Orta Doğu’ya Yönelik Dış Politikanın Militarize Edilmesi Bölge Halkları İçin Nasıl Bir Felakete Dönüştü?
Diplomatik ve insani çözümler yerine askeri yöntemlere başvurmak, son 10 yılda Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerine barış getirmek yerine, bu bölgelerde yaşanan krizlerin devam etmesine ve hatta alevlenmesine neden oldu.
Yakın bir tarihte, iktidardaki rejimlerin dış politikayı militarize etmesi, uluslararası ve bölgesel güçlerin de Orta Doğu’da diplomatik ve insani yollar yerine askeri çözümleri tercih etme eğilimlerine odaklanan bir çalışma yürütüldü.
MENA bölgesindeki güvenlik sorunlarıyla ilgilenen Washington merkezli PRİSME Girişimi tarafından yapılan çalışmaya, MENA konularında çok sayıda uzman ve araştırmacı katıldı.
Bölgede olumsuz sonuçlar doğuran, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın müdahalesi ele alınan çalışmada, dış politikadaki güvenlik gerekçelerinin gerçekten ulusal güvenliği güçlendirip güçlendirmediğini öğrenmek için bu politikaların yeniden gözden geçirilmesi yönünde çağrıda bulunuldu.
Öte yandan dış politikanın militarize edilmesi siyasi, ekonomik ve güvenlik hedeflerine ulaşmak için askeri yetenekler ve stratejik ittifakların kullanılmasını ifade eder.
Bu kavram askeri harcamaların arttırılması, askeri sanayileşme yeteneklerinin genişletilmesi, kalkınma ve iç diyalog pahasına göçün yönetilmesi ve terörle mücadele gibi güvenlik önlemlerinin yoğunlaştırılmasını içerir.
Ayrıca bu politikaların kökleri, özellikle İsrail-Filistin çatışması ve Libya, Yemen ve Suriye’deki iç çatışmalar gibi bölgedeki krizlerin kötüye gittiği bir dönemde, sömürgeci çatışmaların ve süregelen jeopolitik rekabetlerin tarihsel mirasına dayanıyor.
Mısır: Askeri yapının radikalleşmesi
Mısır’da askeri kurum, iç ve dış politikaların şekillenmesinde önemli bir rol oynuyor.
Askeri kontrol anlamında uzun bir geçmişine sahip olan Mısır rejimi, sınırların güvenliği ve terörle mücadele gibi birçok konuda diplomasi yerine askeri çözümleri tercih etti.
Çalışmanın ortak araştırmacısı olan Robert Mason, “Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri: Yükselen Arap Askeri Sisteminin Kökleri ve Büyümesi” başlıklı makalesinde, 2011’de yaşanan Mısır devriminden sonra rejimin askeri güce olan eğiliminin arttığını vurguladı.
Mason, bu durumun ülke içinde, özellikle de Sina’daki askeri müdahalede kapsamın genişlemesine yol açtığına dikkat çekti.
Buna ek olarak ekonomik, sosyal ve güvenlik kalkınmayı içeren daha kapsamlı politikalar benimsemek yerine, silahlı gruplara karşı genişletilmiş askeri operasyonlar yürütüldüğünü belirtti.
Mısır’ın Gazze Şeridi’nden gelebilecek mülteci akınıyla mücadelede askeri politikalara geçiş yaptığının altını çizen Mason, Kahire’nin diplomatik ve insani çözümlere odaklanmak yerine, Filistinli mültecilerin akınını önlemek için sınıra askeri güçler konuşlandırıldığını ifade etti.
Mason ayrıca, bu adımın insani ve diplomatik boyut yerine ulusal güvenliğe verilen önceliği yansıttığını vurguladı. Bunun sonucunda insani durumun daha kötüleştiğine de dikkat çekti.
Söz konusu makalede, Mısır’da askeri harcamalara yoğun bir şekilde odaklanmasının, ekonomik krizi daha da ağırlaştırdığının altı çizildi.
Makaleye göre Mısır’da gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) büyük bir kısmı askeri harcamalara yönlendiriliyor ve ülkedeki altyapıyı geliştirmenin yanı sıra eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere çok az kaynak kalıyor.
Çalışma, bu askeri politikanın yerel ekonominin daralmasına ve ordunun birçok ekonomik sektör üzerinde tekel kurmasına yol açtığını da gösterdi.
Libya: Başarısız müdahaleler
Libya, 2011 başlarında ülke çapında yaşanan huzursuzluk sırasında, bölgedeki kişi başına düşen gelirin en yüksek olduğu ülkelerden biriydi ve aynı zamanda yüzde 95’lik bir okuryazarlık oranına sahipti.
Libya’nın gelişen petrol endüstrisinin hakim olduğu ekonomisi, ekonomik zorluklar yaşayan komşu ülkelere kıyasla iyi bir performans gösteriyordu.
Öte yandan NATO, 2011 yılında devrik lider Muammer Kaddafi rejimine karşı ayaklanmayı desteklemek amacıyla “sivilleri koruma sorumluluğu” bahanesiyle Libya çatışmasına müdahale etti.
NATO ve müttefiklerinin Libya’ya gerçekleştirdiği askeri müdahale rejimi devirme konusunda başarılı olsa da, sonrasında ülkede silahlı çatışma, kaos, parçalanma, iç çatışma ve istikrarsızlık yaşandı.
Çalışmaya göre, söz konusu müdahale çatışmaların yoğunluğunu artırdı, sivil kayıplar ve yerinden edilmiş kişilerin sayısını iki katına çıkardı. Aynı zamanda savaşın uzamasına neden oldu.
Ayrıca bazı bölge ülkeleri, jeopolitik nüfuzlarını artırmak için Libya’ya yapılan bu müdahaleden yararlandı.
