Yahya Sinvar’ın ‘Diken ve Karanfil’ Romanından Filistin’e Bakmak 

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, Hamas’ın siyasi ve askeri kanadının tek hâkimi haline gelen Yahya Sinvar’ın “Diken ve Karanfil” adıyla Türkçeye çevrilen otobiyografik karakterdeki romanından hareketle, Sinvar’ın Filistin meselesinin geçmişi ve geleceğine bakışını Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
Yahya Sinvar’ın ‘Diken ve Karanfil’ Romanından Filistin’e Bakmak
20 Ağustos 2024

İsmail Heniyye’nin İsrail tarafından suikastla öldürülmesinin ardından Hamas’ın siyasi liderliğine de getirilen Yahya İbrahim Sinvar, sadece Gazze’de değil Filistin’in genelinde hâlihazırda sahadaki en etkili lider konumunda. 2017’den beri Gazze’ye tümüyle hâkim olan Sinvar, 11 aydır süren katliamdan hemen önce 7 Ekim’deki saldırıların da mimarıydı. Sinvar’ın ruh ve düşünce dünyasını anlamak, Hamas’ın Gazze’deki şartlarını ve önümüzdeki dönemde yaşanabilecekleri anlayabilmek/öngörebilmek açısından da önem taşıyor. 

Sinvar üzerine yazılmış çok sayıda biyografi ve değerlendirme yazısı var, bunlardan birini de bu satırların yazarı kaleme aldı (Yahya Sinvar ve Hamas İçindeki Liderlik Değişimi: İran Bunun Neresinde?). Ancak, Sinvar’ı en iyi anlatan satırlar, tabiatıyla kendi sözleri ve yazıları olacaktı. Bu nedenle Türkçeye çevrilmiş –şimdilik- tek kitabı olan eş-Şewk ve’l Qaranful veya “Diken ve Karanfil” isimli eserinden hareketle bir başka değerlendirme yazısı kaleme almanın uygun olacağını düşündüm. 

1967 Savaşı ve sonrası: Kitabın ana çerçevesi 

Diken ve Karanfil, siyasi lider ve aktivist pozisyonundaki şahsiyetler tarafından kaleme alınmış benzer çok sayıdaki kitap gibi, yarı-roman, yarı-hatırat, yarı-anlatı, yarı-belgesel bir hüviyette. Teknik olarak “roman” karakteri gösterdiğini söylemek çok mümkün olmasa da uzun öykü veya anlatı türüne daha fazla uyuyor bu eser. Ancak ülkemizde, sayfa sayısı fazla olan her uzun anlatıya “roman” dendiği için bu noktanın üzerinde fazlaca durmuyorum. Anlatı tekniği, olay kurgusu ve karakterlerin inşası anlamında üst düzey bir eser olduğunu söylemek mümkün değil.   

Zaten Sinvar’ın da böyle bir kaygısı yok. Kitabı da bu gözle ve bu niyetle okumamak lazım. Prestijli uluslararası ödüller alsın diye veya sanatsal kaygıyla yazılmış bir kitap değil bu. Silahı elinden düşürmeyen bir siyasi liderin –zaman içinde siyasi lidere dönüştüğünü not edelim- cezaevinde yazdığı, kendi vatanını kaybetme ve yitip gidenlerin ardından bir ağıt, bir diriliş çığlığı, bir mücadeleye davet metni bu, daha ziyade bir direniş çağrısı. Ama kısa bir beyanname tarzında değil de uzun bir anlatı formunda kurgulanmış.  

İşgal idaresi karşıtı eylemleri nedeniyle henüz çocuk yaşlarında gözaltına alınmaya başlayan Sinvar, 1987’de başlayan İntifada döneminde tutuklanıp 486 yıl hapis cezasına çarptırılmış bir isim. Bu kitabı da 2004’te Biru's-Seb'a Cezaevi’nde kaleme almış. Hem kendi tanıklıkları ve yaşanmışlıkları hem de cezaevinde birlikte tutulduğu hemen her örgütten –ancak çok büyük çoğunluğu Hamas ve İslamî Cihad’dan- Filistinli tutuklulardan dinlediği hadiselerle kitabın çatısını kurgulamış. Kitabın girişinde kendisi de belirtiyor bunu zaten: 

