İsrail Savaş Sırasında Uluslararası Hukuktaki “Orantılılık İlkesine” Uyuyor Mu?
İnsanlığın ilk çağlarında yaşanan savaşlar oldukça sınırlıydı ve o dönemdeki çatışmalar günümüze göre oldukça dar kapsamlıydı. İlk zamanlarda insanlar, birbirleriyle ilkel silahlar olan kılıç veya mızrak kullanarak yüz yüze savaşırdı.
Günümüzde ise savaşlar ayrım gözetmeksizin yapılan saldırılarla kapsamlı, yıkıcı, insanların yanı sıra bir taşı ve bir ağacı bile yok etmeden bırakmayan, doğaya zarar veren ve nesiller boyu yaşam döngüsünü bozan bir savaştır.
Bu nedenle savaşı düzenleyecek ve onu mümkün olduğunca ahlaki değerler ve gelenekler tarafından kabul edilen daha yüksek ilkelere bağlayacak kurallara ihtiyaç doğdu. Bu ilkelerden en öne çıkanı, “saldırı eylemi ile meşru müdafaa” arasındaki “orantılılık” ilkesidir.
Peki, orantılılık ilkesi nedir? İsrail, Filistin halkına karşı devam eden savaşta bu ilkeye uyuyor mu? Filistin direnişinin gerçekleştirdiği eylemler, İsrail’e uluslararası hukukta kabul edilen meşru müdafaa statüsünü veren saldırıyla eşdeğer midir?
Bu soruların yanıtları, söz konusu tablonun çok önemli bir yönünü açıklıyor.
BM ve "orantılılık ilkesi"
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) kurulmadan önce, çatışmaları düzenleyen hukuk savaş hukukuydu. Ancak BM’nin kuruluşundan sonra tüzüğünde savaşın düzenlenmesine ilişkin maddeler yer aldı.
BM Antlaşması, meşru müdafaa ve saldırıya tepki durumu dışında savaşa izin vermiyordu. Uluslararası hukuk, uluslararası insancıl hukuk ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü gibi uluslararası yasaların yanı sıra insan hakları sözleşmeleri ve hatta Uluslararası Adalet Divanı ve özel savaş suçları mahkemeleri gibi uluslararası yargı platformları, meşru ve gayri meşru savaş eylemlerini birbirinden ayıran bu ilkeyi benimsedi. Savaş tehlikesinin savaşa katılmayan sivilleri etkilememesi gerektiği için bu şüphesiz ki adaleti sağlayan bir ilke olarak görüldü.
Savaşın verdiği zararın, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savaş suçu olarak değerlendirdiği, doğayı katletme ve nesiller boyu yaşam döngüsünü bozmaya kadar varmaması gerekiyor.
Orantılılık ilkesini tanımlamak zor olmayabilir. Ancak burada zor olan kapsamı, sınırları ve gerçekte uygulanmasıyla ilgilidir ve anahtar nokta da budur. Bunun nedenleri arasında modern çağda insanlığın başına bela olan silahlanma yarışı ve büyük ülkelerin ilk fırsatta askeri cephaneliklerini test etme istekleri yatmaktadır. Bu bağlamda caydırıcılık ilkesi, konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan silahlar, nükleer ve kimyasal silahlar, aptal ve akıllı füzeler arasında, insan hayatını kurtarmayan çılgın bir yarışa dönüştü!
Bu çerçevede uluslararası kararlar, orantılılık ilkesine iki sınırlama getirmektedir: Bunlardan ilki, saldırıya verilen tepkilerin saldırı eylemiyle orantılı olmasıdır. Buna göre saldırıları püskürtme ve durdurmaya yetecek ölçü dışında silahlı kuvvet kullanılması uygun değildir. İkinci sınırlama ise, gerekli askeri hedefler ile sivil zararlar arasındaki denge olmasıdır. Bu iki sınırlandırma noktası günümüzdeki durumla kıyaslayınca kasvetli bir tablo çiziyor.
İsrail’in hastane saldırıları
Ehli Baptist Hastanesi’ni vurup 500’e yakın insanı öldüren ya da Gazze’deki Şifa Hastanesi’ni meşru müdafaa bahanesiyle hedef alan ve iki hastanede olduğu iddia edilen Hamas tünellerini ya da savaş yönetim odalarını yıkan İsrail’i kınayabilen oldu mu?
Bilakis İsrail kurulduğu günden bu yana, siyasi ve medya mekanizmaları ile Batılı baskı araçlarıyla, gerçekleri çarpıtmayı, zayıf ve kırılmış görünmeyi, “terör uygulayan kötü Arap ve İslam ortamında” hayatta kalmak için tüm cephelerde savaşmayı başardı! Bu bakış açısına göre İsrail’e karşı meşru direniş eylemleri terör eylemi olarak nitelendiriliyor!
