Yapay Zeka Dünyayı Olduğu Gibi Görebilir Mi?
Her görüş belli bir perspektiften yansır. Bu ne demektir? Bakış açısının olmadığı bir bakış yoktur. Aslında çok açıkmış gibi görünen bu olgunun üzerinde biraz düşündüğünüzde, hayata, kendinize ve topluma dair pek çok inancın, görüşün ve değerlendirmenin bakış açınızdan etkilendiğini göz ardı ettiğinizi fark edersiniz. Yani perspektif görüntüyü belirler ama kendisi neredeyse görünmezdir. Bu yüzden üzerinde düşünülmeyi hak eder. Çünkü bir bilginin veya görüşün bir perspektiften yansıdığını göz ardı etmek, o görüşün ve bilginin mutlak olduğunu, insanüstü bir açıdan her şeyi gördüğünü düşünmek anlamına gelir. Bu “tanrısal göz” yanılgısı, bilgi edinmenin ve tartışmanın önündeki en büyük engellerden biridir. Geçmişte olduğu gibi bugün de öyle. Yapay zeka tartışmaları sırasında bu yanılgıya tekrar dönüldüğünü görüyoruz. Oysaki, yapay zeka da bir insan ürünü olarak perspektif taşır ve yapay zekanın ürettiği her şey belli bir perspektiften yansır.
Perspektifin doğuşu
17. yüzyıl filozofu Descartes, güvenilir bilgiyi araştırırken deneyimlerimizin güvenilmez olduğundan hareketle, akla dayalı bir epistemoloji ortaya koymak istemiştir. Ona göre, sıcak bir oda veya kırmızı bir araba gibi deneyimlerimiz, sadece akıl aracılığıyla temellendirilebilen bir sisteme göre bilgi ifade eder. Yani sıcaklık hissi değil, ısının derecesi bilgidir. Kırmızı görüntüsü değil, renk olgusu bilgidir. Descartes, böylece deneyimin birincil ve ikincil özelliklerini ayırarak, aklî olan birincil özelliklerin nesnel gerçekliği, kişisel olan ikincil özelliklerin öznel gerçekliği ifade ettiğini ileri sürmüştü. Onun bu ayrımını geliştiren ve üzerine deneyimci felsefeyi geliştiren çağdaşı John Locke’tır. Locke, deneyimin bütünlüğünü savunmuş ama birincil ve ikincil özellik ayrımını korumuştur. Aslında her ikisinin de kastı, nesnelerin birincil özelliklerinin bakış açısından bağımsızken ikincil özelliklerinin bakış açısına bağımlı olmasıdır.
Bakış açısının keşfi, Orta Çağ resimleriyle Rönesans resimlerinin farkında açıkça görülür. Orta Çağ’da yapılan resimlerde, tanrısal bir bakış açısından herkes resmin yapıldığı çerçeveye aynı açıdan görünür. İslam kültürlerinde de minyatürün çoğunlukla aynı şekilde perspektifsiz olduğunu görürüz. Bakan değil, bakılanlar açısından bir resimlendirmedir bu. Bunun aksine, Rönesans resmiyle birlikte, nesneler çerçevenin perspektifinden görülmeye başlar. Bu değişim, Descartes ve Locke’ın nesnelerin birincil ve ikincil özelliklerini ayırmalarından hiç farklı değildir.
Aynı dönemde benzer bir değişim de bilimsel çalışmalarda görülmektedir. Doğanın ne şekilde anlaşılacağına dair matematiksel ve deneysel yöntemlerin yoğun kullanılmaya başlandığı bu dönemde, Galileo, Pascal, Gassendi ve Huygens gibi bilim adamları (ve sonrasında Newton) bir şeylerin özlerinin nasıl olduğunu tanrısal olarak aynı anda görebilecek bir bakış açısından uzaklaşırlar. Çevresel faktörlerden yalıtılmış deneyler, yani kişinin bakış açısıyla oluşturulmuş bir ortamda tek başına bir olgunun izlenmesi, bilimsel çalışmaların ağırlığını oluşturmaya başlar. Deneyim böylece, herkesin mutlak ve ideal olanı deneyimlemesi olmaktan çıkmış, yalıtılmış deneylerde ortaya çıkan sonuca göre anlam kazanmıştır. Böylece perspektif, bu dönemde sadece tanınmamış aynı zamanda otorite kazanmıştır.
Perspektifin hakimiyeti
Bilimdeki, felsefedeki ve sanattaki tüm bu gelişmeleri değerlendiren Kant, perspektifi sağduyunun gerçekliği olarak almış ve kendinden sonraki tüm düşünceleri derinden etkileyecek sonuçlara ulaşmıştı. Öncelikle, nesnelerin özelliklerinin birincil ve ikincil olarak ayrılmasını reddetti. Ona göre bunların hepsi deneyimden geldiği için bir perspektife bağlıydı. Bunun sonucu olarak, tüm bilginin perspektife bağlı olduğunu ileri sürdü. Ona göre, algımız tümüyle bizim zihnimizin yapısına bağlıydı ve algıladıklarımızın özelliklerini oldukları gibi yansıtması mümkün değildi. İkinci olarak, algılar eğer perspektife göre şekilleniyorsa, perspektif neye göre şekilleniyordu? Kant, bunu zihnin zorunlu bir yapısı olduğunu söyleyerek cevapladı. Her algı, zaman, mekan, nitelik, nicelik vs. gibi birtakım zorunlu yapılarda algılanıyordu. Dolayısıyla bunlar, algıladığımız şeyin değil ama algımızın özellikleriydi.