“… anlatılan her şey gerçektir… kendi yaşadıklarımdan ya da başından geçenleri anlatan Filistinlilerden bizzat duyduklarımdan ibarettir.” (s. 13)  

1967 Savaşı’na dair sert bir sahneyle başlıyor kitap. İsrail askerleri Gazze’de kamplarda yaşayan ve savaşabilecek durumdaki erkeklerin bir kısmını infaz etmiş, bir kısmını cezaevine bir kısmını da sürgüne yollamıştır. Romanın anlatıcısı olan Ahmed beş-altı yaşlarındadır bu esnada, babası kayıptır 1967 Savaşı sonrası, amcası ölmüştür; topraklarını işgalcilere kaybedip sığınacak yer arayan diğer yüzbinlerce savaş mağduru Filistinli gibi derme çatma barakalarda kalmaktadırlar. Dokunaklı ve canlıdır Sinvar’ın kalemi bu acı sahneleri tasvir ederken, çocukluğunu neredeyse tamamen bu şartlarda yaşadığını anlamak zor değil. Üç erkek ve iki kız kardeşi var Ahmed’in (kendisi en küçük), amcası ölüp yengesi evlenince, onların geriye kalan iki oğlu da aileye katılır. Bütün bu aileyi, son derece metin ve dirayetli bir kadın olarak tasvir edilen, Ahmed’in annesi tek başına çekip çevirmeye başlar ve bütün zorluklara rağmen kırk yıldan fazla bunu başarır da. 

Bölünmüş bir aile, bölünmüş bir toplum  

Ahmed’in ailesi bölünmüş bir aile, tıpkı içinden çıktığı Filistin toplumu gibi. Üç erkek içinde sadece, yazarın kendisinin ağzından bütün bir hikâyeyi anlattığı ve kendi geçmişini sembolize ettiği düşünülen Ahmed biraz apolitik bir görünüm sergiler. Ahmed’in iki ağabeyi Hasan ve Muhammed, Hamas ve İslamî Cihad gibi İslamî hareketlerin içinde yer alır, Mahmud ise el-Fetih yanlısı olup örgütün Gazze’deki liderlerinden biridir. Ahmed’le aynı evde kalan amcasının oğlu İbrahim ise İslamî Cihad üyesidir, hatta örgütün en etkili siyasi ve askeri liderlerinden biridir, evde Mahmud ile sık sık politik tartışmalara girerler. Her seferinde annesinin müdahalesiyle tartışmalar son bulur. İbrahim’in kardeşi Hasan ise zaman içinde aileden kopar ve İsrail topraklarına yerleşip muhbir olur; bir zaman sonra işgal rejimi istihbaratı için casusluk yapmak üzere geri döner ancak İbrahim onu öldürerek aile açısından bu “yüz kızartıcı suça” bir son verir.  

Ahmed’in ailesi bölünmüş olsa da, İsrail lehine casusluk yapan Hasan haricinde, fire vermeden yoluna devam eder. Gazze’deki işgal rejimi hemen her gün keyfi arama, aşağılama, sorgu, işkence, toplu tutuklama ve sindirme operasyonlarıyla işgali derinleştirmeye çalışır. 1967’den itibaren taş atarak askerlere karşılık verir kamp sakinleri, ancak şiddetin dozu azalmaz, bilhassa toplu tutuklama ve cezalandırmalar bireysel “feda eylemleri” ile sonuçlanmaya başlar. Cezaevinden çıkan ve kötü muamelelerin intikamını almak isteyen gençler bireysel bıçaklı eylemlerle askerlere saldırır, bunu grup eylemleri ve daha büyük şiddet sarmalı izler. Ardından silah keşfedilir, eski tüfekler bulunup tamir edilir ve tek tük silahlı eylemleri, para toplanarak alınan silahlarla grup eylemleri ve ilkel bombalarla roketler izler. Her bir eylemin ardından şiddet ve tutuklamalar daha da artıp genişler. Sinvar bu döngüye dair bıkıp usanmadan onlarca örneği art arda sıralamayı ihmal etmez. 

