Bin Tepe Ülkesi Ruanda Soykırımı’nın 30. Yıl Dönümü
Ruanda'da Tutsilere karşı yapılan, insanlık tarihinin en acımasız ve en trajik soykırımlarından birinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Ruanda’da 1994’te 100 gün boyunca Tutsilere karşı gerçekleşen bu soykırım nedeniyle 1 milyona yakın insan öldürüldü. Ancak, 30 yıl önce gerçekleştirilen bu soykırımdan sağ kurtulanların vücutlarında taşıdıkları yara izleri ve travmalar bu soykırımın unutulmasını imkansız hale getiren semboller arasında bulunuyor.
Ruanda’daki iki farklı etnik unsur bulunuyor. Afrika’nın Doğusunda yer alan, günümüzde 14 milyona yakın nüfusu bulunan ve denize çıkışı olmayan bir ülke olan Ruanda’da; Hutu, Tutsi ve nüfusta yüzde 1’lik bir pay ile Twa olmak üzere temelde üç etnik grup bulunuyor. Hutular ve Tutsiler günümüzde olduğu gibi 1994’te yaşanan soykırım zamanında birlikte yaşıyordu. Öte yandan, 1994 yılında Ruanda’nın nüfusu yaklaşık 7 milyona yakındı. Dolayısıyla Ruanda’da komşunun komşuya, akrabanın akrabaya düşman olduğu 1994’te ülke nüfusunun neredeyse yüzde 15’i soykırıma maruz kaldı.
Soykırımın tarihsel kökleri
Ruanda’da yaşanan soykırımın köklerine bakıldığında bu çatışmanın ve devamında gelen soykırımın kökünün, bu topraklardaki Almanya ve Belçika’nın sömürgecilik dönemlerine dayandığı görülüyor. Sömürgecilik döneminde Ruanda topraklarında yer alan üç etnik gruptan biri olan Tutsiler tarafından yönetilmekteydi. Nitekim bu dönemde Hutular çoğunluğu oluştururken, Tutsiler ve daha küçük olan Twa ‘lar ise azınlığı oluşturuyordu. Ve sömürgeci güçler bu topraklara gelmeden çoğunluk ve azınlık grupları barış ve huzur içinde bir arada yaşıyordu. Ancak sömürgeci güçlerin Ruanda topraklarına gelmesiyle bu topluluklar arasındaki bölünmeler başlamış oldu. Bu kapsamda Belçikalılar bu topraklarda etnik kimliğe göre kayıt sürecini zorunlu tutmaya başladı. Bunu yaparken de yine Belçikalılar, Hutuları bu topraklardaki sıradan çiftçiler ve Tutsileri yönetici elitler olarak anlatan bir yaklaşım ile hikâye oluşturdu. Zaman içinde bu anlatı toplumlar arasında siyasi bir öfkeye neden oldu. Ruanda’da 1959’da sona eren sömürgecilik sonrası dönemde ise geçmişten biriken öfke Hutuları harekete geçirdi. Bu süreçten sonra birçok Tutsi önde geleni ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Ancak sonraki yıllarda Ruanda, Hutu hükümeti ile bağımsız bir cumhuriyete geçiş yaptı.
Bu yeni yönetim, ülkedeki çoğunluğa sahip grup olarak Hutuların siyasi gücü elinde tutmasına yönelik özel bir hakka sahip olduğunu savunmuştu. Bundan sonraki süreçte, bu anlayışa göre de nüfusa göre yönetimi dizayn ederek Tutsileri sistemin dışına itmişlerdi. Hatta daha da ileri giderek önceki yıllarda ülkeden gitmek zorunda kalan Tutsilerin ülkeye tekrar geri dönüşlerini yasaklayan kararlar da almışlardı. Nitekim izleyen süreçte Ruanda’daki ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunlar nedeniyle Tutsileri suçlayan ve krizi tırmandıran propagandalar, 1990’lı yıllarda Fransa’nın desteklediği Hutular tarafından yapılmaktaydı. 1990'a kadar yaşanan bu kritik süreçten sonra sürgünde bulunan Tutsiler, 1 Ekim 1990'da başlayan ve 18 Temmuz 1994'e kadar devam eden iç savaşın başlarında Ruanda'yı işgal etmek için geri dönmeyi düşündüler.
