İsrail'i Cezalandır(a)mayan Uluslararası Hukukun Sefaleti
Mevcut uluslararası sistemin hukuki kaynakları; Birleşmiş Milletler ve bağlı kurumların kurucu anlaşmaları, uluslararası örgütlerin rızaya dayalı anlaşmaları, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin sözleşmeleri ile devletler arasındaki anlaşmalar olarak kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi belirli bir coğrafyayı kapsayan ve üye devletlerin de rızasıyla hayata geçirilen siyasi, iktisadi ve içtimai müktesebat da uluslararası hukukun unsurlarından sayılmaktadır.
Birleşmiş Milletler hiyerarşisi içindeki en üst yapı ise, beş daimi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) ve coğrafi dağılıma göre Genel Kurul tarafından iki yılda bir seçilen on geçici olmak üzere on beş üyeden oluşan Güvenlik Konseyi’dir.
Dolayısıyla uluslararası hukuk silsilesinden bahsettiğimiz zaman öncelikle BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararlar ve akabinde Uluslararası Adalet Divanı ile Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kabul edilen sözleşmeleriyle mahkemelerin verdiği hükümlere bakmamız icap etmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan taraf olan ABD ve müttefikleri tarafından 1945 yılında temelleri atılan bu sistem, iki kutuplu dönemde iki süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği’nin, 1990’dan sonraki tek kutuplu süreçte de ABD’nin bazı istisnai istismarlarına rağmen genel olarak iyi işlemiştir.
Şimdiye kadar bu genel kabulün tek istisnası ise, İsrail’in 1948’den itibaren Filistin topraklarını işgal etmesi ve her türlü menedici karara rağmen bu işgali bugüne kadar sürdürebilmesi olmuştur. Bu anomali, her türlü platformda eleştirilere yol açmış olmakla birlikte, Güvenlik Konseyi’nin veto gücüne sahip beş üyesinden biri olan ABD’nin aşkın İsrail desteği nedeniyle bir türlü düzeltilememiştir.
Ancak 7 Ekim 2023 tarihinden sonra yaşananlar artık İsrail’in yaptıklarının bir sistem anomalisinin ötesine geçerek, ABD’nin de koşulsuz desteğiyle, bilerek ve isteyerek en büyük insanlık suçu olan soykırım suçunu işlediği bir felakete dönüşmüştür.
Bu çalışmada, İsrail’in 7 Ekim öncesi işlediği suçlar ve uymadığı uluslararası hukuk müeyyideleri hariç tutularak, sırf 7 Ekim sonrasında hangi uluslararası hukuk merciinin karar ve hükümlerine uymadığı/uydurulamadığı üzerine odaklanıp, tüm bu uluslararası hukuk silsilesinin İsrail’i cezalandıramayarak gösterdiği sefalet gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
Birleşmiş Milletler’in acziyeti
Aslında Birleşmiş Milletler 7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşananların önlenmesi için tüm organizasyonunu devreye sokmuştur. Gerek şahsen Genel Sekreter gerekse de Genel Kurul Gazze’deki insan hakları ihlallerinin önlenmesi ve İsrail’in katliamlarının durdurulması için yoğun çaba sarf etmiştir.
Bu kapsamda Genel Kurul tarafından 27 Ekim, 15 Kasım ve 12 Aralık tarihlerinde kabul edilen kararlarda, Gazze’de ateşkes sağlanması, rehinelerin serbest bırakılması ve bölgeye insani yardımların kesintisiz olarak ulaştırılması talep edilmiştir.
Ancak Genel Kurul kararlarının bağlayıcılığı olmadığından, bu kararlar kâğıt üzerinde kalmış ve hayata geçirilememiştir.
Güvenlik Konseyi de bu sürece ilgisiz kalmamış ve 7 Ekim’den yıl sonuna kadar konuyla ilgili olarak yaptığı 15 toplantıda aralarında; ateşkes, insani yardım, rehinelerin serbest bırakılması gibi maddeleri içeren 7 tasarıyı görüşmüştür. Güvenlik Konseyi’nin yapısındaki çarpıklık sonucu bu tasarıların çoğu ABD tarafından veto edilirken, 15 Kasım (2712 sayılı karar) ve 22 Aralık (2720 sayılı karar) tarihlerindeki; insani yardımların kesintisiz ulaştırılması ve rehinlerin serbest bırakılmasını öngören tasarılar kabul edilmiştir.
