Madunun Sesini Ayrıntılarda Aramak 

Filistin’e yönelik soykırımın daha ilk günlerinde Filistinli yazar Adania Shibli'nin ödül töreni iptal edilirken, onun 'Küçük Bir Ayrıntı' isimli romanı, işgal altındaki toprakların ve insanların hikayesini anlatarak, sömürgecilik ve kolonyalizm üzerine derin bir eleştiri sunuyor.
Ayşenur Bulut
Madunun Sesini Ayrıntılarda Aramak
1 Mart 2024

6 Ekim 2023 tarihinde başlayan Filistin'e yönelik soykırımın ilk günlerinde, Filistinli yazar Adania Shibli'nin, Frankfurt Kitap Fuarı ve Avrupa Yayıncılar Federasyonu tarafından düzenlenen ödül töreninin iptal edildiği haberi geldi. Shibli'nin ödüllü romanı "Küçük Bir Ayrıntı", sömürgecilik temalarını işliyor ve edebiyat ödülleri dünyasında bile sömürgeci zihniyetin hakimiyetini gözler önüne seriyor. Ödülün iptali kadar, İsrail işgalini bu kadar açıkça ele alan bir romanın ödül alması da dikkat çekici. Roman, on iki yıl boyunca sabırla inşa edilmiş ve sömürgeciliği tüm boyutlarıyla deşifre etmesi nedeniyle, başarısını fazlasıyla hak ediyor. 

Shibli’nin romanı, kolonyal ve postkolonyal okumaları bir arada sunan ikili bir anlatıma sahip. İki bölüm halinde yazılan romanın ilk kısmı işgalci bir İsrail askerinin gözünden insanı, doğayı ve siyaseti ele alıyor. Bu anlatım, kolonyal perspektifi yalın bir şekilde sunuyor. İkinci kısımda ise, ilk bölümde anlatılan olayların gün yüzüne çıkmasıyla karşılaşıyoruz ve buna bağlı olarak tarihin yeniden yazılmasının teklif edildiğini görüyoruz. Bu durum romanın postkolonyal çizgide olduğunu gösteriyor.  

Ancak, iki bölüm arasında net bir söylem ayrımı olmadığını belirtmek önemli. Shibli, ilk bölümde işgalci askerin gözünden romanı anlatırken, postkolonyal okumanın nasıl yapılabileceğini de gösteriyor. Yazar, Batı’nın ve sömürgeci faillerin kendilerini nasıl gördüklerini anlatıyor. Diğer yandan, öznenin ve madunun kadın olması, kadına ve doğaya bakışın sömürgeci bir dil ile gerçekleşmesi, hafıza ve bellek gibi tarih yazımı öğelerinin belirginliği ve savaş gibi yıkıcı bir gerçeklik içindeki konumu, bu romanı başarılı bir kadın yazını örneği haline getiriyor. Shibli’nin başarısı, anlatıyı ilmek ilmek örerken kadın bakış açısını dengeli bir şekilde koruyabilmesindedir. 

Sömürgeyi kadın bedeni üzerinden anlatmak 

Roman uçsuz bucaksız bir çölün kavurucu ve insanı dehşete düşüren tasvirleriyle başlıyor. Mısır sınır bölgesindeki kum fırtınaları ve toz bulutlarıyla dolu bu zorlu coğrafyada işgalci askerler kamp kurup, her gün devriye geziyor. Bir gün bu devriye gezilerinin birinde bir genç kadına rastlıyorlar. Acı içinde inleyen bu “siyah kütle”yi susturmaya çalışan askerin kadının kokusundan burnunun direği kırılıyor ve yüzünü çevirmek zorunda kalıyor. Kampa getirilen kadın, komutan tarafından da benzer bir muamele görüyor. Pislik içindeki kadının yıkanması gerekmektedir. Kadını yıkama işini komutan üstleniyor ve tüm askerlerin gözleri önünde kadının elbisesini tamamen çıkararak onu kamp hortumuyla yıkıyor. Kadının bedenine yapışan kir ve koku öyle yoğun ki komutan bu havayı teneffüs etmemek için kafasını diğer yöne çeviriyor.  

