Şark Nerede Başlar?
Ahmet Hamdi Tanpınar, şark coğrafyasını çok geniş tutmaz. “Bizim” yaşadığımız yer olarak “Müslüman şark”ı daha uzak şarklardan ayırt eder. “Çizgilerimizi taşıyan” bu toprak parçasında, Malazgirt’ten giren akıncılarla beraber yer tuttuğumuzu varsayar. “Bizden olan”ın bu toprağa karışması, kendi zaman ve yerini yaratması bu olayla başlar. Buraları yurt edinmeye karar vermiş bir topluluğun ortaya koyduğu bu savaşçı eylem, “yaratıcı hamle”, sonradan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, siyasete, toprak düzenine ve en sonunda “incelmiş” bir kültüre tercüme edilir. “Müslüman şark”ın o döneme kadar “olgunlaşmamış” yaşam şekline muayyen bir ölçü, nizam getiren, “her türlü laubalilikten” kurtaran da bu hamlenin uzanımı bir medeniyet olur (2010: 103).
Malazgirt’te âdeta boşluktan çıkan “ecdadımızın” nereden geldiği veya öncesinde kim oldukları, Tanpınar için çok önemli değildir. Bu topraklara izini bırakan bir “ırsiyet”, boşlukta bir hamle, yaratıcı bir şiddetle ortaya çıkar. Yurt edineceği topraklardan içeri giren akıncılar, göçerler, kendi hamlelerinin uzanımı bir zamanı da yaratarak, en sonunda Lâle Devri’nde tam şeklini alacak bir “zevk dünyasını” inşa etmeye başlar. Osmanlı’nın yaratıcılığı, her zaman için fütuhatla, kendi varlığını yaymaya, duyurmaya, işgal etmeye dönük hamlelerle yerini bulur. Lâle Devri ve özellikle Tanzimat’la birlikte bu fütuhat iç dünyalara, ruhun derinliklerine doğru ilerler. Ama “içeriden zengin” dünyaları inşa edebilmek için, öncelikle dışarısı açılmalı, güvenli, tahkim edilmiş bir yer ve zaman parçası yaratılmalıdır.
Acem ve Arap etkisi önemli olsa da Tanpınar için Müslüman şark, daha çok “bizim” esas çizgilerini verdiğimiz, “hususi bir çehre” kazandırdığımız, “ehlileştirdiğimiz” bir yer ve zamana sahiptir. Yani dağınık duran bir şark toprağından, hadleri belirli, nizamlı bir “peyzaj”, manzara ortaya çıkaran, ona “klasik”, derli toplu ölçüler kazandıran, boşluktan gelen “atalarımız” olur. Bu yüzden Osmanlı ile birlikte şark da genişler veya daralır. Ama bu farazi genişliği temellendiren, göstermelik değil, hamleli, üretken bir egemenliktir. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü bir ara coğrafyada, şark ve garp çoğu zaman ayrımsızca bir arada durur:
Doğrusu istenirse Müslüman şark, hiçbir zaman, hiçbir yerde bizde olduğu kadar, güzel, zevkli ve ölçülü olmadı. Yunan nispetiyle Roma azamet ve şevketini âdeta pür Rönesans bir zarafetle hiçbir mimarî bizimki kadar doyurmadı. Mistik felsefe ve din pek az yerde, hayatı çürütmeden onunla bu kadar yakından birleşmiştir. Mûsikîmizin ruh cümbüşü, eskilerin tâbiriyle şevki de aynı şeydir. Taş, duvar, yaldızlı yazı, nağme ve şiirin bütün hayatın malı olduğu çok nâdir ve özlü medeniyetlerden birinin sahibiyiz. (1970: 134)
Yin ve Yang – Şark ve garb
Müslüman şark “realitesi”, böyle iki farklı coğrafyanın “geniş ve şumûllü bir terkip” içerisine girmesiyle ortaya çıkar. Şark gibi görünen, garbın bir sureti, diğer yüzü gibi tarif edilebilir. Yin ve Yang gibi, bu iki ayrı, çoğu zaman karşıt yer ve zaman parçası arasındaki “kaynaşma ve karşılaşmalar” ne kadar verimli olursa, o ölçüde derin bir âlem de şekil bulmuş olur. “Klasik terkip”, şark ve garbın “uzlet içerisinde” kendi üzerine kapanmadan, böyle bir realitede vücut bulmasıyla mümkündür. Şarkiyatçı zihniyetin üretimi, kendi halinde ve yalıtılmış bir şark bu yüzden mevcut olamaz. Kendi realitesini yaratamamış, içerisinde herhangi bir hamle barındırmayan bir yer parçası ancak masalın, büyünün, gizemin toprağı olabilir.