Hatta 15 Kasım tarihli ve 2712 sayılı kararın bir sonucu olarak İsrail ile Hamas arasında 24 Kasım’dan 1 Aralık’a kadar sürecek, “insani ara” ismi verilen geçici bir ateşkes anlaşmasına varılmış ve bu süre içerisinde rehine takası da yapılmıştır.
Fakat ateşkesin sonlanmasını müteakip İsrail’in saldırılarını arttırmasıyla Gazze’deki koşulların daha fazla sürdürülemez şekilde kötüleşmesi üzerine, Genel Sekreter Antonio Guterres BM Şartının 99. Maddesi gereğince, 6 Aralık’ta Güvenlik Konseyi’ne bir mektup yazarak, Gazze’de derhal bir ateşkese hükmedilmesini talep etmiştir.
Bu çağrıya istinaden Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Birleşik Arap Emirlikleri Gazze’de ateşkes yapılmasını içeren bir tasarı hazırlayarak, konseyin dikkatine sunmuş ancak yine ABD’nin vetosu nedeniyle karar alınamamıştır.
Aradan geçen süre içerisinde; Gazze’deki kayıpların çok yüksek boyutlara ulaşması, Netanyahu ile Biden arasında görüş ayrılıklarının ortaya çıkması ve ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerde İsrail aleyhindeki protestolarının artması üzerine ABD, Güvenlik Konseyi’ndeki tutumunu yumuşatmış ve 25 Mart tarihinde kabul edilen 2728 sayılı karar oylamasında çekimser kalarak veto hakkını kullanmamıştır.
Ramazan ayı boyunca ateşkes yapılmasını, rehinelerin koşulsuz olarak derhal serbest bırakılmasını, insani yardımların geçişine izin verilmesini ve ihtiyaç duyulan tıbbi yardım ve diğer insani ihtiyaçların karşılanmasını öngören 2728 sayılı karar, maalesef İsrail’e herhangi bir yaptırım öngörmediği için uygulanamamıştır.
ABD bu kararı veto etmeyerek zımni olarak destek vermiş olsa da hemen sonrasında yapılan açıklamalarda kararın bağlayıcı olmadığının belirtilmesi üzerine kararın hiçbir hükmü kalmamıştır.
İsrail’in Güvenlik Konseyi marifetiyle durdurulamayacağının anlaşılması üzerine, 10 Mayıs 2024 tarihinde Genel Kurul’a Filistin’in BM’ye daimi üyeliğini destekleyen bir tasarı sunulmuştur. Güvenlik Konseyi’ne de Filistin’in daimi üye olmasını onaylamasının tavsiye edildiği tasarı 143 ülkenin oyuyla kabul edilmiştir.
Ancak Genel Kurul kararları tavsiye niteliğinde olduğundan ve ABD yönetiminin de Filistin’in BM’ye tam üyeliğini içeren herhangi bir kararı onaylaması beklenmediğinden, bu kararın da tozlu raflardaki yerini alacağı değerlendirilmektedir. Fakat 143 ülkenin Filistin’in tam üyeliğini desteklemiş olması ve sadece 9 ülkenin hayır oyu vermesi, İsrail ve ABD’nin uluslararası arenada iyice yalnızlaştığını göstermesi bakımından ziyadesiyle manidar bulunmuştur.
Mevcut küresel sistemin merkezinde yer alan ve aldığı kararlar ve yerleşik müktesebatı ile uluslararası hukukun nüvesini oluşturan Birleşmiş Milletler’in söz konusu İsrail olduğunda gösterdiği acziyet maalesef içler acısıdır.
