Tarihten Bir Ders: Arap Aşiretlerinin Rolü ve Gazze’deki Osmanlı-İngiliz Savaşına Etkileri
Dış ilişkilerde kamu politikaları oluşturma süreci bir dizi güvenlik, coğrafi, siyasi ve ticari boyuta dayanır ve Orta Doğu’da tarihi kökler politika oluşturma ve geliştirmede önemli unsurlardan biridir. Çünkü bunların geliştirilmesi meselelerin tarihi köklerinin iyi bilinmesini gerektirir, böylece rasyonel politikaların geliştirilmesinde sağlam bir anlayış ve vizyon temel alınabilir. Bir politikayı diğerinden ayıran en önemli şey stratejik bir boyuta sahip olup olmadığıdır. Ülkeler, diğer ülkelere, özellikle de günümüzde politikalarının çoğunlukla sadece güce dayandığı Batılı ülkelere karşı stratejik boyutu olan genel politikalar benimsediklerinde, genellikle dış meselelerde kendi vizyonlarını empoze ederler. Aksa Tufanı’ndan sonra yaşanan çatışmalar da bunu gösteriyor.
Orta Doğu’daki çatışmalarda devletler önemli güvenlik ve askeri politikalar benimser. Politika yapıcılar, sert güce dayandıkları için bunların başarılı politikalar olduğuna inanırlar, ancak Orta Doğu politika yapımının en önemli boyutu toplumları dikkate almamaktır. İngiltere daha önce buna güveniyor, askeri güç kullanmadan önce karar vericiye sunmak üzere ülkelerin toplumlarını, coğrafyasını ve topografyasını anlamak için Orta Doğu’ya araştırmacılar gönderiyordu. Bu durum İngiltere’nin toplumları ve sorunlarını anlayarak Osmanlılar ve Arap kabileleri arasında bir bölünme yaratmaya dayanan politikalar benimsemesine neden oldu. Onlar birleştiği sürece savaşlarında başarılı olamayacağının farkına vardı. Bu makalede, İngilizlerin Gazze’de Osmanlı kuvvetlerini nasıl mağlup edebildiğini ele alacağız.
Muhammed Ali döneminde Bedevilerin oynadığı güçlü rolü
Başlangıçta, özellikle Suriye ve hatta Güney Anadolu’daki seferleri sırasında onları zorla bastırmaya çalışan Muhammed Ali döneminde Bedevilerin oynadığı güçlü rolü göz ardı etmemeliyiz. Bedeviler Mısır devletinin politikalarından giderek daha fazla şikâyet ediyordu. Bazı askeri bölgelere saldırdılar ve silahlarını yağmaladılar, bu da onları Osmanlı Devleti veya Mısırlılar ve daha sonra İngiliz işgal kuvvetleri için önemli bir güç haline getirdi. 1814’te Akabe yakınlarındaki Türk süvarilerine saldırdılar ve silahlarını yağmaladılar. 1815’te aynı bölgede bütün bir kolorduyu yağmaladılar. Bu da Suriyeli hacıların Medine’den Şam’a giden konvoyunun ilerlemesini engelledi.
Kabilelerin gücü
Zaman geçtikçe, Osmanlılar ve Mısırlılar kabilelerin gücünü fark etmeye başladılar, bu da Tarabin kabilesinin üyelerine “Bedevi” Araplara göre öncelik vermelerine neden oldu. Çünkü diğer kabilelere karşı savaşta sertlerdi. Şeyhu’l-meşâyih lakaplı Sufi Hammad Paşa’nın sadece Tarabin kabilesi değil, bölgede sayıları 26’yı bulan diğer kabileler üzerinde de önemli bir etkisi vardı. Doğal olarak o bir isyancıydı ve Osmanlılar tarafından birkaç kez hapsedildi ve daha sonra Birüssebi umdesi (reisi) olarak atandı. Savaşları sırasında Türkler ve İngilizler, Sina ve Birüssebi bölgesindeki (işgal altındaki güney Filistin) kabileler arasındaki geniş etkisi nedeniyle ona büyük saygı duydular. 1913 tarihli Osmanlı belgelerine göre Şeyh Sufi Hammad, Osmanlı valisi Nedim Paşa’yı Birüssebi bölgesindeki1 Bedevi topraklarına tecavüz etmemesi konusunda uyarmıştı. Vali, Tarabin kabilesine boyun eğdirmek için jandarma kuvvetleri gönderdi, ancak bunu başaramadı ve daha sonra, o zamanlar kabileler ve Bedeviler üzerindeki geniş etkisi nedeniyle Osmanlıların kendisine Paşa unvanı verdiği ve Osmanlıların araziyi aşağıdaki gibi beş türe ayırdığı bir anlaşmaya vardılar: (Mülk arazisi, miri arazileri, vakıf arazileri, terk edilmiş araziler ve ölü araziler) Bu kanun çıkarılmasına rağmen, özellikle güney Filistin ve Sina’daki kabile ve Bedevi bölgelerinde uygulanmadı. Bu, anlaşmazlığın ana unsurlarından biriydi. Birüssebi bölgesinde kabileler ve Osmanlılar arasındaki büyük anlaşmazlıklara rağmen, çok sayıda Bedevi topraklarını kaydettirdi, Osmanlı tapusunu aldı ve bir yılda 30.000 Türk lirası olarak tahmin edilen vergileri ödedi (1840 yılında Osmanlı lirası 6,6 gram altın değerindeydi).