Her ne kadar Ruanda’daki iç savaş 1994’te sona ermiş olsa da iç savaşı bitiren anlaşmaya ülke içindeki büyük çoğunluk güvenmemekteydi. Bununla birlikte Ruanda’daki Barış Anlaşması’nı denetlemek için Birleşmiş Milletler (BM) askerleri bulunuyordu. Bu durum ülke içinde siyasi kutuplaşmaların artmasına neden olmuştu. Son olarak, 1994’te Hutu etnik kökenine sahip olan Ruanda Cumhurbaşkanını taşıyan uçağın düşürülmesi ile birlikte ülkedeki çatışma ortamı yeniden başlamıştı. Bu olaydan sonra dönemin hükümetinin desteklediği Hutu milislerinin Ruanda sokaklarında Tutsilere yönelik fiziksel, psikolojik ve cinsel her türlü şiddeti uygulamaları söz konusu olmuştu. Dolayısıyla bu olayların başlamasıyla ülke içinde tam güvensizlik hali meydana gelmişti. Hutu milis güçleri ile Hutu sivillerinin de üzerlerinde baskı ile birlikte kendilerini koruma güdüleri ile birleşince Ruanda’da tam anlamıyla bir insani trajedi başlamıştı. Bu süreçte Tutsiler de uluslararası bir müdahale ve destek bekleyerek ülkedeki ibadethanelere ve okullara sığınarak kendilerini korumaya çalışmışlardı. Ancak bu süreçte Tutsilerin beklentileri boşa çıkmıştı. Üstelik BM Ruanda’da yaşanan soykırımı görmezden gelerek Tutsileri korumak için gerekli adımları atmamıştı. Bu trajedik süreç uluslararası toplumun acil bir şekilde harekete geçmesi gerektiği gerçeğini gözler önüne sermişti. Ancak uluslararası toplumun sessizliği ve BM’nin yetersiz müdahalesi Ruanda’da yüzbinlerce masum insanın katledilmesine ve milyonlarca insanın yerinden edilmesine neden olmuştu. İnsanlık tarihinin en karanlık ve utanç verici sayfalarından birinde yer alan Ruanda soykırımı, uluslararası toplumun sessizliğinde ve ihmalinde hala derin izler taşıyor.
Ruanda’daki bu soykırım 1994 Temmuz’unda sona ermişti ve ülkedeki kontrolü Tutsiler ele geçirmişti. Ancak savaş sona erdiğinde Ruanda’da Tutsilerin çok az bir bölümü hayatta kalmıştı. İlerleyen süreçte ise soykırımı gerçekleştirenlerin cezalandırılması için BM, Tanzanya’da özellikle ana failleri yargılamak için özel bir mahkeme kurmuştu. Ama o dönemde neredeyse toplumun büyük kesiminde yer alan Hutu sivilleri; akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına zulmetmişlerdi. Yani yargılanması gereken 120 bine yakın Hutu etnik kökenine mensup kişi bulunuyordu. Ayrıca mahkemeyi ve yargılanmayı bekleyen bu insanların bulunduğu aşırı kalabalık ve yetersiz hijyen koşulları nedeniyle ölmeleri de söz konusu olmuştu. Nitekim bu kadar fazla sivilin yargılanmasının onlarca yıl süreceği düşünüldüğünde adaletin tam anlamıyla yerine getirilmesi, toplumun iyileşmesi için daha hızlı ve etkili bir yargılama süreci gerekmekteydi. Aksi halde, soykırımda yaşanan acılar ve kayıpların yarattığı travma ve öfke devam edecek, ayrıca uzun vadede toplumsal barışı tehdit edecekti. Dolayısıyla bu süreçte Afrika’da her ülkenin sahip olduğu farklı geleneksel yapıların dikkate alınması adalet için en uygun yöntem olarak ortaya çıkmaktaydı.