Uluslararası Adalet Divanı’nın ikilemi
İsrail’in sözde Hamas’ı ortadan kaldırmak maksadıyla başlattığı Gazze’ye yönelik saldırılarda, aralarında ev, okul, hastane, cami ve kilise gibi dokunulması yasak olan binalar bile hedef alınmış ve nerdeyse tüm üst yapı yıkılmıştır. 2023 yılı sonuna kadar yapılan saldırılarda İsrail, çoğunluğu kadın ve çocuk olan 22 bin sivili, tüm dünyanın gözleri önünde katletmiştir.
Bunun üzerine, geçmişindeki apartheid rejim tecrübesi nedeniyle insan hakları hususunda çok duyarlı olan Güney Afrika Cumhuriyeti, 29 Aralık 2023 tarihinde Uluslararası Adalet Divanı’na başvurarak, 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” gereğince İsrail’in yargılanmasını ve cezalandırılmasını talep etmiştir.
Davanın ilk duruşması 11-12 Ocak 2024 tarihlerinde yapılmış olup, mahkeme ara kararını 26 Ocak 2024’te açıklamıştır. Mahkeme Güney Afrika’nın iddialarını haklı bularak davayı kabul etmiş ve İsrail’in soykırım suçuyla yargılanmasına hükmetmiştir.
Ancak mahkeme aynı tarihte açıkladığı ihtiyati tedbir kararında; İsrail’in soykırım uygulamalarını durdurmasını, sorumlular hakkında takibat yapmasını ve 1 ay içerisinde de mahkemeye bir rapor sunmasını isterken, Gazze’deki katliamın durmasını sağlayacak bir ateşkese hükmetmemiştir.
İsrail tarihinde ilk kez böyle bir muameleyle karşılaşmış olsa da mahkemenin taleplerinin hiçbirisini yerine getirmemiştir. Aksine hakkındaki suçlamalar daha fazla artıp, nihai hedeflerine ulaşmalarına mani olmadan önce Gazze’yi mümkün olduğunca insansızlaştırmak için saldırılarını yoğunlaştırmıştır.
Güney Afrika ise İsrail’in saldırgan tutumunu yakından takip ederek, bölgede yaşananların telafisi mümkün olmayan hasarlara yol açmasını önlemek üzere dört kez mahkemeye başvurarak, İsrail’in işlediği soykırım suçlarının önlenmesi için ilave tedbirlere başvurulmasını talep etmiştir.
Mahkeme önceki üç başvuruya olumsuz cevap verirken, en son 10 Mayıs 2024 tarihinde yapılan başvuru için 16-17 Mayıs 2024 tarihlerinde duruşma yapılmasına karar vermiştir.
Mahkemenin Güney Afrika’nın soykırım suçlamasını kabul edip İsrail’i yargılamaya başlamasına rağmen, Gazze’deki katliamı durdurmak için neden hala ateşkes kararı vermediği anlaşılamamaktadır. Mahkemenin bu konudaki ikircikli tavrı İsrail’i cesaretlendirmekte, davaya müdahil olmak isteyen ülkeleri ise caydırmaktadır. Zira İsrail tüm dünyanın gözü önünde soykırım uygularken, herhangi bir yaptırıma maruz kalmaması insanlardaki uluslararası hukuka olan güveni sarsmaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin çifte standardı
İsrail, görevi insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve soykırım suçlarını soruşturmak ve yargılamak olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanıyan Roma Statüsüne taraf bir ülke değildir. Ancak Filistin, 2012 yılında BM’ye gözlemci üye olduktan sonra Roma Statüsüne de taraf olmuş ve mahkeme de 5 Şubat 2021 tarihinde aldığı bir kararla işgal altındaki Filistin topraklarında yargı yetkisi olduğuna hükmetmiştir.
Dolayısıyla her ne kadar İsrail reddetse de mahkeme Filistin’in başvurularına istinaden İsrail aleyhinde soykırım suçu, savaş suçu ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle kovuşturmalara başlamıştır.
7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşananlar nedeniyle İsrail aleyhinde yeni başvurular da yapılmış olup, mahkeme başsavcısı Karim A. A. Khan olayları yerinde görmek maksadıyla Tel Aviv ve Ramallah’ı ziyaret ederek kurban yakınlarıyla görüşmüştür. Ancak aradan geçen süre zarfında mahkemenin Gazze’de işlenen suçların sorumlusu olan Başbakan Netanyahu, savunma bakanı Gallant ve genelkurmay başkanı Halevi hakkında herhangi bir işlem yapmaması tartışmalara sebep olmuştur.
