına pek çok faktör etkili şüphesiz.
Doğrusunu söylemek gerekirse benim de uzun yıllardır gözümde büyüyordu. Mesafeler ve maliyetler hemen hemen aynı olmasına rağmen New York’a uçmak, Tokyo’ya veya Hong Kong’a uçmaktan nedense -aslında nedenine dair bazı sebepleri sayabilirim- daha kolay hissi veriyor. Şimdi “nedense”yi biraz açalım. Her şeyden önce dediğim gibi, Uzak Doğu tabirinin ister istemez bilinçaltımızda ekstra bir uzaklık algısı yarattığını düşünüyorum. Kelimeler, kavramlar muhakkak ki düşünme biçimimizi, duygu ve düşüncemizi etkiliyor. Bunun yanı sıra ABD gibi filmleri, kahve zincirleri, giyim markaları vesaire yoluyla dünyanın dört bir yanında kültürel bir hegemonya da kuran bir ülke, şüphesiz insanda “yakınlık” duygusu da uyandırıyor. Öte yandan, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerde böyle bir durumun söz konusu olmaması da uzaklık algısını pekiştiriyor olabilir.
Uzak Doğu gerçekten uzak mı? Coğrafi uzaklık dışında uzaklık algısını pekiştiren ne gibi faktörler var? O bölgeye neden Amerika’ya göre daha fazla ‘yabancılık’ çekiliyor veya öyle düşünülüyor? Bunlar apayrı bir yazının konusu olabilir. Bense bu yazıda, dünyanın ilk kez gittiğim bu uzak doğusuna dair gözlemlerimi ve notlarımı -hem kendi kişisel arşivim hem de gitmeyi düşünenler için- paylaşmak istiyorum.
Seul, Tokyo ve Hong Kong duraklarını kapsayan Uzak Doğu seyahatiyle ilgili bilinmesi gereken ilk ve en önemli detay, Türk vatandaşlarından vize istenmiyor oluşu. Batı ülkeleri için vize kuyruklarında beklemenin giderek daha da tatsızlaştığı bir dönemde bu durum şüphesiz en büyük avantajlardan. Güney Kore için gitmeden önce online olarak doldurmanız gereken basit bir form var. Bu yeterli oluyor. Onun dışında en çok merak edilen ve göz korkutan detay elbette bilet fiyatları. Açıkçası bu masraf kalemini beklediğimden çok daha uyguna mal ettiğimi söyleyebilirim. Gitmeyi düşünenlere fikir vermesi açısından bir bilgi paylaşayım; gidişte Birleşik Arap Emirlikleri’nin prestijli havayolu şirketlerinden Ettihad’ın ücretsiz konaklama avantajlı aktarmalı uçuş paketi oldukça uyguna geliyor. Aktarmalı uçuş ile Abu Dabi’de bir gün kalarak Uzak Doğu’ya gitmeden önce biraz Orta Doğu havası da almış oluyorsunuz.
Sessiz sedasız, çocuksuz şehir: Seul
Uzak Doğu’da ilk durağım Güney Kore’nin başkenti Seul. Bahsettiğim online forum ile çok çok rahat bir şekilde ülkeye giriş yaptım. Sosyal medyada okuduklarımın aksine, gümrük görevlisi tek bir soru dahi sormadı. Sonrası ise şehir merkezine; konaklayacağım, adına yapılan şarkıdan aşina olduğumuz Gangnam bölgesine yolculuk…
Seul güzel bir şehir. İlk durağım Tokyo olsaydı da muhtemelen aynı şeyleri yazacaktım. Şehirde, bilhassa da metrolarda dikkatimi çeken ilk şey sükûnet oldu. Kimse konuşmuyor, konuşsa da sesleri çıkmıyor. Uzak Doğu metrolarında kitap okuyan daha fazla insan göreceğimi hayal etmiştim doğrusu ancak öyle olmadı. Yaşlılar dışında hemen herkes telefonda bir şeyler izliyor, elbette kulaklıkla ve kimseyi rahatsız etmeden.
Uzak Doğu turumun devamındaki duraklarda da gözlemleyeceğim üzere, Seul’de ilk dikkatimi çeken şeylerden biri de çocuk yokluğu oldu. Caddelerde, sokaklarda, metrolarda gerçekten çocuk yok. Yaşlanan nüfus, doğum oranlarındaki düşük gibi global ama Uzak Doğu ülkelerinde daha fazla hissedilen sorunlar Seul’de somut bir biçimde karşıma çıktı.