Perspektif, Kant sonrasında tüm bilgi formlarını o kadar etkiledi ki, her şeyin perspektif olduğu gerekçesiyle 20. yüzyılda bilginin imkanını reddeden postmodern düşünürlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu süre içerisinde Kant’ın zorunlu yapılar olarak gördüğü şeylerin de perspektife bağlı olduğu iddiası güç kazandı. Kuantum mekaniğinde mutlak zaman ve mekanın reddedilmesi de bu gücü arttırmıştır. Kendilerini “insan her şeyin ölçüsüdür” diyen Yunan filozof Protogoras’a bağlayabileceğimiz bu düşünürler, sadece nesnelere ve dünyaya dair bilgimizin değil, kavramlarımızın, değerlerimizin, kurumlarımızın ve kimliklerimizin de birer perspektif meselesi olduğunu savundular.
Nihaî olarak gelinen noktada, bilginin bir perspektifle yansıdığının keşfi “tanrısal göz” yanılgısından vazgeçilmesini sağladığı gibi her şeyin perspektife bağlı olduğu inancını doğurdu. Ancak diğer yandan, bilimsel bakış açısıyla tanımlanan modellerin matematiksel sağlamlığı ve geleceği tahmin etmedeki başarısı keşfedilen bilginin perspektifin ötesine uzandığı düşüncesini de beslemiştir. Gittikçe güçlenen bu düşünceye göre, varsayımlardan harekete geçse bile bilimsel deneyler ve gözlem bizi dünyaya dair mutlak bilgiye ulaştırabilir. Bu düşünce, perspektiflerden bir perspektifin bilimsel olarak nitelendirildiği ve diğerlerinden daha mutlak olduğu inancına dayanır. Buna göre, yeni “tanrısal göz” mikroskobun ve teleskobun mercekleridir; bize dünyayı olduğu gibi gösterir.
Dünyayı olduğu gibi gören bilim ve yapay zeka
Modern bilim, “tanrısal göz” yanılgısından vazgeçilerek ulaşılan bir yönteme dayanır. Ancak yine de bu yöntem aracılığıyla edinilen bilgilerin, diğer tüm perspektiflere göre daha “mutlak” olduğuna inananların sayısı az değildir. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kabul gören bu inanca göre, bilimsel perspektif “varsayılan” dünya görüşü olarak, kişilerden bağımsız olarak Descartes’ın birincil özellikleri gibi nesnel bir yapıya sahiptir.
Mesela, Richard Dawkins’e göre bilim nesnel gerçeğe bağlıdır. Bunu da işe yaramasından anlarız: Uçaklar havada uçabiliyor, bir kuyruklu yıldıza inebiliyoruz, Ay'a gittik, antibiyotikler hastalıkları iyileştiriyor ve aşılar hastalanmamızı engelliyor. Bu başarıları mümkün kılan ilkeler, Dawkins’e göre nesnel gerçeklerdir. Yani Dawkins, her şeyin öznel olmadığını söylüyor. “Bazı şeyler doğrudur.” Bu demektir ki, işe yararlık sebebiyle bilimin perspektife bağlılığı sona ermiş ve diğer tüm perspektiflere göre ayrıcalıklı bir epistemik statü elde etmiştir.
Dawkins’in iddiaları, geniş bir bilimsel topluluk ve daha önemlisi onlar aracılığıyla dünyayı şekillendirmenin doğru olduğuna inanan kitle tarafından paylaşılmaktadır. Bilimin epistemik statüsü tartışmaları elbette bu sorulardan fazlasını gerektiriyor. Ancak bilimin nesnelliğinin “perspektifsizlik” olarak algılanması, bilimsel araçlarla üretilen her şeyin de doğru olduğu ve gerçekliği olduğu gibi gösterdiği yanılgısına hizmet ediyor. Bilimde nesnellik, ortaya atılan perspektifli görüşlerin mantıksal toplamından fazlası değildir. Kant’ın eleştirisi henüz cevaplanabilmiş değilken, algımızın dışında bir dünyanın bilgisinin mutlaklığını iddia etmek, bilimsel sınırları aşan bir yaklaşım olabilir.
Bu yaklaşımın en somut örneklerini, yapay zeka tartışmalarında görebiliriz. Çok gelişmiş matematiksel modelleri kullanan ve bilgisini her gün arttıran yapay zekanın, bir gün mutlak bilgiye ulaşabileceği sık sık vurgulanıyor. Buna göre, insanın elde edemeyeceği bir işlemci gücü ve hızıyla çalışan yapay zeka(lar), tüm bilgileri derleyecek, inceleyecek, değerlendirip, doğru bir dizgeyle mutlak sonuçlara ulaşacak. Bu varsayım, öncelikle her bilginin perspektifle oluşturulduğunu ve yapay zekanın bilgi topladığı insanların bu perspektiflere bağlı olduğunu göz ardı ediyor. İkinci olarak da yapay zekayı yazanın, mutlak bir perspektifle kodlama yaptığına dair bir yanlış algı var. Kodlama sırasında her bir seçim, kodlayanın kişisel, biçimsel (yani teknik şartlara bağlı) ve toplumsal perspektifinde gerçekleşir. Bu yüzden, perspektifsiz bir bilim olmadığı gibi, perspektifsiz bir teknoloji ve dolayısıyla perspektifsiz bir yapay zeka da olamaz.
Bu sonuca gelebilecek itirazların öncelikle şu noktayı dikkate almaları gerekir: “Tanrısal göz” insanın kapasitesi sebebiyle imkansız değildi. Kant’ın gösterdiği gibi, bilme tarzımız yani zihnimiz ve onun sonuçları sebebiyle “tanrısal göz” yanılgısından vazgeçildi. Yapay zeka ile artan bilgi kapasitesi de ancak belli bir perspektifle mümkün olmaktadır. Mutlak olarak değil.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.