Kabileler ile Osmanlılar arasındaki ilişkiler
İngilizler, Birüssebi’yi işgal ettikten sonra kabileleri kontrol etmekte büyük zorluklarla karşılaştı. İngilizler kabilelerin kendi bölgelerine ilişkin yönetimlerini tanımış, kendilerine özel mahkemeler kurmalarına karşı çıkmamıştı. Hatta kan davaları ve arazi anlaşmazlıkları gibi ihtilafların kendi müdahalesi olmadan çözülmesi amacıyla (Birüssebi, Doğu Ürdün ve Sina) bölgesindeki kabileleri temsil eden hakimler arasında düzenlediği uluslararası toplantılar aracılığıyla onları desteklemişti. İngilizler ayrıca kabilelerin yayılma ve nüfuz bölgelerine ilişkin hassas haritalar çizerek aşağıdaki haritada olduğu gibi mülkiyet sınırlarını belirlemişti.
Güney Filistin ve Sina bölgesindeki hakimiyetlerinin son dönemlerinde Osmanlılar ise kabile şeyhlerini umde (kabile reisi, serasker) olarak tayin etmek suretiyle yarı etkin bir yönetim modeli uygulamayı başardılar. 1901 yılında2 Birüssebi merkezinin yeniden imarından sonra, kabileler ile Osmanlı valileri arasında ortak mutabakatlar ortaya çıkmaya başladı. Bu nedenle Osmanlıların İngilizlere karşı girdiği savaşlarda bu mutabakat etkisini gösterdi. Bazı kabileler Osmanlılar ile birlikte, peş peşe yaşanan iki savaşa, 4 bin İngiliz askerinin öldürüldüğü I. Gazze Savaşı ve 7 bin İngiliz askerinin öldürüldüğü II. Gazze Savaşı’na iştirak ettiler. Bu iki yenilgiden sonra İngilizlerin ilk işi, gerek etkisiz hale getirerek gerekse aleyhlerinde darbeler yaptırarak kabileler ile Osmanlılar arasındaki ilişkileri koparmaya çalışmak oldu. Bu durum güç dengelerinin değişmesine ve İngilizlerin Osmanlıları Filistin’den çıkarma misyonlarının kolaylaşmasına neden oldu. İngilizlerin aldığı ders işte buydu; Birüssebi bölgesini coğrafi konumu nedeniyle Orta Doğu’da önemli bir stratejik alan olarak gördükleri için aşiretlerle çatışmaya girmekten kaçınmak yoluyla çıkarlarına ilişkin stratejik vizyonlarıyla çatışmayan dolaylı güç alanlarını genişletmeye çalıştılar.
Kabilelerin ve şeyhlerinin buradaki davranışları, ittifakın öncüllerinin bir parçası değildi, ancak bir tarafı diğerine karşı kazanma isteklerinden ziyade kişisel çıkarlarını elde etmek ve korunmalarını sağlamaktan kaynaklanıyordu. Napolyon daha önce Tarabin, Bela ve Savalha kabilelerini överek ve Osmanlı kuvvetleriyle anlaşmazlık içinde olan merkezdeki kabilelere güvenilebileceğini söyleyerek kuzey Sina ve kuzeybatı Sina’da konuşlanmış olan el-Huveytat ve el-Ayayide gibi kabileleri kendi tanımına göre hain ve düşman kabileler olarak görüyordu.3 Süveyş Kanalı’nın batısında yer alan kabileler ise orta ve doğu Sina’da bulunan Sina kabilelerinden farklı olarak devlete bağlıydılar.
“Toplumu anlamak”
Buradan çıkarılacak önemli ders, politika geliştirmeden önce “toplumu anlamak” meselesinde yatıyor; özellikle Filistin meselesi gibi çok boyutlu ve kökleri ister Arap ister Türk ister Kürt olsun Orta Doğu toplumlarına dayanan bir meselenin toplumla kesişen tarihsel kökenlerini bilmek. Toplumları anlamak, işgalci Batılı güçler karşısında daha uzun süre ayakta kalabilecek ve dayanabilecek stratejik boyuta sahip doğru ve akılcı politikaların benimsenmesine önemli katkı sağlayacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.