Lübnan Şiilerinin Karizmatik Din Adamı Lideri: Hasan Nasrallah
Orta Doğu’da son 15 yılda, Şii coğrafyanın hemen her yerinde gösterilerde, halka açık yerlerde, İsrail ve ABD karşıtı eylemlerin çoğunda onun posterlerine rastlanması sıradanlaştı. Muhtemelen İran’ın Devrim Rehberi Ayetullah Hamaney’le birlikte tüm bölgede en fazla popülerleşen, din adamı kökenli siyasi bir lider oldu. Bu portre, son 15-20 yıldır Lübnan’ın en kudretli politik figürü haline gelmeyi başaran, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah’tan başkası değil.
Nasrallah, 1960 yılında Beyrut’un doğu mahallelerinden Burc el-Hammud’da dünyaya geldi. Dokuz çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu, babası Abdülkerim seyyar satıcılık yapan fakir bir adamdı. 1970’li yılların Lübnan ve bölgedeki türbülanslı şartlarında iç savaş da başlayınca, aile asıl memleketleri olan Güney Lübnan’ın Sur-Tire bölgesindeki el-Bazuriye köyüne geri döndü. İlk ve orta eğitimini ülkesindeki iç savaş yıllarında tamamlayan Nasrallah daha sonra dini meselelere yoğunlaşan ilgisiyle, bölgedeki tüm Şiiler için mukaddes beldeler sayılan Irak’ın Necef-Kerbela yöresine gitti ve 1978’e kadar buradaki Şii havzada dini eğitim aldı.
Gençliği, [İmam] Musa Sadr ve Ayetullah Humeyni etkisi
1978’de ülkesine dönen Nasrallah’ın hayatının bu ilk döneminde iki ismin tesiri özellikle dikkat çeker. Bunları ilki Lübnan Şiilerinin büyük lideri, sadece ülkesinde değil tüm bölge sathında büyük saygı duyulan [İmam] Musa Sadr’dır. Hem Nasrallah’ın kendi çocukluk anlatılarında hem de biyografisini kaleme alanların çizdikleri çerçevede, Musa Sadr’a duyulan hayranlık ve öykünme dikkat çeker. Bu vurgu biraz da Sadr’ın kaybolmasıyla ortaya çıkan boşlukta karizmatik otoriteyi tevarüs amaçlıdır, keza onun temsil ettiği kapsayıcı dini ve siyasi liderlik geleneğini sahiplenme misyonu da bunda etkilidir.
Bu dönemde Nasrallah’ın tesiri altında kaldığı ikinci kudretli şahsiyet, aynı yıllarda Irak’ta sürgünde bulunan ve 1965-78 yılları arasında Necef’te ikamet eden Ayetullah Hamaney’dir. Musa Sadr’ın Sur’daki dini temsilcilerinden biri tarafından Necef’teki önde gelen Iraklı Ayetullahlardan Muhammed Bakır es-Sadr’ai yönlendirilen genç Nasrallah, ileride Hizbullah’ı birlikte kuracakları Lübnan’ın Bekaa bölgesi Şiilerinden Abbas Musavi’yle de Necef’te tanıştı ve bu andan itibaren Musavi 1992’de ölene kadar birbirlerinden ayrılmadılar. Her ne kadar Irak yıllarında Nasrallah genç bir talebe olsa da Necef’te derslerine katıldığı kıdemli Ayetullah Humeyni’ye büyük bir saygı duydu ve bu bağlar 1979 Devrimi’nden sonra da devam ederek, İran’ın askeri ve stratejik rehberliğinde kurulan Hizbullah’ı netice verdi. Nasrallah’ın Humeyni’ye olan saygı ve hayranlığı, bilahare onun halefi olacak Ayetullah Hamaney’le ilişkilerine de yansıdı (halen de yansımaya devam ediyor).