Seul’de dikkatimi çeken, başka yerde şahit olmadığım detaylardan bir diğeri de metro istasyonlarındaki gaz maskeleri. Her istasyonda özel dolapların içinde gaz maskeleri var ve ihtiyaç durumunda nasıl kullanılacakları yazıyor. Bunun, Kuzey Kore’nin olası bir saldırısına karşı tedbir olarak son yıllarda artırıldığı belirtiliyor. Komşu Kuzey Kore tehdidi kendisini sadece maskelerle hissettirmiyor. Seul’de çok sayıda yer altı sığınağı da var. Bunlar da şehrin dört bir yanında “shelter” (sığınak) olarak tabelalarla belirtilmiş durumda. Güney Koreliler, olası bir Kuzey Kore saldırısına her anlamda hazırlıklı görünüyor ve bu tehditle yaşamayı öğrenmiş gibiler. Seul Milli Üniversitesini (Seoul National University/SNU) ziyaretim sırasında konuştuğum Güney Koreli bir akademisyen, devasa bir orman içerisine kurulmuş kampüste çok fazla insanın bilmediği özel ve gizli bir alanı bana uzaktan gösterip, bu alanın olası bir saldırı durumunda hükümetin toplanma yeri olarak belirlendiğini anlattığında durumun ciddiyetini daha iyi idrak ettim.
Güney Kore’de beni en çok etkileyen yer ise hiç şüphesiz Savaş Anıtı (War Memorial) oldu. Burası, aynı zamanda Güney Korelilerin hep duyduğumuz Türkiye sevgisi ve minnetinin sebebini daha iyi anlamama da yardımcı oldu. Zira savaş döneminde Türkiye’nin verdiği desteğin boyutları diğer ülkelerle mukayese edildiğinde oldukça çarpıcı biçimde öne çıkıyor. Binanın görkemli bahçesinde her ülkenin bayrağının altında yer alan, ülkelerin gönderdiği ve şehit verdiği asker sayılarının yazılı olduğu taşlara bakarak bile bunu anlamak mümkün; Türkiye, Kore savaşında ABD ve İngiltere’den sonra (sırasıyla 36 bin 574 ve bin 108) en fazla kayıp veren ülke (892 şehit).
Binanın içerisinde ülke ülke destek ve katkıların anlatıldığı katta, sadece Türkiye için kullanılan “kardeş ülke” (brother nation) ifadesi de yine dikkat çekici. Bunun dışında, yine aynı katta, beyaz perdeye de uyarlanan Türkiye-Güney Kore ortak yapımı filmdeki “Ayla” karakteri ile Türk askeri arasındaki özel ilişkinin anlatıldığı “Special Relationship” yazılı bir gösterim odası da bulunuyor. Gezerken insanı hüzünlendiren ve gururlandıran bir bölüm… Buradan çıktıktan sonra, Seul’de denk gelip sohbet ettiğim kişilerin Türkiye’den geldiğimi söyleyince neden hemen “kardeş ülke” dediğini -kitabi bilgilerin ötesinde- daha iyi kavramış oldum.
Bu arada Seul’deki üniversitede savaş gazilerimizden birinin torununa burs verildiğini ve kendisinin orada tamamen ücretsiz okuduğunu da öğrendiğimde, Korelilerin vefa duygularının halen ne kadar canlı olduğunu da anladım.
Şehir değil sistem: Tokyo
Uzak Doğu’da çoğu insan gibi benim de en çok merak ettiğim şehir, Seul’den sonraki ikinci durağım olan Tokyo idi. Gitmeden önce kafamda bazı fikirler, yargılar ve beklentiler vardı elbette. Ama peşinen şunu söyleyeyim; Tokyo beni beklediğimden çok daha fazla etkiledi. Bunu şehre geldiğim ilk iki gün pek hissetmedim, ilk günler daha ziyade gördüklerini hazmetmeye çalışmakla geçti. Ardındansa keşfetme arzusu, merak ve şaşkınlığın yerini giderek takdir ve hayranlık almaya başladı.
Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir iki gün geçirdikten sonra hissettiğim ve çevreme söylediğim şu oldu: “Adamlar şehir değil sistem inşa etmiş.” Gerçekten de Tokyo şu ana kadar Doğu’dan Batı’ya, gördüğüm tüm şehirlerden farklı. Bilgisayarda kurgulanmış ve zaman içinde yapılan güncellemelerle kusursuz hale getirilmiş bir yazılım, bir program hissi veriyor. Küçükken Sim City isimli bir bilgisayar oyunu vardı, Tokyo bana o oyunu anımsattı.
Dünyanın en kalabalık başkentlerinden biri olmasına rağmen şehirdeki sakinliği ve düzeni kelimelerle anlatmak güç; zira kulağa imkansız geliyor. Ancak kurduğu sistem ve elbette onun işleyişini mümkün kılan insanı ile Tokyo bunu başarmış. Metrosundan plazalarına, yer altı ve üstündeki geçitlerden sokak pazarlarına kadar her şey ve her yer kusursuz bir intizam içerisinde akıyor. İtiş kakış yok, hengame-karmaşa yok. Bu durum, en yoğun saatlerde metrolar için de geçerli, dünyanın en yoğun yaya geçidi olarak bilinen “Shibuya Crossing” için de.
Öyle bir düzen kurulmuş ki, yabancı turist olarak gezerken bazen kendinizi kötü hissediyor, acaba yanlış bir şey yapıp da düzeni bozar mıyım endişesi duyup geriliyorsunuz. Bu duygu uzun vadede insanda olumsuz bir etki yapar mı, insanı robotlaştırır/makineleştirir mi, psikolojiyi bozar mı bilemiyorum. Ancak kısa süreliğine giden ve muasır medeniyet seviyesi denen şeyin ne olduğunu tatmak isteyen birine çok iyi geldiği kesin…
Tokyo’da çok yoğun hissettiğim bir diğer duygu da insana verilen değer oldu. Açıkçası bunun, gezdiğim Batı şehirlerinden daha farklı bir seviyede olduğunu söylemeliyim. Bu duyguyu, gündelik hayatta karşıma çıkan ufak tefek ama çok önemli bazı detayların sonucunda hissettim. Bir mekana gittiğinizde çantanızı yere değil içerisine koymanız için verilen sepet; pek çok mekanda, dışarıda aniden bastıran sağanak yağmur için ücretsiz olarak verilen şemsiyeler; yağmurda ıslanmasın diye satın aldığınız poşetlere geçirilen ekstra koruyucu; metrolarda, gideceğiniz duraklara kalan süreyi saniyesi saniyesine gösteren ekranlar… Bunlar gibi, aslında çok basit görünen ama “bunu da mı düşündünüz” duygusu yaratıp insana değerli hissettiren detaylar… Tokyo’nun her köşesinde, her parkta bahçede bulunan temiz ve gelişmiş kamusal tuvaletlerin içindeki teknolojik klozetlerde yer alan ve farklı sesler çıkartarak istenmeyen seslerin kamufle edilmesini sağlayan ‘privacy’ (mahremiyet) butonunu da burada zikretmeden geçemeyeceğim. Bu ince detayın bile düşünülmüş olması beni hakikaten etkiledi.
Bu şehirde hissettiğim duyguları sevdim; değer görme duygusunu, burada başıma bir şey gelmez duygusunu. Su biriken yollardan geçerken elektrik akımına kapılıp ölmek, inşaat alanından geçerken başına bir şeyin düşmesi, yaya yolundan geçerken bir araba veya motorun çarpması… Bunlar Tokyo’da insana çok uzak gelen olasılıklar. Deprem şehri olan bir yerde, büyük bir depreme yakalanma ihtimaline karşın güvenle uyumak bile başlı başına özlediğim bir histi. Otel odasındaki güvenlik kartında yazan cümleler, o özlenen güven hissini ne güzel yaşatıyordu insana: “Deprem anında en güvenli yer bulunduğunuz yerdir, dışarı çıkmaya çalışmayın. Binanın hareketleri kısa süre içerisinde stabilize olacaktır. Bu süre zarfında masanın altına geçin ve bekleyin.”