Üzerindeki pislikler ve yapışmış ağır kokular nedeniyle tiksinti uyandıran bu “siyah kütle”, bu “böcek”, Batı’nın Doğulu kadın tasviri için örtüşen bir örnektir. Doğulu kadın kaba, vahşi ve pistir. Dolayısıyla temizlenmesi gerekir. Kadının kampa getirilip yıkanmasından önceki sahnede komutanın kendi kişisel temizliğini okumamız da başka bir ironidir. Bu bedevi ve barbar coğrafyaya da insanına da temizliği ve medeniyeti öğretecek olan işgalci, yerleşimci zihniyettir. Bunu komutanın bir akşam yemeğinde askerlere yaptığı konuşmadan da anlıyoruz:  

Yüzyıllardır bir kısım Bedevi’den ve hayvanlarından başka kimsenin yaşamadığı bu yerleri en çok biz hak ediyoruz. Daha da önemlisi onları burada bulunmaktan menetmek ve tamamen kovmak görevimizdir. Zira bedeviler bırakın ekmeyi, çoğu zaman ekili olanı sökerler. Biz ise bu geniş alanları şimdi olduğu gibi insan yaşamayan çorak alanlar olarak bırakmayacak aksine tüm gücümüzle burayı geliştireceğiz ve yaşanabilir hale getireceğiz.”  

Batılı sömürgeci söylemin en temel meşruiyeti olan bu “medeniyet getireceğiz” demecinin ardından komutan aynı gece, esir aldıkları bu bedevi kadına tecavüz ediyor. Askerlerini çağırarak kadını kaldığı çadıra taşımalarını söylediği esnada da “leş gibi kokuyor” demeyi ihmal etmiyor. Ertesi gün kampın yakınlarındaki bir kum tepesinde öldürülüyor bu isimsiz ve kimliksiz kadın. Bakir olarak tanımlanan çöl coğrafyasının işgaline ve iktidarına duyulan arzu bir kadın bedenine karşı da yönelmiştir. Bu hep böyle olmuştur. Tüm kolonyal anlatılarda bu ikili yaklaşım hiç ayrılmadan, bir arada sunulur.  

Loomba* Kolonyalizm-Postkolonyalizm kitabında kolonyalizmi cinsiyetçi bir eleştiriye tabi tutar. Yeryüzünü bir kadın bedeni gibi gören kolonyalizm için şu tespitleri yapar: “Kolonyal devletler yağmalayacakları kıtaları sürekli olarak kadın bedeni üzerinden tarif ettiler.” Sömürgeci için kadın bedeni gizemli, fethedilebilir ve ele geçirilebilirdir. Yağmalanır ve hükmedilir. Avrupalı erkeklerin fethettikleri bölgelerdeki kadınları barbar doğulu erkeklerden kurtardığı şeklindeki kurtarıcı erkek söylemi de bu minvaldedir. Avrupalı erkeklerin fantezilerini cisimleştirdikleri sömürü topraklarına elbette ki Filistin de dahildir. Her ne kadar dini söylemle İsrail meşruiyetini kurmak istese de yaptığının bundan farklı bir yanı yoktur.  

Madun konuşabilir mi 

Romanın bu ilk bölümünde madunun sesini attığı çığlıklar dışında hiç duymayız. Herhangi bir kelime çıkmaz kadının ağzından. Ağzı kapatılırken, herkesin içinde çıplak bir şekilde yıkanırken, tecavüz edilirken ve ölüme gönderilirken sadece çığlık atabilir. Spivak* Madun konuşabilir mi başlıklı o harika metninde “madunun temsil edilmez, madunun sesi yoktur” derken bunu kastetmektedir. Tamamen komutanın gözüyle anlatılan bu ilk romanda kadının/madunun sözü yoktur. İkinci bölümde günümüze daha yakın bir tarihte yaşayan gazeteci bir kadının gözünden işgali okuyoruz bu kez. İşgal mağduru, savaş ve sınırın hayatını ele geçirdiği bu kadın bir gazete haberinin peşine düşmesiyle madunun sesini duyurmaya çalışmaktadır. İktidarın bilgi üzerinden devşirdiği otoritesini aşmaya, hafızayı diri tutmaya ve geçmişi sömürü anlatısından özgürleştirerek yeniden yazmaya çalışır. İtibarsızlaştırılan ötekinin itibarını kurtarmak için tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Güvenlik noktaları ve çeşitli sınır bölgesi sorunlarının yanı sıra tamamen değiştirilen şehrin içinde kaybolur. Bu, bir kayboluş hikayesidir aynı zamanda ve yolunu bulmak için işgalcinin haritasına muhtaç kalmıştır: 