Oysa mahkeme, Rusya’nın 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’ya saldırması sonrası hızlı bir şekilde aksiyon almış ve ABD’nin mahkemeye sunduğu gerçekliği teyit edilmemiş belgelerle 17 Mart 2023 tarihinde, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ve Rusya Çocuk Hakları Komiseri Maria Lvova-Belova hakkında, “Ukraynalı çocukların işgal altındaki Ukrayna topraklarından Rusya’ya sınır dışı edilmeleri ve nakledilmeleri” gerekçesiyle tutuklama kararı çıkartmıştır.
Mahkemenin Rusya’ya karşı bu kadar çabuk reaksiyon göstermesine rağmen, İsrail’e karşı tuhaf bir şekilde hareketsiz kalması, haklı olarak mahkemeye yönelik “çifte standart” eleştirilerine yol açmıştır.
Mayıs ayının ilk haftasında medyaya sızan bilgilere göre mahkeme, Netanyahu, Gallant ve Halevi hakkında yakalama kararı çıkarılacağını İsrail hükümetine tebliğ etmiştir. Ancak İsrail hükümeti konuyu ABD’li muhataplarına ileterek, tutuklama kararlarının çıkarılmaması için mahkemeye baskı yapılmasını talep etmiştir.
Akabinde ise bazı ABD’li senatörlerin mahkemeye mektup yazarak, İsrail’e karşı herhangi bir girişimde bulunulması halinde mahkemeye yaptırım uygulanacağı şeklinde tehdit ettikleri ortaya çıkmıştır. Mahkeme ise sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklama ile bu tehditleri üstü örtülü de olsa ifşa etmiştir.
Büyük umutlarla kurulan mahkemenin geldiğimiz noktada mazlumlar için bir umut olmaktan ziyade, ABD ve İsrail’in suçlarını kamufle eden bir yapıya dönüşmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Mahkemenin saygınlığını yeniden kazanması için İsrail’i yargılamaya başlaması ve ilgililer hakkında tutuklama kararı vermesi elzemdir.
Sonuç olarak,
Uluslararası hukukun temel kaynakları olan; Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi söz konusu İsrail olduğunda tarafsızlıklarını ve bağımsızlıklarını kaybetmekte ve ortada bariz deliller olmasına rağmen İsrail aleyhinde karar tesis edememektedirler.
Görevi küresel barışı korumak olan Birleşmiş Milletler’de, asıl karar merci olan Güvenlik Konseyi’nin yapısındaki çarpıklık nedeniyle, İsrail’e karşı yaptırım içeren kararlar alınamamaktadır. Arkasına aldığı ABD’nin desteği sayesinde herhangi bir BM yaptırımına maruz kalmayan İsrail ise, uluslararası hukuku ihlal etmekte bir sakınca görmemekte ve bu sebeple kendini hukukun üzerinde konumlandırmaktadır.
Benzer şekilde Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin de ABD’nin telkin ve baskıları sebebiyle olsa da İsrail aleyhinde karar alamaması, uluslararası toplumun bu kurumlara olan güvenlerini zedelemektedir.
İsrail’in Gazze’de soykırım suçunu işlemiş olduğu somut delillerle sabit iken, hakkında bir türlü yaptırım kararı alınamazken, diğer ülkelerin kolaylıkla yaptırımlara ve müdahalelere maruz kalması, mevcut küresel sistemi çıkmaza sokmuştur.
Sistemdeki bu anomali giderilmezse uluslararası hukukun da bir anlamı kalmayacaktır. Dolayısıyla artık dünyanın bu konuda bir karar vermesi gerekmektedir. Ya hukukun üstünlüğü kabul edilecek ve her halükarda herkese eşit muamele yapılacak ya da güçlünün kendi hukukunu direttiği görece anarşik bir dünyaya mahkûm olacağız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.