Esed’in Diken Üstündeki Zaferi

Suriye ile Türkiye arasındaki olası yumuşama süreci iddialarını ve Suriye’nin müttefiklerinin buna etkisini yazar Bülent Tokgöz, Fokus+ için kaleme aldı.
Bülent Tokgöz
Esed’in Diken Üstündeki Zaferi
4 Temmuz 2024

Beklenen oldu ve Erdoğan Esed’le barışıyor, Türkiye Suriye’yle normalleşiyor. Diplomasi koridorlarında ve istihbarat servislerinin sis perdelerinin ardında nicedir sürdürülen gizli görüşmeler geçtiğimiz günlerde alenileşme aşamasına gelmiş bulunuyor.

Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan, basın mensuplarının sorusu üzerine “Nasıl ki biz Suriye ile ilişkilerimizi çok çok canlı tuttuysak geçmişte, ailece görüşmelere varıncaya kadar... Biliyorsunuz sayın Esed ile biz görüşmeleri yaptık. Yarın olmaz diye bir şey kesinlikle mümkün değil, yine olur” diyerek yeni dönemin açılışını resmen yapmış oldu.

Belli ki önceden bilinen ve beklenen bu açıklama üstüne Suriye tarafından da iyimser bir mukabele gelmekte gecikmedi. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, doğrudan bir beyanda bulunmak yerine mesajlarını Rusya üzerinden vermeyi tercih etti. 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Özel Temsilcisi Alexander Lavrentiev ile yaptığı görüşme akabinde Esed, “Suriye, ülkenin tüm toprakları üzerindeki egemenliğiyle terör ve terör örgütleriyle mücadeleyi temel alan, Suriye-Türkiye ilişkilerine yönelik tüm girişimlere açıktır” şeklinde bir beyan vererek zeytin dalını geri çevirmedi.  

Lavrentiev de arabuluculuk rolünü belirginleştirecek bir beyanda bulunarak Türkiye ile Suriye ilişkilerine yönelik tüm girişimleri desteklediklerini belirtti. "Arabuluculukların başarısı için koşulların her zamankinden daha uygun olduğunu görüyoruz. Rusya müzakereleri ilerletmek için çalışmaya hazırdır. Amaç, Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkileri yeniden tesis etmeyi başarmaktır" şeklinde konuştu.

 

Uzaktan bakıldığında muhaliflere karşı savaşı kazanmış, iktidarını korumuş, kendisini devirmek isteyenlerin başında gelen Türkiye’yi ve Erdoğan’ı yenerek geri adım atmaya zorlamış, muzaffer bir Esed görünüyor. Nitekim bölge ülkeleri -İsrail’le normalleşmeyi andıran bir havada ve tonlamada- onunla görüşmek için sıraya girmişken Erdoğan’ın da bu yönde niyetini izhar etmesi süreci takip edenler için şaşırtıcı olmadı.  

Türkiye’nin bu yeni tutumunun izahı ayrı bir bahis. Esed’in terörle, açıkçası YPG ile bir sorununun olup olmadığı; daha kesin bir deyişle YPG’nin Türkiye’ye düşmanlığını bir sorun olarak görüp görmediği; sahiden bu sorunu çözme imkânını elde bulundurup bulundurmadığı da... YPG’nin arkasında en az ABD kadar etkin bir şekilde duran Rusya’yla olan ittifakı göz önüne alındığında Esed’in Türkiye’nin hatrına Rusya’yla karşı karşıya gelebileceğini sanmak “safdillik” olur. Hele hele tüm sürecin vesayetinin Ruslarda olduğu ayan beyan ortadayken. Türkiye’nin yeni yaklaşımının ilkesel yönü bir kenara, mantıkî ve vakıî bakımdan da geçerliliği epeyce kuşkulu görünmektedir.

Nüfusun yüzde 11’i ölü veya yaralı

Her şeyden evvel Esed diye bir öznenin mevcudiyeti hayli kuşkuludur. Batılı eğitim almış bir göz doktoru, kaşla göz arasında amansız bir diktatör oluverdi ve ülkesini kan deryasına çevirdi. Ülkede adil bir seçim yapılmaması, oligarşik düzeninin halel görmemesi, mezhepçi cuntalarının devam edebilmesi uğruna ülkesini önce Hizbullah’a, sonra İran’a, daha sonra da Rusya’ya peşkeş çekmiş birinden söz ediyoruz. Adı geçen bu öznelerin tamamı varlar, ciddi bir varlıkla sahadalar ve oradan çıkmaya hiç de niyetli değiller. Suriye’de gerçek bir özne varsa bu adı geçen unsurlardır ve Esed onların elinde sadece bir kukladır. Zavallı mı, yoksa şansını deneyen bir kukla mı, tartışmalı olan husus sadece budur.