Tanpınar, yapıtlarında bu masal toprağını realiteyle “sulamaktan”, yeşertmekten, hayat vermekten söz eder. Masalın şimdiye nüfuz etmiş hâlini arar. Kendi hayatlarımıza yerleşmiş şarkları ve garpları tarif eder. Böylece ikisinden ne ayrı ne de aynı bir “üçüncü kaynak” olarak “kendi realitemiz” yaşam bulmuş olur (1970: 28). Bu realitenin üzerine yerleştiği toprak parçası, hem kendisinin doğusu hem de batısıdır. Realitenin ilerisi ya da gerisinde kalmak, saf masalın, hayata karışmamış hülyanın ya da Şarkiyatçı egzotik doğu muhayyilesi içinden olanaklıdır. Yerlisi de bu şekilde farkına varmadan, gündelik telaşından ya da fark etmediği bir masalın içerisinde olmasından, kendi yer ve zamanına yabancı kalabilir. Kendi realitesini yakalayamamış “Şark, ya alışılmışa gömülü yaşar yahut hayale kaçar. Daha doğrusu alışılmış ile rüyada yaşar” (1970: 190).
Şarklı olmanın bir başka belirtisi de hep açık duran bir “firar kapısından” kaçıp, “realiteye sarahatle bakmaktan” ısrarla uzak durmaktır. Bu şekilde kendi realitesinden kaçanın, yönüne ve zaman ayarına, coğrafi düzendeki yerine daha Batı’da olanlar karar verirler. Buraları, Orta Doğu, Uzak Asya, Yakın Asya gibi adlar alır. Tanpınar, bunlara kendi Müslüman şark bölümlemesini de ekler. Şarkiyatçıdaki indirgeyen bakışın bir gerekçesi de kendi yerinden ve zamanından firar etmeye açık, realitesini tecrübe etmekten uzak duran, toprağına el sürse de ona yabancı kalan, “mücerred” olanı seven şarklılar olurlar. Böyle bir şarklı tiplemesi, üzerinde bir masalda gibi yaşam sürdüğü toprak ve zaman parçasının müspet bir varlığı olduğunu unutmaya yatkındır. Toprakları kendi ufkundan çıktıkça, garplının da fantezi, masal zemini olmaya başlar.
Başkası bir yana, kendisini de “görmeyi bilmeyen” Müslüman şarklı, sahip olduklarını gözüyle değil, sese tercüme ederek saklar. Seslerin, musikinin yarattığı soyut bir bellek kurar. Tanpınar’ın Yahya Kemal’e atfen, “bizim romanımız şarkılarımızdır” (2014: 275) deyişi de bu yatkınlığı işaret eder. Sesin, özellikle şiirli ve müzikli biçimlerine yatkınlık, hayatı hâl içerisinde anlama ve şekil vermeyi ima eden “plastik” tecrübeden uzak olmayı da ima eder. Plastiğin asıl hükmünü sürdüğü ışığın ve görünür olanın dünyası, şarklıya uzak bir yaşantı alanı olarak kalır. Bazen, sözgelimi Âşık Veysel gibi, yaşadığı kıraç toprağı, “sımsıkı kapalı kirpiklerinin altında kendi iç aydınlığı ile yaratanlar” (1970: 235) çıksa da ses, şimdiye ve buradaya değil, daha çok ötelere, hâlden uzak olana doğru sahibini çeken bir imgesel malzeme olur. Ses ve onun bir terkibi olarak musiki, süreyi (durée) tecrübe edenin, şimdinin, takvimin ve hâlin gerekleriyle yüzleşmesine, plastik olabilirliklerin dünyasına açılmasına pek imkân vermez. Mevcut olanı, sesten çok ışığa, görülebilir ve dokunsal olana tercüme eden garplı, realiteye daha yakın olduğundan, bir zaman sonra şarklının toprağını da ayakları altından çekmeye başlar. Garp nüfuzu böylece genişler; Şark daha da büzülür, kendi içine kapanır.
Batılı bir meyil olarak, ışıkla ve eşyayla doğrudan irtibatlı plastik tecrübeden yoksun ve bu yüzden iktisadi akılcılığa uymayan, istihsale açık olmayan şarklı mizaç, kaçınılmaz bir yoksullaşmayı da peşinden getirir. Böyle bir tipleme, Huzur’da Suat’ın dile getirdiği gibi, “istihsale uygun insan” olamaz; dönemin İstanbul’u gibi sadece marul yetiştirmekle kalabilir. İhsan’ın da söylediği gibi, “asıl mesele toprağı ve insanı hayatımıza sokamamakta” aranmalıdır (2014: 99, 266). Memleketin geneli, sabahtan akşama çalışıp, emek sarf etse de bunu bir verime dönüştüremez. Plastiğin tecrübesine sahip olmaması, eline geçeni iktisadi bir verime dönüştürmesini zorlaştırır. Huzur’un, belki de en yavan bölümü olan, İhsan’ın geleceğe dönük üretim fikirlerini ortaya koyduğu kısımda olduğu gibi, Tanpınar da hülyalı dünyasından başını kaldırarak, geleceği kurtarmanın bu yavanlığa katlanmakla, modernliğin zembereklerine dâhil olmakla mümkün olabileceğini dile getirir. Sadece “toprağın üzerindekini toplayarak” geçinmek olanaksızdır. Geçim sıkıntısı olduğunda, masal perdesi kalkar, hayaller dağılır:
Sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder. İnsanda insanı öldürür. İnsanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. (2014: 267)
KAYNAKÇA
— Tanpınar, Ahmet Hamdi (1988). XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan.
— (2010). Beş Şehir, İstanbul: Dergâh.
— (2014). Huzur, İstanbul: Dergâh
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.