Orta Doğu’da Soğuk Savaş ve İran’da Petrolün Millileştirilmesi 

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, Soğuk Savaş şartlarında Orta Doğu’daki politik dengeleri, İngiltere’nin nüfuzunun düşmeye başladığı yıllarda İran’da Başbakan Musaddık döneminde petrolün millileştirilmesiyle başlayan krizi ve 1953 Ajax Operasyonu’nu Fokus+ için inceledi.  
Mehmet Akif Koç
Orta Doğu’da Soğuk Savaş ve İran’da Petrolün Millileştirilmesi
19 Haziran 2024

Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’da, ABD-Sovyetler mücadelesinin hemen öncesinde, yaklaşık 1,5 asır boyunca küresel hegemon olarak uluslararası sistem ve politik-ekonomik düzlemde hâkimiyet kurmuş olan İngiltere’nin çöküşü ve süper güçler sahnesinden düşüşüne tanık olundu. Bunun önemli bir sahnesi 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyken, 1956 Süveyş Krizi bu düşüşü kati olarak mühürlemişti. Ancak, ikisi arasında bir başka meydan okuma, Londra’nın bölgede artık tek başına oyun kuramadığının açık bir göstergesi olmuştu: İran’da petrolün millileştirilmesi ve Başbakan Musaddık fenomeni.   

Musaddık ve Milli Cephe oluşumu   

Kacar hanedanına mensup soylu bir aileden gelen Muhammed Musaddık, gençliğinde Paris ve İsviçre’de ekonomi ve hukuk tahsili görmüş, aristokrat bir siyasetçiydi. 1920’lerde Kacarların son döneminde maliye ve dışişleri bakanlıklarında bulunmuştu. 1925’te Meclis’te Kacarların düşürülüp Rıza Han’ın “Şah” ilan edildiği süreçte de yüksek sesle muhalefet edebilen birkaç politikacı arasındaydı. Ancak, bu cesareti kendisine pahalıya mal olacak ve Rıza Şah’ın 1941’de sona eren hükümdarlığı boyunca ev hapsine alınıp bilahare cezaevine atılacak, 1941’de oğlu Muhammed Rıza tahta geçene kadar bir daha siyaset sahnesinde arz-ı endam edemeyecekti.    

1943 seçimleriyle Meclis’e yeniden seçilen Musaddık’ın siyasal ve toplumsal tabanını oluşturan ve 1940’ların ortasından itibaren öncülük ettiği Milli Cephe isimli koalisyon, hemen her kesimden farklı politik muhalif hizbi (milliyetçiler, sosyalistler, şehirli burjuvazi unsurları, bazı toprak ağaları, ulemâdan birtakım nüfuzlu âlimler vs) bünyesinde toplayan, sıkı bir teşkilat yapısı olmayan, sosyolojik olarak esnek bir organizasyondu. Cephenin temel motivasyonu Şah’a ve saraya karşı muhalefet etmek ve yabancı egemenliğini reddetmekti. Musaddık bu geniş platformun avantajlarından yararlanmayı bildi, kendi nispeten dar milliyetçi tabanından daha büyük kitleleri harekete geçirebilme ve politik hedefleri için kendi öncülüğünde bu halk yığınlarını seferber edebilme imkânına erişti.    

Ancak bu tür yapıların bir dezavantajı, sert ideolojik teşkilat yapısından ve doktriner unsurdan yoksun olmasıydı, bu nedenle ortak hedef ortadan kalktığı veya anlamını kaybettiği zaman ya da devletten sert bir mukabele karşısında bu tür yapılar hızla çözülebilmekteydi. Milli Cephe platformu sayesinde hızla yükselen Musaddık’ın çöküşü de yine hızlı olacaktı.   

Orta Doğu’daki çatışmacı sahne ve petrolün millileştirilmesi     

Musaddık’ın temel politik duruşu, milliyetçi ve “İrancı” bir zeminde, 1906 Meşrutiyet ideallerinin hayata geçirilmesi ve monarşinin gücünün sınırlandırılmasına matuftu. Bunun için de sadece Muhammed Rıza Şah’ın gücünü budamak yetmeyecek, onun arkasındaki asıl güç olan İngiltere’nin İran’daki nüfuzunu da sınırlamak gerekecekti. Musaddık ve Milli Cephe bu politik idealler için yola koyuldu. Ana söylemleri, adaletsizliklerin giderilmesi, özgür seçimler, ekonomik kalkınma temelliydi. Bunun için de önce Şah’ı, ardından İngiltere himayesini hedef tahtasına oturtmuş, milliyetçi ve anti-emperyalist karakterde bir hareket tarzı benimsemişlerdi.   

Dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Britanya ve Fransa gibi eski emperyalist güçlerin savaşın ağır faturasıyla bu emperyal konumlarını terk etmek zorunda kaldıkları dönemdi. Hem Londra hem de Paris, asırlardır yönettikleri deniz aşırı emperyal mülklerindeki yönetimlerini sürdürmekte zorlanıyor, yükselen milliyetçilik ve sosyalist akımlar her iki devleti de sarsıyordu. Bu sömürgeler arasında yer alan ülkelerden petrol kaynaklarına sahip olanlar, petrol gelirinden daha fazla pay istiyor, Londra ve Paris bu talepleri istemeyerek de olsa yerine getirmek zorunda kalıyordu. Musaddık ve Milli Cephe tam da bu küresel trendlerin üzerinde hareket edecek ve geniş halk desteğiyle petrol endüstrisini millileştirerek, İngiliz nüfuzunu kırmak için baskıyı artıracaktı. Sovyetler ve onun ajandasını takip eden İran Tudeh Partisi de bu görüşü müdafaa etmekteydi.   

20. yüzyılın başında İran’da bulunan petrol, İngilizlerin kontrolünde ve teknik desteğiyle çıkarılmaya başlanmış, bir İngiliz şirketine 60 yıllığına verilen bu imtiyaz sonradan İngiliz devletince devralınmıştı. Yapılan anlaşmayla petrol gelirinin %84’ü İngilizlere ait olacak, yalnızca %16’sı İran devletine verilecekti. Kacarların son dönemindeki zayıf hükümdarlara kabul ettirilen bu şartlar 1940’ların sonunda İran toplumunu rahatsız etmeye başlamıştı. Her ne kadar 1933 tarihindeki ilave bir anlaşmayla İran’ın gelirden payı %20’ye çıkartılsa da yeni anlaşmanın süresi de 60 yıl olarak öngörülmüş, ülke petrolleri bu sefer Rıza Şah Pehlevi tarafından 1993 yılına kadar İngiliz kontrolüne bırakılmıştı. Savaş sonrası dönemde önce sosyalistler ve Tudeh Partisi’nin seslendirdiği petrolün millileştirilmesi projesi, hızla geniş kitleleri birleştiren milliyetçi ve anti-emperyalist bir slogana dönüştü.   

1951 Şubat ayında, muhalif partilerin İngilizlerle pazarlık yaparak petrolden elde edilen gelirin artırılmasını talep etmelerine İngilizler olumlu yanıt vermeyince, son derece çalkantılı bir iklimde İran Meclisi petrolü millileştirme kararı aldı. Bundan beş sene sonra İngilizler aynı hatayı tekrarlayacak, bu sefer 1956’da Nâsır Mısır’ıyla Süveyş Kanalı ve barajların finansmanı konusunda karşı karşıya gelecek ve Kahire’nin kanalı millileştirme hamlesini kısa bir savaşın ardından sineye çekmek zorunda kalacaktı.    

Hızla yaklaşan felaket: 1953 Ajax Operasyonu   

İran’da genel olarak bir kaos ortamına sahne olan 1949-53 dönemine damga vuran olaylar, bu millileştirme kararının ardından Mart 1951’de İngiliz yanlısı Başbakan General Ali Razmara’nın suikastla öldürülmesiyle doruğa çıktı. Bu dönemde genel grevler ve Saray-Meclis ihtilaflarının ortasında, hem Meclis’in desteğini alan hem de geniş kitleler nezdinde geçici bir şöhret kazanan Musaddık, doğrudan Meclis’in süreci zorlamasıyla Başbakan olarak ilan edildi.    

Bundan sonra 1951-53 yıllarında, Muhammed Rıza Şah ile Başbakan Musaddık arasında sert bir bilek güreşi yaşandı. Başlarda Musaddık avantajlıydı, Time dergisi tarafından yılın devlet adamı seçilmiş, uluslararası toplantılarda boy gösterip sempati toplamıştı.    