Politik kişiliği, Emel içindeki bölünme ve Hizbullah’ın kuruluşu
Nasrallah’ın politikayla ilgisi ilk gençlik yıllarına ve Lübnan İç Savaşı dönemine (1975) dayanır. O süreçte Musa Sadr’ın liderliğini yaptığı ve büyük gövdesini Şiilerin oluşturduğu Emel hareketi içinde faaliyet gösterdi. Necef’teki eğitim yıllarının ardından, 1978’den itibaren ülkesinde politik faaliyetlere devam etti. Nasrallah 1979 Devrimi’ni coşkuyla karşılayan Lübnan Şiileri içerisinde yer almış ve Humeyni’nin Velayet-i Fakih öğretisine bağlanmıştı [Lübnan ve Irak Şiileri 1979 Devrimi’ni coşkuyla karşılasa da, Velayet-i Fakih doktrinine dini olarak ittiba eğilimleri ilk başlarda oldukça sınırlıydı]. 1981’de Tahran’da Ayetullah Humeyni ile görüştü ve onun tam yetkili temsilcisi sıfatıyla, Lübnan’da Şii cemaatin yeni politik gerçeklikler doğrultusunda örgütlenmesi ve dini konularda kendilerine rehberlik edilmesi vazifesini üstlendi ki bu sırada sadece 21 yaşındaydı.
Musa Sadr’ın Ağustos 1978’de Libya’da ortada kaybolmasını ardından Lübnan Şiileri arasında onun yerini alıp boşluğunu doldurabilecek lider eksikliği baş göstermişti. 1979 Devrimi’nin gerçekleşip İran etkisinin arttığı bu dönemde, Emel Hareketi içinde de çeşitli politik anlaşmazlıklar çıkmaya başladı (temel ihtilaf sebepleri, işbirliği yapılacak Lübnanlı Şii olmayan gruplara dair tartışmalar ve İran ile ilişkilerin biçimi ve doğasıydı). 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgaliyle birlikte, Emel içinde İran’a daha yakın olan gruplar Abbas Musavi-Hasan Nasrallah-Subhi Tufeyli gibi isimlerin öncülüğünde Hizbullah’ı kurdu ve İsrail’i Lübnan’dan çıkartmak amacıyla bir direniş savaşı örgütlemeye koyuldu. Bu dönemde Ayetullah Humeyni’nin talimatıyla yüzlerce İranlı subay, asker, eğitmen ve din adamı Suriye üzerinden Lübnan’a geldi ve hem Hizbullah’ın kurulup teşkilatlandırılması hem de askeri ve politik açıdan güçlendirilmesinde aktif rol oynadı.
Bu dönemde dini eğitimini tamamlamak amacıyla Kum’a giden Nasrallah, 1987-89 yıllarında İran’da kaldı ve Farsça lisanını da geliştirdi. Esasen Safeviler döneminde Lübnan’daki Cebel-i Âmil bölgesinden götürülen Şii ulema eliyle İran’da kurumsal Oniki İmam Şiiliğinin kurulmasından itibaren, İran ile Lübnan (ve Irak) Şiileri arasında yüzlerce yıldır çok yakın ilişkiler geliştirilmişti; Nasrallah ile İran arasındaki ilişkileri de bu yakınlığın devamı olarak görmek mümkündür. 1989’da ülkesine dönen Nasrallah, yakın arkadaşı Musavi’nin bir İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybetmesi üzerine 1992’de onun yerine Hizbullah’ın genel sekreterliğine getirildi (örgütün ilk genel sekreteri, sonradan İran’a karşı olumsuz tavır takınan Subhi Tufeyli’dir).
Hizbullah’ın politik aktörlüğü, İsrail’le 2006 Savaşı ve Suriye İç Savaşı
Bu tarihten itibaren –şimdilik- 32 yıldır Hizbullah’a liderlik etmekte olan Nasrallah, örgütü sıkı bir disiplin içinde yeniden teşkilatlandırdı ve sadece Şiiler arasında değil Lübnan ve Orta Doğu ölçeğinde de en önemli politik figürlerin arasına girmeyi başardı.
Nasrallah ve Hizbullah’ın ilk büyük başarısı, ilk andan itibaren sert bir tavır takındıkları İsrail işgaline karşı direnişleri sonucunda, 1982’de başlayan işgal yönetimine (ve ayrıca ülkedeki ABD askeri varlığına) ağır kayıplar verdire verdire Tel Aviv’i 2000 yılında geri çekilmeye zorlaması oldu. Bu dönemde Nasrallah’ın büyük oğlu Hadi de Eylül 1997’de İsrail saldırılarında hayatını kaybetti. Bu kayıp ve ertesindeki tavrı, Nasrallah’ı Lübnan halkı nezdinde daha da saygı duyulan bir lider haline getirdi.