 

Kitaba ve satır aralarındaki mesajlara dair bazı gözlemler  

  • Kitap ailenin en küçüğü Ahmed’in ağzından yazılsa da biraz apolitik karakterdir Ahmed. Ahmed’in en fazla özendiği ve kitapta aleyhinde tek kelime kötü tarifte bulunulmayan iki kişi var: Ağabeyi ve Hamas üyesi Hasan, aynı evde yaşadıkları amcaoğlu ve İslamî Cihad üyesi İbrahim. Her ikisi de karakterleri, sorguda çözülmeyişleri, direnişe sahip çıkmaları, aile hayatları, fedakârlık ve istiğnaları, davalarına bağlılıkları ve direniş azimleriyle adeta rol modeldir Sinvar için. Keza yukarıda değindiğim özellikleriyle metin ve dirayetli anneleri de bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu yönüyle, Şeyh Ahmed Yasin’in talebesi Hasan’ın, ama daha ziyade İbrahim’in, Yahya “İbrahim” Sinvar’ı daha fazla temsil ettiğini düşünüyorum metnin bütününde. Kurgudaki İbrahim bir feda eylemi sürecinde İsrail saldırısında hayatını kaybederse de gerçek İbrahim, onun yolundan gitmeyi sürdürecek, romanı cezaevinde yazdıktan 19 sene sonra benzer bir saldırıyı da makro ölçekte kurgulayacaktır 7 Ekim’de. 
  • Sinvar kitapta Gazze ile Filistin’in geri kalanı arasına bir çizgi çeker. Her ne kadar vatanın bir bütün olduğunu ve bölünmezliğini vurgulasa da çoğu yerde Gazzeli olmayı önceler. Bunu yiğitlik ve şecaatin bir nişanesi olarak zikreder, Batı Şeria ve İsrail işgali altında yaşayanların daha “serbest ve gayri ahlaki” yaşamına karşılık, Sinvar’ın gözünde Gazze “iffet ve ahlakiliğin kalesi”dir adeta. Kadın-erkek ilişkilerinde de bu ölçüye titizlikle dikkat eder Sinvar. Kitabın tamamında bu ayrılık ve “biz Gazzeliler”in üstünlüğü vurgusu fark edilir, hatta bir Gazzeliyi diğer Filistinlilerden nasıl ayırt edilebileceğini telaffuz örnekleri üzerinden de izah eder Sinvar (s. 424). 
  • Filistin’de sahayı ve örgütleri tanıyanlar metinde de kimin kim olduğunu kolayca tahmin edebilir, ancak yazar, Yahya Ayyaş ve Şeyh Ahmed Yasin gibi, romanın kaleme alındığı 2004 itibariyle hayatını kaybetmiş kişilerin haricinde açık isimleriyle kimseyi anmaz. Burada tedbir saikiyle hareket ettiğini, eylemlerdeki rolleriyle anacağı arkadaşlarının gerçek hayatta sorun yaşamasından çekindiğini tahmin etmek güç değildir. 
  • Metindeki en canlı sahneler ve tasvirler, aynı zamanda yazarın kişisel deneyimlerinin de şekillendiği yerleri gösterir: Hapishaneler, sorgular, kampüsteki tartışmalar, eylemler, pusular, çatışmalar, kaçışlar, kuşatmalar, infazlar... [burada hapishanenin adeta bir “akademi” gibi görüldüğünü ve örgütsel endoktrinasyon anlamında büyük önem verildiğini vurgulayayım]. Sadece Hamas eylemlerini değil, Türkiye’de sadece ismen bilinen İslamî Cihad’ın bıçaklı ve bombalı “feda eylemleri”ni de aynı sempatiyle anlatır yazar. Yahya Sinvar’ın eylemci kişiliğinin hangi uğraklardan geçerek bugüne geldiğini görebilmek açısından da önemli bir metin bu. 