İsrail’in kanlı tarihinde yürüttüğü savaşlarda üç durum öne çıkıyor:
Bunlardan ilki, herhangi bir askeri işgalin direnişle karşılanmasıdır. Bu, uluslararası normlarla çelişmeyen, aksine uluslararası olarak tanınan bir eylemdir ve Filistin direnişinin de her direniş gibi kendi topraklarını savunma hakkı vardır. Aynı zamanda ABD’nin 18. yüzyılda İngiltere’ye karşı yaptığı, Latin Amerika ülkelerinin 19. yüzyılın başında yürüttüğü ve Arap ülkelerinin 20. yüzyıldaki savaşları gibi, tüm halklar sömürgecilik karşısında bağımsızlıklarını kazanmak için ulusal kurtuluş savaşlarına katılma hakkına sahiptir. Kurtuluş güçlerinin gerçekleştirdiği eylemler terör olarak nitelendirilmedi, bilakis tarihsel olarak takdir edildi ve bu güçlerin liderleri daha sonra özgürleştirdikleri ülkelerin yöneticileri haline geldi.
İkinci durum ise şu ki, direniş güçlerinin kurtuluş adına gerçekleştirdiği herhangi bir eylem, sömürgeci işgalciye “uluslararası hukukta tanınan meşru müdafaa hakkını” vermiyor. Tam tersine, işgal anından itibaren sürekli devam eden bir saldırganlık olarak nitelendiriliyor. Direniş güçleri ise olayı başlatmış olsa bile, yaptıkları eylemler meşru müdafaa ve sürekli bir özgürleşme çabası kategorisine giriyor ve hiçbir zaman saldırı eylemleri olarak tanımlanmıyor.
Üçüncü duruma göre de İsrail, Aksa Tufanı Operasyonu’ndan sonra başlattığı savaş başta olmak üzere yürüttüğü hiçbir savaşta orantılılık ilkesine uymadı. İsrail, Filistin direnişinin elindeki 200’den fazla rehineyi kurtarmak için bugüne kadar 50 bine yakın insanı öldürdü. Gazze’deki evlerin yaklaşık yüzde 70’ini yıktı ve Filistinlilerin üzerine nükleer bombaların yıkıcı gücüne eşdeğer füzeler fırlattı.
Savaş içerdiği yıkıma, çatışmaya ve taşıdığı tehlikeye rağmen, “düzeltilebilecek” bir insan eylemi olmaya devam ediyor.
Kuşkusuz gerçek şu ki, savaş hareketi yalnızca toplumların inandığı ve bireylerin eğitimini aldığı ahlaki çerçeveler tarafından kontrol edilir.
Raşid Halifeler’in (Dört Halife), ordu komutanlarına tavsiye ettiği, “Hainlik yapmayın. Sadakatsizlik yapmayın. Çocuk, kadın ve yaşlı öldürmeyin. Hurma ağaçlarını ve meyve veren ağaçları kesmeyin. Bir koyunu, ineği veya deveyi yemek dışında kesmeyin ve bir din adamını ibadethanesinde öldürmeyin” şeklindeki emirlerinin farkı işte buradadır.
Direniş güçleri, şu ana kadar mücadelelerini askeri alanla sınırlandırarak, bu tavsiyeleri sürdürdü.
Öte yandan, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Gazze’deki savaşında “Yeşaya’nın kehanetinden” ilham alarak, “Biz ışığın çocuklarıyız, onlar ise karanlığın çocuklarıdır ve ışık karanlığa galip gelecektir” dedi. Bu, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın deyimiyle “insansı hayvanlar” ve “karanlık güçler” olarak görülen Filistinlileri yok etme vaadidir.
İsrailliler de İsrail’in hedefi oldu
İsrail’in saldırganlığı, Filistinlilere yönelik saldırıyla sınırlı kalmadı. Filistinli güçlerin elindeki rehineleri saldırıları sırasında öldüren İsrail, “Ölü bir askerin, rehin alınan bir askerden daha iyi olduğu” fikrine dayanan “Hannibal Protokolü” ile kendi vatandaşlarını da görmezden geldi. Bu da İsrail’in insan hayatına hiç önem vermediğini gösteriyor.
Orantılılık ilkesi, uluslararası hukukta tek başına saldırganı caydırmak için yeterli değildir. Bu nedenle insanları ve yaşamı koruyan, büyük güçlerin dengelerine bağlı olmayan daha adil bir uluslararası mekanizma olması gerekiyor.
Savaş makinesinin ahlaki kontroller olmadan işlemesine izin vermek insanlığa felaketler getireceği gibi dünyayı güvenlik nimetinden mahrum eder ve “sebepsiz saldırı ile kontrolsüz saldırı” arasında bırakır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.