Çimlerin üzerindeki adalet: Gacaca
Ruanda’da soykırım suçlarının yargılaması için “Gacaca” yani “çimlerin üzerindeki adalet” adı verilen geleneksel yönteme başvuruldu. Normalde Ruanda’da yerelde işlenen suçların çözümü için Gacaca’ya başvuruluyordu. Bu yöntem Ruanda toplumu tarafından kabul görmekteydi. Bu süreçte yerelde tanıkların ifadelerine başvurulur. Sanıkların lehine ya da aleyhine ifadeler. Sonraki süreçte ise yargılamayı yapan yargıçlar, topluluk içinde uygun cezayı belirlerdi. Dolayısıyla yargılanmayı bekleyen 120 bin Hutuyu daha hızlı yargılamak için Gacaca resmi mahkemeye dahil edilmişti. Bu noktada karma yapıda olan mahkemede profesyonel hakimler ve avukatlar yer almıyordu. Ayrıca, toplum arasında konuşulanlar ve sanık suçlarını detaylandıran dava dosyası dışında bir kanıt yer almıyordu. Bu kapsamda tüm suçlar soykırım planlaması ve cinsel saldırıya başvurmak, cinayetlerde yer almak, fiziksel saldırı ve Tutsi mülklerini yakmak üzere dört kategoriye ayrılmıştı. Nitekim ilk iki kategoride yer alan suçlular geleneksel mahkeme yöntemine göre yargılandı. Diğer suçlar ise sanık suçunu kabul ederse azaltılabilecek cezalara başvurulması söz konusu oldu.
Bu kapsamda 2002’nin başında her hafta binlerce Gacaca mahkemesi ve resmi mahkeme toplanmıştı. Bu süreç 2012’ye kadar devam etmişti. Yargılama sürecinin sonunda ise mahkemeler 1,7 milyon kişiyi mahkûm etmişti. Kısacası sömürgeciliğin mirası Afrika’da birçok ülkeyi ve toplumu etkilediği gibi 30 yıl öncesinde Ruanda’yı da çok acı bir şekilde etkilemişti. Ve bu acının izleri maalesef günümüzde de kendisini gösteriyor.
Soykırımdan çıkarılan dersler ve günümüz
Paul Kagame liderliğinde Ruandalıların ortaya koyduğu uzlaşma ve restorasyon Ruanda halkının yaşadığı travmadan sonra büyük bir başarı örneği. Ruanda’nın günümüzde Afrika’daki kalkınması en istikrarlı ve üretken bir ülke konumunda olması diğer kıta ülkeleri açısından başarılı bir model. Kriz sonrası dönemlerde bir ülkenin yeniden inşası oldukça zorlu bir süreç. Hatta yeniden entegrasyon, bu bağlamda çatışmanın yeniden yaşanmasını engellemek için büyük öneme sahip. Kaldı ki soykırım gibi suçlar kapsamında bu sürecin zorluğu tartışılmaz boyutta. Toplumun iyileşmesine yönelik çabaların sürebilmesi için ülkedeki lidere büyük sorumluluk düşmekte. Ruanda Cumhurbaşkanı Paul Kagame ise bu süreci şimdiye kadar oldukça başarılı şekilde sürdürdü. Ancak Afrika’da son dönemde yaşanan sorunlar ve Ruanda’nın çevresinde meydana gelen olaylar yeni riskleri beraberinde getiriyor. Dolayısıyla geçmişin travmaları ve izleri ile günümüz sorunları birleştiğinde iyileşmenin devam etmesi için dikkatli adımların atılması şart. Ayrıca, günümüzde yaşanan soykırımların Ruanda’nın acı trajedisinden ders almaları da oldukça önemli. Zira içinde bulunulan kaos çağında Sudan ve Gazze başta olmak üzere çeşitli bölgelerinde yaşanan katliamlar, geçmişte yaşanan insanlık dramlarından yeterince ders alınmadığını gösterir nitelikte. Dolayısıyla insanlığın halen gidecek çok uzun bir yolu bulunuyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.