  • Hamas ve İslamî Cihad ile el-Fetih arasındaki çekişme ve zaman zaman çatışmalara varan husumet, kitapta bazen gizli bazen açıktan işlenir. Çoğunlukla aile içinde Mahmud ile Hasan/İbrahim ikilisinin münakaşalarında, 1993 Oslo Antlaşmaları sonrasındaki geçiş döneminde ise doğrudan baskın ve gözaltılarda bu ayrımı işler Sinvar, bilhassa 419. sayfadan sonraki bölümde bu görüş ayrılıkları ve çatışmaya varan kavgaları canlı şekilde tasvir eder. [Ancak Sinvar 1989’dan sonra cezaevindedir, bu nedenle 1990’larda dışarıdaki tartışmaları hapishanede dinledikleri üzerinden kaleme aldığını not düşeyim] 
  • Ancak zannedilenin aksine Sinvar, el-Fetih’i doğrudan karalamaz ve kötülemez, hatta oldukça saygılı bir dil kullandığını görünce şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Oslo’ya verilen destek ve Fetih ile İsrail işgal yönetimiyle ilişkilerde yaşanan görüş ayrılıklarında derinlemesine politik tahlillere girişir, ancak Fetih’in mücadele sahasındaki kıymetini ve öncü rolünü daima takdir eder, görüş ayrılıklarını büyütmez ve cepheyi kıracak/zedeleyebilecek suçlamalardan özenle kaçınır. Oslo sonrasındaki iç sorunları işlediği son bölümlerde Fetih’in açmazlarını, 2000’lerde İsrail karşısında yeniden silaha sarılmalarını, örgüt üzerindeki yerel ve uluslararası baskıyı ve sıkışmışlık durumunu gayet iyi anladığını hissettirir.  
  • Filistin davasının efsaneleşen ismi Yasir Arafat’la ilgili görüşlerinde de bu özen kendini duyurur. Bir dönem kendisine hayranlık duyduğunu saklamaz, Hamas yıllarında da daima saygılı bir dille anar Arafat’ı. Bilhassa günümüzde oldukça moda olan “ihanet ve işbirlikçilik” gibi söylemsel çiğliklere kesinlikle girişmez, metin üzerinde bile olsa rövanşist bir tutum takınmaz. Sinvar’ın hedefi ve düşmanı açık ve nettir; iç ayrılıklara sebep olan anlaşmazlıklarla asıl düşman arasında ehem-mühim ayrımı yapabilecek politik idrak düzeyine sahiptir bu açıdan. Ancak en beğendiği Fetih, işgale karşı “direnen ve direnirken ayakta ölen Fetih” karakteridir. 
  • Ancak Sinvar’ın geçek hayatta olduğu gibi kitapta da tahammül edemediği şey düşman namına çalışan ve muhbirlik yaparak Filistinlileri işgal güçlerine yakalatan casuslardır. 1989’da dört İsrail muhbiri Filistinliyi öldürmekten dolayı dört kez müebbet hapse mahkûm edilen Sinvar, Filistinlilerin yaptığı her türlü suç ve kabahati bir yere kadar affeder romanda ancak casus, muhbir ve işbirlikçilerin cezalandırılması konusunda saplantı derecesinde hassastır. Nitekim romanda “casus” kelimesi 26 yerde, “hain” 14 yerde, “muhbir” 17 yerde, “işbirlikçi” 68 yerde geçer ve metnin neredeyse bütününe sirayet eden kesif bir nefret süzülür bu kelimelerin geçtiği her bir bölümde. 

