Gazze’nin Enerjisi Yanlış Yerlere Harcanmamalı
George Orwell’in 1984 adlı muhteşem bir eseri vardır. Bir kara ütopyadır bu. İnsanların köleleştirildiği korkunç bir totaliter diktatörlükten söz eder. Halk rejimden nefret eder ama bunu dile getiremez. Sistemin sahipleri de sevilmediklerinin farkındadır.
O sistemde bir de rejim düşmanı kaçak muhalif bir lider vardır. Adı Goldstein’dir. Her an sisteme karşı mücadelededir. Devleti yönetenler sürekli olarak onu kötüleyip suçlarlar. Hatta ona nefret kusmak için kamusal törenler bile düzenlenir.
Böyle bir düzende insan kalmaya çalışan kahramanımız Mr. Winston da sistemden içte içe nefret etmektedir. Ama bir gün muhalif olduğu anlaşılır ve tutuklanır. Öldürüleceğini anlayınca artık açık konuşur. Goldstein’e sempatisini açıklar ve kendisine işkence yapan görevliye inadına bir rahatlıkla “Siz onun kitabını okudunuz mu?” diye sorar. Aldığı cevap şoke edicidir: “O kitabı yazan benim” der karşısındaki görevli, “en azından bir kısmını.”
Sevilmediklerini bilen düzenin sahipleri sahte bir muhalif oluşturmuş ve böylece rejime yönelecek tehdidi kontrol altına almıştır.
Yanlış yollara karşı uyanık olmak ve uyarmak
İsrail’in Gazze’ye saldırısı sonrası sosyal medyada, gerçek veya sahte, bazı Amerikalıların “Bin Ladin’in Amerika’ya mektubunu okudum, çok etkilendim, hayran kaldım, aydınlandım” türü videolar ön plana çıkmaya başladı. Soykırımın hamisi ve suç ortağı olması dolayısıyla ABD’ye duyulan büyük öfkeye bir tür “adres gösterme” anlamına geldiği şeklinde değerlendirilen başka yayınlar da var.
İsrail’in Gazze’de sergilediği vahşet dünya çapında vicdanları kanattı. Gazze’de insanlığın dehşet içinde izlemek durumunda bırakıldığı zalimlik ve onun ürünü olan devasa acı, aynı zamanda büyük bir enerji de ortaya çıkardı. Her coğrafyadan insanı ürperten, içinde azıcık adalet duygusu taşıyan herkesi isyan ettiren bir zalimliğin sergilenmesinden doğan büyük bir enerji bu. Bu devasa enerjinin İsrail, ABD ve İngiltere gibi devletlere yönelik çok boyutlu yansımaları olacağını tahmin etmek güç değil. Çünkü çocuklarını ABD destekli İsrail bombardımanlarında kaybeden ve onlardan kalanı elleriyle toplayan bir anneden veya babalardan intihar bombacılarının çıkabileceğini ve onların dünyanın her yerine bu devletleri hedef alabileceklerini öngörmek de mümkün.
Potansiyel ölüler üreten bir şiddet
Yeni bir durum da değil bu. Sömürge ve işgallerin geçmişte ve günümüzde böyle trajik sonuçları oluyor.
Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı ünlü Giriş yazısında Jean Paul Sartre, kadınları ve çocukları katleden sömürge ordusunun ürettiği acıların ürünü olan bir insandan söz eder. Adeta yaşayan ölü olan, “kendisini potansiyel ölü olarak” gören bir “yeni insan”dır o. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan insan. Yorgun ve zayıf düşmüştür ama o bu durum ondaki inanılmaz gücün de kaynağıdır. Düşünür, o insanın durumunu şöyle anlatır:
“Öldürülecektir; sadece öldürülme riskini kabul ediyor değildir, öleceğinden emindir. Bu potansiyel ölü, karısını ve oğullarını kaybetmiştir. O kadar çok can çekişen insan görmüştür ki, hayatta kalmaktansa zaferi tercih eder. Zaferden kendisi değil başkaları yararlanacaktır; kendisi çok yorulmuştur. Ama bu yürek yorgunluğu, inanılmaz cesaretinin kaynağıdır.”
Böyle insanlardan ve onların bir araya gelerek kuracakları şiddet organizasyonundan gerçekten korkmak gerekir. Ancak buna rağmen söz konusu devletler, İslam coğrafyasında döktükleri kan nedeniyle dünyanın her yanında kendilerine saldırabilecek olan bu kişilerden veya onların içinde yer alabilecekleri silahlı muhalif grupların tehditlerinden hiç çekinmiyor gibiler. Oysa işledikleri suçun ne kadar çok can yaktığını, yuva dağıttığını ve geriye acılı aile fertleri bıraktığını göz önüne alacak olursak, bu insanların dünyanın her yanında kendilerine karşı saldırılar yapılabileceğinden korkmaları beklenirdi.
Ama pek öyle bir görüntüleri yok.
Önlemlerini iyi aldıkları ve oradan anlamlı bir tehdit beklemedikleri için olabilir tabii. Sömürgeciliğin başlangıcından beri gelen bir tecrübe de var sonuçta. Canını yaktıkları, bombardımanla evlerini yakıp yıktıkları ve çocuklarını koparıp aldıkları insanların eğer hayatta kalmayı başarırlarsa kendilerine nasıl tepki vereceğini hesap etmiş olabileceklerini düşünmek makul olur. İşte bu noktada ne tür önlemler almış olabilecekleri sorusu önem kazanıyor.
Yalnız kurtları kafeslere koymak
İslam coğrafyasında yaygın olarak paylaşılan başka bir kanaat veya başka bir açıklama daha var. Bu açıklama, söz konusu devletlerle IŞİD ve Boko Haram gibi örgütler arasında karanlık bazı ilişkilere işaret ediyor.