 

2011 baharını baz aldığımız geçen onca sene içinde ülkenin altyapısının yarısının yok edildiği görülüyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) tarafından yayınlanan raporlara göre, 15 Mart 2011 - 4 Ocak 2020 arasında öldürülen insan sayısı 585 bin. SOHR bu rakamın 380 civarındaki kısmını gözlemleyebildiğini, rejimin ölüm kamplarında işkenceler altında canından olan 88 bin kişinin bu rakama ilave olunduğunu iddia etmektedir.  

Yaralı sayısı ise 2 milyonu geçmiştir. Yani nüfusun yüzde 11’i ölmüş veya yaralanmıştır. Bu rakamlar BM’nin verileriyle uyumludur. Günümüz itibarıyla 600 bin insanın canından, 12 milyon insanın da yerinden olduğu hesaplanmaktadır. Türkiye, takriben 5 milyon Suriyeliyi ülkesine alarak en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumuna gelmiştir.  

1963’ten beri tipik bir diktatörlük ve azınlık idaresi olarak saltanatını sürdüren Baas rejimi Esed’in liderliğinde halkına karşı kimyasal silah dahil her türlü silahı kullanmada tereddüt etmedi. Sivil alanlara yönelik akıl almaz boyuttaki hava operasyonlarına, varil bombalarına rağmen muhalifler ilerleyişlerini ve mevzilerini korumasını bildiler. Hizbullah da İran da muhalifler karşısında muzafferiyete mazhar olamadı. Kasım Süleymanî bizzat giderek Rusya’yı Suriye’yi istilaya ikna etmekten başka bir çare bulamadı.

Putin’in ihsanları

İran’ın bir başka ülkede işgal gücü bulundurup oraya başka bir işgalciyi davet etmesindeki garabet apayrı bir analiz konusudur fakat şu var ki Suriye’nin Rusya’yla ittifakı yeni değildi ve İran’ın tavassutuna muhtaç da sayılmazdı. İki ülke arasında, 1980’li yıllarda baba Esed ile dönemin Sovyetler Birliği yöneticileri arasında Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalanmıştı. Rusya o tarihten itibaren Suriye’de bir şekilde hep vardı fakat İran’ın işgal davetiyesinden sonraki var olma biçimi apayrı bir nitelikteydi.

 

İran davet etmeseydi Ruslar ellerini kovuşturup gelişmeleri izleyecek değillerdi esasında. Hele 2011’de Kaddafi gibi sıcak denizlerde hareket etmelerine imkân verecek bir müttefiki kaybettikten sonra Suriye daha bir önem kazanmıştı. Artık Tartus Limanı, Rusya’nın Batı’ya karşı savaşının merkez üssü ve sembolü hâlini almıştı.

Obama gibi aramakla bulunmaz bir rakip karşısında Putin Suriye’de iddialı bir varlık sergilemenin o kadar da riskli olmadığını kavramakta gecikmedi. ABD başkanının sadece İran’a değil, Rusya’ya da bonkörce bu şekilde saha açması tarihte nadir görülebilecek bir düşman dayanışması örneğiydi. Putin gibi fırsatçı bir liderin bu stratejik açığı avantaja dönüştürmemesi düşünülemezdi.

2015 yılında Moskova'da Esed'le bir araya geldiğinde artık geri sayım başlamış, iş sadece formalitelere kalmıştı. Her zamanki gibi bu tür operasyonlar için şatafatlı kavramlardan bir buket yapılmıştı; “barışçıl”, “siyasî çözümü amaçlayan”, “terörizme karşı askerî bir operasyon”… Halbuki olmakta olan ancak yıllar sonra adlı adınca anlaşılabilecekti; Putin bilahare girişeceği Ukrayna operasyonunda uygulayacağı askerî stratejiyi denemek üzere Suriye’yi bir test sahası ve deneme tahtası olarak kullanmak üzere ordusunu sefere çıkarmıştı.  

Nitekim Suriye’de deneyeceği 600’den fazla yeni silah bunun açık bir deliliydi. Günde 4 milyon dolar harcadı ve 70 bin civarında personeli bölgede görev aldı. Suriye’yle alakalı insanî yardım ve ateşkes önerilerini, bombardımanların sona erdirilmesi çağrılarını kapsayan 16 BM kararını veto etmesi de Esed için yapabileceği en büyük ihsanlardandı.  

Taşınmaz yük

Bombardımanlar, kitle katliamları fayda verdi ve Esed, Putin’e terörizmle mücadele ettiği ve “işgal altındaki toprakları özgürleştirdiği” için teşekkürlerini sundu. Öyle ya, alacağını almıştı. Putin, Esed’i kurtarmış, ipten almıştı fakat sahiden böyle bir emeli var mıydı? Gayesi Esed’i ve rejimini kurtarmak mı, yoksa kendi stratejik planlarını tatbik etmek miydi?

