Orta Doğu’nun Son Yüzyılına Bakmak: Parçalanma, Ayrışma, Dönüşme
Modern Orta Doğu tarihine baktığımızda, bu kavramları birbirine birleştirip, harmanlamamızı sağlayan üç temel dönem var: Osmanlı sonrası parçalanma dönemi, Soğuk Savaş boyunca ayrışma dönemi ve elbette son olarak, Arap Baharı sürecindeki dönüşme dönemi.
Birinci adım: Parçalanma
Orta Doğu’nun on yüzyılına bakarken öncelikle, 1516’dan itibaren dört asır boyunca bölgeyi yönetmiş olan Osmanlı Devleti’nin parçalanma süreci ve 1916 Sykes-Picot Anlaşması’yla çizilen hayali sınırlar, oluşturulan suni devlet (çik)ler dikkat çekiyor. Bu süreçte, bölgedeki İslam toplumunun bölünüp parçalanmasında bilhassa Şerif Hüseyin’in 1916’da başlattığı (sonradan aldatıldıklarını söyleyerek, pişman olduğu) Osmanlı karşıtı isyanı öncü rol oynadı. I. Dünya Savaşı sırasında Gertrude Bell, Edward Lawrence gibi Avrupalı casuslar eliyle mobilize edilen Arap topluluklar, bilahare iki Avrupalı diplomat Mark Sykes ve François Georges-Picot tarafından çizilen sınırlarla yeni devletlere bölüştürüldü.
Bu parçalanma sürecinde, İngiliz ve Fransız manda yönetimleri altında, Orta Doğu’daki kutsal yerlerin kontrolü de garanti altına alınmış oldu. Filistin ve Kudüs, doğrudan İngiliz mandası altına alınırken, İngiltere kontrolündeki Suud Ailesinin bir süre sonra Mekke ve Medine’yi kontrol etmesi teşvik edildi. Böylece İstanbul’dan yönetilen bu kutsal mekânlar dört asır sonra, doğrudan veya dolaylı olarak Britanya (bilahare ABD) kontrolüne geçmiş oldu.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Holokost bahanesiyle 1948’de İsrail’in bir oldu-bittiyle Filistin topraklarında devlet olarak ilan edilmesi, önceki büyük savaşla başlayan toplumsal mühendislik hareketinin bir nevi devamı niteliğindeydi. Her iki savaş sonucunda da bölgenin Müslüman halkları gerileyip güç kaybederken, bölge dışı (özellikle Avrupalı) güçlerin Orta Doğu halkları ve siyaseti üzerindeki kontrolü daha da arttı. Tümüyle Batı desteğiyle İsrail Devleti’nin kurulması bu yöndeki adımların en somut nişanesi oldu.
Parçalanmanın zorunlu neticesi: Ayrışma
Soğuk Savaş sürecindeki ayrışma döneminde ise temel ayrım aksı, monarşilerle cumhuriyetler arasında oldu. Bu dönemde ortaya çıkan ve Arap toplumlarında reformcu anlayışı temel alan Baas (yeniden diriliş) hareketleri, Cemal Abdünnasır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliği akımıyla birlikte, Müslüman toplumlar arasındaki önemli bir fay hattı oldu. Bu dönemde Batı-ABD destekli Arap monarşileriyle, Sovyetler Birliği destekli Arap milliyetçisi cumhuriyetler; bölge toplumlarının siyasi ve toplumsal olarak bugünkü ayrışmasının da temelini oluşturdu. Keza Selefi akımlar ve 18. yüzyılda ortaya çıkmakla birlikte, modern dönemde Suudi Arabistan’ı şekillendiren Vahhabilik de bu dönemde Arap toplumlarının zihin dünyasını belirleyen parametreler arasında önemli bir rol oynuyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber, Orta Doğu’da dengeleri Müslümanların aleyhine değiştiren bir başka gelişme de “medeniyetler çatışması” benzeri tezlerle altı doldurulmaya çalışılan, “İslam=terörizm” algısı oluşturma niyetidir. El-Kaide gibi sınır aşan örgütlerin dini suiistimal etmesinin de hız verdiği bu algı, aradan geçen yirmi yıl gibi kısa bir süre içerisinde, hızla uluslararası toplumun gündeminin ilk sıralarına yerleşebilmiştir. Son dönemde Ebubekir el-Bağdadi öncülüğünde Suriye ve Irak’ta geniş toprakları kontrol eden IŞİD’ın (DEAŞ) vahşi eylemleriyle somut bir örnek teşkil ettiği bu algı, tüm Müslümanları terörist damgasına ehil hale getirmeye çalışmaktadır.
Sonu gelmeyen bir döngü: Dönüşme
Bu bağlamda, değinilmesi gereken üçüncü husus ise Arap Baharı döneminde bölgeyi etkisi altına alan dönüşme paradigmasıdır. 2010’lu yılların başlarında, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi, Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali gibi otoriter liderlerin devrilmesiyle güç kazanan Arap Baharı dalgası, sonraki dönemde yine bölge dışı Batılı güçlerin müdahalesiyle tersine dönmeye başladı. Başta Mısır’ın seçilmiş lideri Muhammed Mursi’nin 2013 yılında askeri darbeyle devrilmesi ve Libya’da uluslararası ölçekte tanınan Trablus Hükümetinin General Hafter öncülüğündeki isyanla devrilmeye çalışılması örneklerinde olduğu gibi, bölge halklarının kazanımları bir bir ellerinden alınmaya çalışıldı/çalışılıyor. Gelinen noktada 2010 yılında başlayan Arap “baharının” açık bir hazana dönüştüğünü söylemek mübalağa olmayacak.
Bilhassa dönemin ABD Başkanı Trump tarafından “Yüzyılın Anlaşması” olarak pazarlanmaya çalışılan ve Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi bölge ülkelerinin de hararetle destek verdiği, “Filistinsiz Filistin” projesi, hem Arap halklarının Arap Baharı süreci sonrasında devam eden yeniden dizayn etme fantezisine hizmet etmekte hem de bölgedeki dengeleri Müslüman toplumlar aleyhine bozmakta. Nitekim 2023 Ekim ayında başlayan ve Gazze’nin tamamen işgaliyle devam etmekte olan İsrail saldırıları, Filistin halkının devlet kurma hakkını tümüyle elinden almaya yönelik açık ve net bir bütünleşik planın belki de son halkasını oluşturuyor.
Şüphesiz bu tür tahrik edici adımlar, bir süre sonra bölge halklarında sert bir karşılığı tetikleyecektir. Bu sert karşılıklar ise İslam=terörizm algısını yeniden besleyecek şekilde medya tarafından sunulacak ve Orta Doğu, güçlünün haklı olarak algılandığı bir coğrafya olmayı sürdürecektir.
Bu bölgenin kaderi son yüzyılda kan ve şiddetle yazıldı, önümüzdeki yüzyılda bunun değişebileceğine dair bir emare ise maalesef görünmüyor.