Hatta 1952 Temmuz’daki politik krizde (Savunma Bakanlığı’nı kendi uhdesine almak istemiş, ancak saray karşı çıkmıştı) baskılar sonucu istifa etmek sorunda kalsa da, muhalefetin geniş desteğiyle hemen beş gün sonra yeniden Başbakanlık mührü kendisine teslim edilmişti. Üstelik bu sefer Savunma Bakanlığı da kendi uhdesine verilmişti, Musaddık ordudaki kendisine muhalif bazı subayları hızla tasfiyeye girişti bu dönemde. Muhammed Rıza Şah ilk raundu kaybetmiş, Musaddık kazanmış, ancak müsabaka sona ermemişti.   

Aradan bir sene daha geçti; Başbakan Musaddık hızla güç kazanıyor, Şah ise hem ülke içindeki destekçilerinin hem de İngilizlerin yoğun baskısı altında harekete geçmeye zorlanıyordu. Nihayet 16 Ağustos 1953’te Musaddık’ı başbakanlık görevinden azlettiğini bildiren bir emirname yayınladı. Musaddık halkın da geniş desteğiyle bu saray darbesine direndi, Şah çaresiz şekilde yurtdışına, Roma’ya kaçmaya mecbur kaldı. Muhammed Rıza Şah, ciddi bir politik krizde dışarıya kaçma alışkanlığını burada edinmişti, çeyrek asır sonra bu sahne bir kez daha tekrar edecekti.   

Ancak krizin devamında, 20 Ağustos 1953 tarihinde bu sefer ABD ve İngiltere’nin doğrudan mali ve politik desteği ve ayrıca istihbarat operasyonuyla, Şah yanlısı General Fazlullah Zahidî bu kez doğrudan askeri bir darbe gerçekleştirdi. Tahran’daki kritik mevkilere kısa sürede hâkim olan Zahidî, bazı sivil unsurlar ve çeteler eliyle sokakları da kontrol altına aldı ve Musaddık’ı derdest ederek tutukladı, Şah da bu sayede yeniden ülkesine dönebildi. İngiltere ve ABD, hızla güç kazanan Sovyetler Birliği’nin İran’ı da Musaddık ve destekçileri üzerinden ele geçirebileceği endişesiyle darbeye katılmıştı. Henüz bir sene önce Demokrat hükümet tarafından ABD’de sıcak şekilde karşılanan Musaddık’ın kalemi, Kasım 1952’de iktidara gelen Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower’ın ekibi tarafından kırılacaktı.   

***   

1953’te neler yaşandığı Soğuk Savaş’ın çetin şartlarında fazla açığa çıkmadı, ta ki 2000 yılında New York Times’ın darbeye dair bazı belgeleri yayınlaması üzerine, George W. Bush döneminin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın ABD’nin bu darbedeki rolünü itiraf edip açıklamasına kadar. ABD’nin rolüne dair bir başka açıklama da 2009 yılında göreve başlayan ABD Başkanı Barack Obama’dan geldi. Orta Doğu’ya yönelik bir açılım peşinde olan ve sözkonusu dönemde Türkiye ve Mısır’ı da ziyaret ederek yeni bir alan açmaya çalışan Obama, 4 Ocak 2009 tarihinde şu ezber bozucu açıklamayı yaparak Musaddık’ın devrilmesinde ülkesinin oynadığı rolü açıkça itiraf etti:  

“Uzun yıllardır İran kendini bir bakıma benim ülkeme muhalefet üzerinden tanımlamıştır ve gerçekten de ülke olarak çalkantılı bir geçmişe sahibiz. Soğuk Savaş’ın ortasında ABD, İran’ın demokratik yolla seçilen bir hükümetinin [1953, Musaddık hükümeti] devrilmesinde etkili oldu. İslam Devrimi’nden beri İran, ABD asker ve sivillerine karşı rehin alma ve şiddet hareketlerinde rol oynadı. Bu tarihsel geçmiş herkesin malumudur. Ben, geçmişin tuzağında esir olmaktansa, İran’ın liderlerine ve halkına, ülkemin ileri adımlar atmaya hazır olduğunu açıkça ifade ettim. Şimdi mesele, İran’ın neyin karşısında olduğu değil, nasıl bir gelecek kurmak istediğidir.”   

Obama her ne kadar bu açıklamada bulunduysa da Orta Doğu –ve diğer bölgelerin- halklarının zihninde, bu tür sözde kalan söylemlerin ABD’nin negatif imajını silebildiğini söyleyebilmek mümkün değil.