Bu yaklaşımı dile getirenlere göre, ABD ve diğerleri, kendilerine karşı dünyanın her yerinde her an zarar verebilecek yalnız kurtlar veya küçük radikal örgütlerden kurtulmak için bireysel tepkileri bünyesinde toplayacak örgütleri kendi eliyle kuruyor. Böylece, sadece kendisine yönelecek şiddeti bertaraf etmekle kalmıyor, bir de kendi emrinde kullanıyor.
Söz konusu devletler, tıpkı kişinin gücünü usta manevralarla kendisine karşı kullanmaya dayalı bazı Uzakdoğu dövüş sporlarında olduğu gibi, Müslüman toplumlara uyguladıkları şiddetin ürünü olarak ortaya çıkan devasa enerjiyi bu örgütler sayesinde yine o toplumlara karşı kullanıyorlar. Bu örgütler esas olarak Müslümanlara ya da bölgenin barışı için çaba sarf eden güçlere ve Müslümanlarla yan yana yaşayan farklı inançlardan insanlara (Budistler, Ezidiler…) saldırıyor; özellikle farklı inanç grupları arasında dinler ve medeniyetler çatışması çıkaracak şekilde hizmet ediyor. Acıyı mıknatıs gibi kendisinde toplayan bu sahte muhalifler veya güdümlü örgütler, o acıları ortaya çıkaranların elinde operasyonel bir güç olarak, onların kurduğu düzenin devamına hizmet ediyor.
Komplo olsun olmasın çıkmaz sokak
Nicos Poulantzas’a göre modern devletin fonksiyonları arasında, “baskı altındakileri bölmek ve toplumu düzenin devamını sağlayacak şekilde yeniden gruplandırmak” da vardır. Acaba bu işlevin bir benzeri küresel düzende de ifa ediliyor olabilir mi?
Orta Doğu ve İslam coğrafyasında bu tezin yaygın biçimde paylaşılması, “bu coğrafyada komplo teorilerine duyulan ilgi”den çok, söz konusu devletlerin temiz olmayan sicillerinden, sivil ve asker bürokratların, istihbaratçıların ve siyasi gözlemcilerin o yöndeki tespitlerinden, Suriye örneğinde bu örgütlerle onlarla savaşıyor görünen devletler arasında gözlemlenen tuhaf ilişkilerden ve söz konusu örgütlerin faaliyetlerinin günün sonunda kime hizmet ettiğine dair analizlerden geliyor.
Bu analizler doğru mu yanlış mı? ABD yapmaz, o bir hukuk devletidir, ona yakışmaz diyen var mıdır? Elbette coğrafyamızdaki tüm kötülükleri Amerika’ya bağlama kolaycılığına düşmemek gerek; tabii Amerika’nın günahlarını unutmadan. Son tahlilde bu coğrafyada bu örgütlere uygun zihniyet ve insanlar da yok değil.
Ama ister ABD ve diğerleri kurmuş olsun isterse de başka şekilde ortaya çıkmış olsun, sonuçta bu tür örgütler, somut pratikte, türedi biçimde ortaya çıkıp, bir şekilde en gelişmiş Amerikan silahlarını “ele geçirip” onu kendi coğrafyalarının gücünü tüketecek şekilde kullanıyorlar. İnsan haklarını, adaleti ve bölgenin barışını büyük güçlerin tam da işine yarayacak şekilde hedef alıyorlar; önemli olan bu. Her durumda bu örgütlerin bir tuzak olduğunu tespit edebiliriz. Ve ABD’nin temsil ettiği küresel adaletsizlikle mücadele etmek için en yanlış adresin bu tür örgütler olduğunu da her durumda gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Potansiyel enerjiyi doğru yönde harekete geçirmek
Ancak mesele sadece İslami kavramları kullanıp yaşadığımız coğrafyanın gücünü tüketen bu türedi örgütlere karşı uyanık olmaktan, IŞİD, El Kaide ve Boko Haram tuzaklarına düşmemekten ibaret değil.
Gazze üzerinden ortaya çıkan devasa enerjiyi doğru yöne kanalize edebilmek ve Filistin konusunda alınması gereken sağlıklı tutumu tespit edebilmek için yapılması gereken sadece bu tür örgütlerin tuzağına düşmemek değil.
Soykırımın acılarından ve küresel düzeyde vicdan sahibi insanların incinen adalet duygusundan doğan bu enerjinin milliyetçilik, ırkçılık, Yahudi düşmanlığı ya da başka türden bir ayrımcılıkla bozulmasına karşı da uyanık olmak gerek. 17 binden fazla çocuğun masum canı pahasına ortaya çıkan bu enerjinin herhangi bir adaletsizlikle kirlenmesine izin vermeden hem Filistin’in özgürleşmesi hem de küresel bir adalet mücadelesi adına gelişmesi için gayret sarf etmek lazım.
İşgalin sona erdirilmesini, Filistin’in kurtuluşunu, bağımsız ve özgür bir ülke olarak yeniden inşa edilmesini daha insani bir dünya için verilecek mücadelenin somutlaşmış bir mücadele alanı olarak tahayyül etmek gerek.
Bu devasa potansiyelin, adalet çizgisinden ayrılmadan gelişerek yoluna devam etmesini sağlamak için somut olarak hangi adımlar atılmalı? Neler yapmalı ve neler yapmamalı? Hangi tür faaliyetleri kimlerle nasıl yapmalı? Bunları da ayrı bir başlık altında ele alıp tartışmaya ihtiyacımız var.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.