“Yan koltuğa serili İsrail haritasından gözlerimi ayıramıyorum. Beni yoğun bir gurbet hissiyle dolduran bu manzaranın kıvrımlarında kaybolmaktan korkuyorum. Buraları görmeyeli pek çok değişikliğe maruz kalmış. Baktığım her yerde Filistinli olan her şeyin nasıl da tam bir yokluğa mahkûm edildiğini görüyorum: tabelalara yazılan şehir ve köy isimleri, İbranice yazılmış reklam panoları, yeni inşa edilmiş binalar…” 

Yıllardır görmediği denizin rengiyle yanan gözlerine takılan bir müzeye girer ve müzede sömürgeci İsrail’in bu topraklardaki varlığını izlemeye başlar. Filistin’deki Avrupalı göçmen Yahudilerin tarım faaliyetlerini ve çorak arazileri nasıl binalarla doldurduklarını anlatan filmlerin dehşetiyle sarsılır. Müzede Filistin’in nasıl yavaş yok edilip yerine İsrail’in kurulduğunu anlatan başka öğeler de vardır elbette. 

Sömürgeye karşı tekil hikâyeler 

Asıl aradığı Nirim bölgesine ait belgelerdir ve bunları bulabileceği arşiv binasına girmeyi başarır. Gazetede okuduğu tek bir kadının hikayesinden başka kendi hikayesinin eksik ayrıntıları da yavaş yavaş tamamlanır böylece. Deneyim, özneyi yavaş yavaş oluşturur ve her deneyim sahibinin anlatacakları sömürgeci için bir meşruiyet tehdididir. Her Filistinli gibi o da tarihinin nasıl yok edildiğiyle yüzleşir bulduğu her yeni belgeyle. 

Mısır’ın güneydeki en uç sınırında, Mısırlı bir Yahudinin satın aldığı toprakta kurulan Nirim’in İsrail için önemini arşiv görevlisinden dinledikten sonra hikayesini merak ettiği kadınla ilgili küçük bir bilgiye ulaşır kahramanımız. Arşiv görevlisinin aktardığına göre bölgedeki tek öldürme olayının bir kuyuda buldukları kadın bedeni olduğu bilgisiyle sarsılır. Kadının namus meselesi yüzünden Araplar tarafından öldürülerek kuyuya atıldığını söyler görevli. Kahramanımızın madunun hikayesi için sömürgecinin yazdığı bu sona inanmadığı açıktır. Hikayenin gerçeğini öğrenmekteki ısrarı onu askeri bölgenin içine kadar götürür. Sömürgeci için büyük bir tehdit oluşturduğunun farkına varmadan, sadece hafızanın uyuşturduğu belleği ile orada, askerlerin tam karşısında olduğunu fark ettiğinde ise artık çok geçtir.  

Kahramanımız içinde yaşadığı ülkeye yabancılaşmıştır. Yerinden yurdundan edilerek mülksüzleştirilmiş, yok edilmek istenmiştir. Bildiği tüm isimler yenileriyle değiştirildiğinden hafızasını kaybetmiştir. Konuştuğu dil geçerli değildir. Sokağa dahi çıkamadığı için sokakta yaşayan insanın hikayesinden uzaklaştırılmıştır. Kimliğini, tarihini ve geleceğini bilme hakkı elinden alınmıştır. Yani sessizdir; kendisi konuşmaz, kendisi hakkında başkaları konuşur. Spivak’ın sözünü ettiği “madun sessizliği” tam da budur.  

Shibli madunun sesini duyurmaya çalışır. Sömürgeci güçlerin, Batılı beyaz erkeğin ve İsrail’in sömürge vahşetinin içinden bu sesi duymak, duyurmak edebiyatın direniş hattındaki yerini göstermesi açısından önemlidir. Shibli anlattığının sadece Filistin olmadığını; adaletsizliğin, acının ve alçalmanın ortak kaderini yaşayan tüm coğrafyalar olduğunu söylerken haklıdır. Bu acıyı ayrıştırarak epistemik şiddetin safında olanlara karşı okur olarak teyakkuzdayız.  

 

*Ania Loomba/ Kolonyalizm- Postkolonyalizm/ Ayrıntı Yayınları 

* Gayatri Chakravorty Spivak/ Madun Konuşabilir Mi/ Dipnot Yayınları