 

Putin’e bakılırsa o da Esed’den alacağını almıştı. Onu ilanihaye koltuğunda tutmak için harcanacak enerji hesaplanamaz boyuttaydı. Hele hele harap olmuş ülkenin yeniden inşası da hesaba katılırsa Rusya’nın bu masrafların altından kalkması mümkün değildi. Bir şekilde işin içine Türkiye’nin ve Batı’nın dahil edilmesi gerekirdi. Bu da diktatörsüz ve Baas’sız bir Suriye’ye öyle veya böyle geçilmesi demekti.

Bu mülahazaları kadraja almaksızın Eski Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un başkanlığını yaptığı Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) gibi hassas kurumlarca yayımlanan raporlardaki Esed analizlerini anlamak mümkün olmayacaktır. O raporlarda Esed’i savunmanın “gittikçe ağırlaşan bir yük hâline geldiği” tespiti açıkça ifadelendiriliyordu. Şam’ın sadece askerî bir çözüm peşinde olduğunu ve Soğuk Savaş dönemindeki gibi ABD-Rusya cepheleşmesinde taraf tutmasına karşılık malî yardım beklediğini eleştirel bir dille belirtiyordu.

Açıkçası Rusya, Suriye’nin yeni Afganistan’ı olmasından endişeleniyordu. Hayır, burada askerî bir yenilgi yaşamamıştı fakat zamanla rejimin halka karşı savunulmasının imkânsızlaşmasının ne demek olduğunu biliyorlardı. Esed’in halkta sahiden bir karşılığının olmadığını, eldeki popülaritenin de düşmekte olduğunu, sadece cinayet ve diktatörlükte değil, yolsuzlukta da her türlü haddi aştığını görüyorlardı. Bu dibi boylamış meşruiyetle nereye kadar yürünebilirdi ki? Hele hele partner İran rejimi, 1979 Devrimi’nden bu yana en ciddi ekonomik darboğazla malulken.

Askerî istihbaratı elinde tut

2020’de hava bu minvaldeydi. Ukrayna cephesi açılmasaydı Putin muhtemelen bir askerî darbeyle Esed’i devirip Suriye’de kartları yeniden karacaktı fakat neylesin ki NATO’yla kıran kırana savaşırken Suriye’deki cepheyi serin tutmak zorunda kaldı. Esed bunu talihinin devamı olarak gördü ve ne olur ne olmaz, ordu içindeki kilit mevkileri lehine tahkim ederek kendini güvenceye alma yoluna gitti.

 

Esasında sadece Rusya’nın değil, İran’ın da ordusunun ve kötü şöhretli istihbarat aygıtının hassas birimleri üstündeki nüfuzunu sınırlı tutmak için elinden geleni yaptı. 2021 yılını ordunun İran veya Rus yanlısı bir darbeye kalkışma yeteneğini azaltmak adına en üst düzey makamlarda sessiz tayinler yapmakla değerlendirdi.  

Sözgelimi İran’ın milisleriyle muhatap olan esas organ askerî istihbarattı ve onun reisinin İran’la fazla temasta kalmasının mahzurlu olduğunu düşünerek o makamda uzun süreli kimseyi tutmamaya özen gösterdi ve Tahran’la sadakat ilişkisine girmelerine mani olmaya çalıştı. Hava kuvvetleri istihbaratını ise bu milislerden tamamen uzakta tutmaya özel bir ehemmiyet verdi.

Bu askerî istihbarat ve hava kuvvetleri istihbaratının kati surette Alevîler elinde kalması manasına gelmekteydi. İçişlerine bağlı diğer istihbarat birimlerinin Sünnîlerin komutasında olmasından ciddi bir rahatsızlık duymayabildi böylece. Yine de tüm bu birimlerde yolsuzluğa karşı savaş açmasının hususî bir manası vardı; gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış rejimde bir temiz eller titizliği olmaktan ziyade, yetkililerin İran ve Rusya’nın paralarına alışmaması ve sızmaların sınırlı kalması için bir tedbirdi bu sadece.

Yıpranmış ve kirlenmiş bir milis örgütlenmesinden ibaret kalmış paçoz ordusunun takati açıkçası sadece Esed’e geçecek güçte. Dostları (işgalcileri) kendi dertleriyle meşgulken şimdilik öyle bir tehlike varit değil fakat burası Orta Doğu’nun bile en kaypak zemini, her an her şey olabilir. Şimdi Erdoğan’la el sıkışmaya hazırlanırken kafasında deli sorular döndüğünden emin olabilirsiniz. Türkiye’yi yenmiş olmak bile onu Şam’daki tahtında huzura erdirmeyecek anlaşılan.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.