Tokyo’da en çok aklıma kazınan sahnelerden biriyse şüphesiz ayrılırken uçakta karşılaştığım sahneydi. Hong Kong uçağı içerisinde beklerken, kalkış öncesi havalimanı yer görevlilerinin uzunca bir süre el salladığını görünce, kısa bir süre anlamayıp ardından ben de el sallamaya başladım. Daha sonra görevliler, Japonların günlük hayatta sıkça yaptığı gibi eğilerek selamladı. Dünyanın başka bir yerinde şahit olmadığım bu tatlı sahne eşliğinde nazik, saygılı ve ölçülü insanların diyarından, bir kez daha gelebilmeyi umarak ayrıldım…
Eşitsizlikleri haykıran bir finans merkezi: Hong Kong
Uzak Doğu turumun son durağı Hong Kong. Burası Seul ve Tokyo’yu içeren bir turun olmazsa olmaz durağı değildi aslında ama bir gazeteci/dış haberci olarak özellikle görmek istediğim bir kentti. Çin’e bağlı ama ondan özerk idari yapısı, son yıllarda yaşanan demokrasi protestoları, uluslararası finans merkezi oluşu gibi faktörler burayı merak edilir kılmıştı her zaman benim için. O nedenle rota olarak nispeten ters de olsa, İstanbul’a dönüşü buradan yapacak şekilde son durağı Hong Kong seçmiştim.
Güney Kore ve Japonya’dan sonra Çin etkisinin bariz biçimde hissedildiği Hong Kong’u daha kaotik buldum. Diğer iki kentte hissettiğim “muasır medeniyet” hissini burada hissettiğimi söyleyemem. Alan darlığı ve nüfus yoğunluğu nedeniyle yaşanan kronik konut krizine dair haberleri uzun yıllardır okuduğum Hong Kong’da, elbette dikkatimi çeken ilk şey binalar oldu. Dağ taş her yer uzun bina dolu. Gelmeden önce bunların tamamının -Dubai gibi- iş merkezi, plaza gökdelenleri olduğunu düşünürdüm ancak şehirde her yer yüksek bina ve hepsinin içerisinde plaza hayatı yaşanmıyor. Daracık odaların dışarıdan bakınca bile belli olduğu o yüksek binaların içinde belli ki bambaşka hayatlar yaşanıyor.
Hong Kong sokaklarında bir pazar günü yürürken en çok şaşırdığım görüntü ise halkın (elbette alt gelir grubu) sokak ortasında bulduğu her alanda yayılıp sosyalleşiyor olmasıydı. Kalabalık gruplar halinde dışarı çıkan bu insanlar, belli ki yaşadıkları daracık alanlardan çıkıp biraz nefes almak için boş buldukları yerlere oturarak evden getirdikleri yiyecekleri yemeyi, şarkılar söyleyip sohbet etmeyi bile bir nevi lüks sayıyordu. Ekonomik eşitsizliği en bariz gördüğüm kentlerden biri oldu Hong Kong.
Şehirde en çok hoşuma giden şey ise, muhtemelen iki haftanın sonunda artık iyiden iyiye özlemeye başladığım İstanbul’u anımsattığı için, vapur seferleriydi. Şehir içi ulaşımda vapur kullanımı nehre/denize/okyanusa sahip her kentte aynı derecede yoğun ve aktif olmuyor. Hong Kong bu yönüyle beni mutlu etti. Gazeteci olarak gördüğüme memnun oldum ancak turist olarak o kadar da tatmin ettiğini söyleyemem. Belki Seul ve Tokyo sonrası gelmiş olmanın veya giderek artan yorgunluğun da etkisi vardır. Ancak her durumda Hong Kong için, Seul ve Tokyo gibi “mutlaka görülmeli” diyeceğimi sanmıyorum.
Son söz niyetine: Uzak Doğu “uzak” değil. Aşırı pahalı değil. Kedi köpek yemiyorlar, mutfakları çeşitli, lezzetli ve zengin. Koreliler-Japonlar-Çinliler… Türkiye’de mizahla karışık olsa da pek çok kişinin gerçekten düşündüğü gibi “tüm çekik gözlüler aynı” değil. Dünyanın bu bölgesini imkanı olan herkesin gidip görmesini içtenlikle tavsiye ederim. Güzel mekanlar, lezzetli yemekler keşfetmenin ötesinde, genellikle Batı ile özdeşleştirdiğimiz ve son dönemde altı oyulan, sorgulanan değerlerin Doğu’da da nasıl kök salmış olduğunu, nezaketin, saygının nasıl korunduğunu gösteren anlamlı bir deneyim de sunuyor bu topraklar…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.