2000’den itibaren faaliyetlerini, 1967 Savaşı’nda Suriyeliler tarafından kaybedilen ve İsrail işgali altındaki Şeba Çiftlikleri’nin geri alınmasına odakladı. Hizbullah ayrıca, İsrail hapishanelerindeki Lübnanlı ve Filistinli tutukluların salıverilmesinde pazarlık kozu olarak kullanmak üzere İsrail askerlerini rehin alma operasyonlarına yoğunlaştı. Bir yandan da İran ve Suriye ile işbirliği halinde, Hamas ve İslami Cihad gibi Filistinli örgütlere askeri eğitim ve lojistik destek sağlanmasında etkili oldu.
Esasen ne Hamas ne de Nasrallah, İran’la yakın ilişkilerini gizleme gereği duymadı. Nitekim Haziran 2016’da yatığı bir konuşmada Nasrallah açıkça şu ifadeleri kullanmakta bir beis görmedi: “Hizbullah’ın bütçesinin, gelirinin, harcamalarının, yediği içtiği her şeyin, silahlarının ve roketlerinin İran’dan geldiği gerçeğini saklayacak değiliz.”
Ancak bu yoğun karşıtlık ve çatışma halinin bir noktada İsrail’le sıcak savaşı tetiklemesi kaçınılmazdı. 2006 yazında Hizbullah’ın sınır hattındaki iki İsrailli askeri kaçırması ve ardından roketlerle İsrail hedeflerini vurması üzerine, 33 gün süren savaş tüm bölgedeki gerilimi tırmandırmaya yetmişti. İsrail’in kara, hava ve denizden Lübnan’ı ablukaya alarak uyguladığı cezalandırma savaşı boyunca Lübnan silahlı kuvvetleri İsrail ordusuyla açık bir çatışmaya girmekten kaçınırken, Hizbullah doğrudan askeri çatışmalara girmekten geri durmadı. Nihayetinde BM’nin araya girmesiyle sağlanan ateşkes, Hizbullah’ın çok sayıda kayıp vermiş olmasına rağmen İsrail’i gerileten (bazı çevrelere göre hezimete uğratan) aktör olarak prestijini artırdı.
Hizbullah’ın uzun yıllardır İran ve Suriye desteğiyle geliştirdiği askeri ve lojistik altyapı, 2006 Savaşı’nın ardından en ciddi sınamasını Suriye İç Savaşı sırasında verdi. Savaş boyunca Şam’daki Esad rejimini açıktan destekleyen Tahran, Hizbullah üzerinden hem Suriye’deki isyan sahasında kara savaşlarında üstünlüğü sağladı hem de Lübnan siyasetinde etkin hale gelmeyi başardı. Zira Hizbullah Sünni güçlerle sadece Suriye’de savaşmadı, Lübnan içinde de yerli Sünni yapılarla çatışmaya girmekten kaçınmadı. Her ne kadar Hizbullah ve Nasrallah, Suriye İç Savaşı’ndaki rolüyle bölgedeki geniş Sünni kitleler nezdinde olumsuz bir şöhret edinse de, bu süreçlerin sonunda kendi pozisyonunu ve politik/askeri varlığını daha da kuvvetlendirme imkânı buldu.
Hasan Nasrallah, peygamber torunu olduğunu vurgulayan siyah sarığı ve din adamı kisvesinin yanında, onyıllardır kazandığı politik, diplomatik ve askeri tecrübesiyle tüm Orta Doğu’nun günümüzde en önemli liderlerinden birine dönüştü. Bunda şüphesiz İran’ın Humeyni’den beri kendisine verdiği koşulsuz desteğin rolü büyük. Nasrallah’ın bölgesel krizlerde kritik zamanlardaki hamleleri ve pratik/pragmatik adımlarıyla Şiileri Lübnan siyasetinde oyun kurucu mevkiine getirmesinin yanında Irak, Yemen, Filistin gibi “direniş ekseni”ndeki silahlı gruplara da eğitim verebilecek güçlü bir pozisyona kavuşturmasının da altını çizmek gerekir. Bölgede İsrail’i geriletebilen yegâne güç olmasını da göz önünde bulundurduğumuzda, ulaştığı askeri kapasite ve güçlü halk desteğinin yakın vadede zayıflamayıp aksine daha da artacağını öngörmek yanlış olmayacaktır. Bunun kısa/orta vadede İsrail saldırılarıyla zayıflatılmaya çalışılması, geçmişte defalarca denendiği gibi Nasrallah’ın suikastlerle safdışı bırakılmaya gayret edilmesi de keza şaşırtıcı olmayacaktır.