Araştırmacı Dina Mansur’un “Libya’nın Siyasi Krizi: Başarısız Müdahaleciliğin Mirası” isimli makalesine göre Libya Ulusal Ordusu lideri Halife Hafter’e bağlı güçlerin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Rusya’dan aldığı destek, savaşın devam etmesinin yanı sıra ülkede doğu ve batı olmak üzere “iki cepheye bölünme” krizinin derinleşmesine yol açan bir faktör oldu.
O dönemde Kaddafi’nin devrildiği ana geri dönüp bakarsak, Libya sorununu içeride çözmenin bedeli, dış ülkelerin siyasi ve askeri müdahale sonrasında devletin yeteneklerini tüketen ve kurumlarını dağıtan kayıptan çok daha az olacaktı.
Suriye dış güçlerin kıskacı altında
Suriye’deki çatışma, birçok dış tarafın askeri müdahalesine sahne olan çatışmalardan biridir.
İran ve Rusya’nın Beşşar Esed rejimini destekleyen askeri müdahalesinden, ABD’nin müdahalesine kadar, Suriye bölgesel ve uluslararası güç mücadelelerinin bir arenası haline geldi.
Bu askeri müdahaleler çatışmayı şiddetlendirip uzattığı gibi altyapının tahrip olmasına ve milyonlarca Suriyelinin yerinden edilmesine yol açtı.
Araştırmacı Velid Hazbun tarafından kaleme alınan bir diğer makalede, “ABD’nin Orta Doğu politikasındaki militarizasyonun boyutu, ABD’nin Orta Doğu’daki askeri operasyonlarını ve faaliyetlerini yöneten ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (CENTCOM) etkisinde yansıtılmaktadır” denildi.
Bu askeri müdahaleler sonucunda Suriye, aşırı yoksulluk ve toplumsal çöküşün yaşandığı, ülke içi ve dışına doğru yaygın bir şekilde yerinden edilmelerin yaşandığı bir ülkeye dönüştü.
Suriyeliler bu süreçte insan hakları, keyfi gözaltı, işkence ve sivillere karşı kimyasal silah kullanımı gibi ciddi ihlallere maruz kaldı.
Yemen: Askeri müdahalenin yıkıcı etkisi
Yemen’e yapılan askeri müdahale de, askeri politikaların bölgedeki yıkıcı etkisinin bir başka örneği oldu.
Suudi Arabistan liderliğindeki askeri müdahale, İran destekli Husi isyancılara karşı Yemen’in uluslararası alanda tanınan meşru hükümetini desteklemek amacıyla 2015 yılında başladı.
Ancak bu müdahale ülkede istikrar sağlamak yerine dünyadaki en kötü insani krizlerden birine yol açtı.
Bu süreçte hastaneler, okullar ve hayati tesisler başta olmak üzere ülkenin hayati altyapısı tahrip edildi ve binlerce sivil hayatını kaybetti.
Öte yandan Suudi Arabistan ve BAE’nin, milyonlarca kişinin boğucu bir ekonomik ve askeri abluka altında açlık ve hastalıktan muzdarip olduğu Yemen’e yönelik müdahalesi insani krizin daha da kötüleşmesine katkıda bulundu.
Ayrıca devam eden askeri operasyonlar, milyonlarca insanı ülke içi ve dışına doğru yerinden etti.
Tunus ve Fas: Göçmen baskısına açılan kapı
Kuzey Afrika ülkeleri, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 2011 yılında “mülteciler ve göçmenler için en ölümcül su yolu” olarak adlandırdığı Akdeniz’deki karmaşık göç sorununda merkezi bir konuma sahiptir.
Özellikle Orta Akdeniz rotası üzerinden bu tehlikeli yolculuğa çıkanların karşılaştığı zorluk ve tehlikeler artmaktadır.
Eman Ragab imzalı araştırma makalesi, Avrupa Birliği’nin (AB) desteğiyle düzensiz göç akışları ve terörle mücadeleye yönelik güvenlik ve askeri politikalarının nasıl benimsendiğini gösterdi.
Bu bağlamda, Tunus ve Fas sınırları denetlemek, kaçakçılık ve yasa dışı göçle mücadele etmek için askeri yeteneklerini güçlendirdi.
Ancak elde edilen kanıtlar, bu politikaların güvenlik tehditleri veya göçmen sayısını azaltmadığını, bilakis göçmenlerin Akdeniz üzerinden Avrupa’ya akışını artırdığını gösterdi.
Aynı zamanda göçmenlerin keyfi gözaltı, işkence ve insanlık dışı muamele gibi risklere maruz kalma oranları da arttı.
Sınır yönetiminde ABD ile yapılan işbirliği ise bu politikaların askeri niteliğini artırıyor.
Bu çerçevede göç, kapsamlı çözümler gerektiren insani ve sosyal bir olgu olmaktan ziyade bir güvenlik sorunu olarak ele alınıyor.
Sonuç olarak Mısır, Libya, Suriye, Yemen, Fas ve Tunus gibi ülkelere yapılan askeri müdahaleler, istikrarın sağlanmasında askeri çözümlerin en uygun çözüm olmadığını gösterdi.
Beklenenin aksine, bu müdahaleler insani krizlerin ağırlaşmasına, toplumsal ve siyasal bölünmelerin derinleşmesine katkıda bulundu.
Yürütülen tüm bu araştırmalar, bölgede kalıcı barış ve kalkınmanın sağlanması için bu politikaların yeniden gözden geçirilmesine, aynı zamanda daha kapsamlı ve insani çözümlerin benimsenmesine acil ihtiyaç olduğunu gösterdi.