7 Ekim saldırılarının ipuçları: Sinvar’ın politik psikolojisini okumak 

Bu akıcı metni okurken zihnimin bir köşesinde daima, son bir senedir uluslararası kamuoyunun gündeminden düşmeyen Yahya Sinvar’ın ruh ve düşünce dünyasını kendi satırlarında yakından izlemek vardı. Bu nedenle meselelere nasıl yaklaştığını ve işgal realitesini, hasmına karşı hislerini, kendi halkına ve insanlarına dair hislerini, zaaf ve güçlü yanlarını ele alışını, hasım-dost-düşman tarifi yaparken nelere dikkat ettiğini, bireysel ve toplu eylemleri tarif ederken kullandığı dil ve öykündüğü karakter özelliklerini, bu tür eylemleri meşrulaştırırken başvurduğu argümanları ve okuyucuyu ikna çabasını vb hususları dikkatle gözlemlemeye çalıştım. 

Bu gözlem noktalarıma göre metne bütüncül baktığımda şunu açıkça söyleyebilirim: Bu metni okuyan birinin 7 Ekim2023 saldırılarına ve orada kullanılan tedhiş metotlarına şaşırması için hiçbir sebep yok. 

Yahya Sinvar, metnin ilk paragrafından son cümlesine kadar son derece açık bir çerçeve çizer okuyucuya: Evimiz yurdumuz işgal edildi, yurtlarımızdan koparılıp sürgüne yollandık, kamplarda en basit imkânlardan mahrum şekilde yaşadık/yaşıyoruz, her gün alçaltıcı muamelelere tabi tutuluyoruz, kontrol noktalarında ve kendi evlerimizin içinde bile aşağılanıyoruz işgalciler tarafından. Hayatlarımızın işgal güçleri nezdinde hiçbir kıymeti yok, ölümümüz de yaşamımız da onları ilgilendirmiyor, bizden gasp ettikleri korunaklı alanlarında hayatlarını yaşıyorlar, işçilerimizi ve emeğimizi sömürerek bu zenginlik ve refahı sürdürüyorlar. İçlerimizden bazılarını toplumumuza karşı korkutup kandırıp kullanıyorlar, bizi kendi içimizde bölüyorlar, hayat alanlarımızı her gün daraltıyor ve nefes almamızı bile güçleştiriyorlar. Buna tepki gösterdiğimizdeyse sert müdahale ediyorlar, kimsenin elinde en ufak bir taş olmayan gösterilerde bile kalabalığı kuşatıp dövüyor ve kemiklerimizi kırıyorlar. Bu şartlarda bize direnmek ve onurumuzu korumak dışında hiçbir çıkış yolu bırakmıyorlar. Bu şartlarda ya tek tek ve her gün öleceğiz veya yurdumuzu ve haklarımızı savunmak için her türlü imkândan faydalanacak ve gerekirse bu uğurda topluca öleceğiz, ama aşağılık bir hayatı kabul etmeyeceğiz. Gerekirse ateşi onların kalbine kadar götüreceğiz ve her gün içinde yaşadığımız ateşle onları konforlu alanlarında yakacak, bizim canlarımızın da en az onlarınki kadar değerli olduğunu onlara göstereceğiz. 

Yahya Sinvar’ın düşüncelerinden hareketle ve onun ağzından kaleme aldığım bu hayali tasvir paragrafı, kitapta yer alabilecek bir bölüm (zaten parça parça işliyor bunu metinde) ve bence bütün bir kitaba hâkim olan ruh ve psikolojik bakış açısını özetleyen bir çerçeve sunuyor. Bu şartlarda 7 Ekim saldırısına şaşırdığımı söylemem mümkün değil. Eylemin yapılış biçimi ve sivil nitelikli hedefleri tasvip edenler de var kamuoyunda, buna karşı çıkan ve lanetleyenler de; silahlı direnişi meşru bulanlar ve hak olduğunu söyleyenler de var, müzakere dışında bir yol olmadığını ve silahlı eylemlerin varolan kazanımları da yok ettiğini savunanlar da.   

Şahsen hepsine de bu kitabı dikkatle okumalarını öneririm. Yahya Sinvar tek başına kişisel bir kurtarıcı fenomeni temsil etmiyor, aksine uzun yıllar boyunca ve her günkü işgal pratikleriyle tabanı giderek genişleyen bir öfkeyi, güçlü bir dip dalgayı temsil ediyor. Sinvar İsrail saldırılarıyla ölse de yaşasa da, Filistinliler için yukarıda özetlediğim şartlarda bir değişim olmadıkça bu silahlı direniş eylemleri –onunla veya onsuz- devam edecek.   

Daha genel çerçevedeyse, bir halkı aşağılayan ve ezen işgal olgusu ortada kalkmadan, ülkesi ve halkıyla egemen bir Filistin Devleti kurulmadan ne “7 Ekim”ler sona erecek ne de bir halkın biçare umutsuzluğu.