Rezonans Kanunu ile Zengin Olabilir Miyiz?
Pierre Franckh’in Rezonans Kanunu isimli kitabı son günlerde epey gündemde. Kitapçılarda ve internet satış sitelerinde çok satanlar listesine giren Rezonans Kanunu, sosyal medyada da ses getirdi. Bazı sosyal medya ünlüleri bu kitabın hayatlarını değiştirdiğini, işlerinin arttığını ve etkisini gözlemlediğini iddia ettiler. Kitabın iddialarının bilimsel temele dayandığı vurgusu dikkat çekti. Peki Franckh’in iddiaları ne kadar bilimsel? Kitabın işlerini arttırdığını, hayatlarını değiştirdiğini iddia eden ünlüler haklı mı, yoksa bir sosyal medya reklam kampanyası ile mi karşı karşıyayız. Bu yazımızda bu soruları ele alacağız.
Önce Franckh’ın iddialarını ele almakla başlayalım. Pierre Franckh'ın “Rezonans Kanunu”, düşüncelerimizin, duygularımızın ve niyetlerimizin evrendeki benzer frekanslarla rezonansa giren titreşimsel bir frekansa sahip olduğu fikrine dayanır. Franckh, düşüncelerin sadece soyut kavramlar olmadığını, belirli bir titreşim frekansına sahip olduğunu ileri sürer. Olumlu ve odaklanmış düşünceler daha yüksek bir frekans yayarken, olumsuz veya dağınık düşünceler daha düşük bir frekans yayar.
Rezonans Yasasının temel ilkesi benzerin benzeri çekmesidir. Bu, düşüncelerinizin ve duygularınızın titreşim frekansının evrenden benzer frekansları çekeceği anlamına gelir. Örneğin, sürekli olarak olumlu düşünür ve hedeflerinize odaklanırsanız, bu düşüncelerle rezonansa giren olumlu deneyimleri ve fırsatları kendinize çekersiniz. Net bir niyet belirlediğinizde ve düşüncelerinizi ve duygularınızı buna odakladığınızda, titreşim frekansınızı bu niyetle hizalayarak hayatınızda tezahür etmesini sağlarız.
Franckh görüşlerini açıklarken çoğu zaman çeşitli bilimsel kavramlara atıf yapar. Franckh, kalbin en derin ve en özgün arzularımızın gerçek kaynağı olduğuna inanır. Kalp, duygularımızın merkezi olarak görülür. Burada metaforik bir kalpten değil, bildiğimiz fiziki kalpten söz ediyoruz. Franckh'a göre kalp, çevremizi etkileyebilecek güçlü bir elektromanyetik alan yayar. Bu kalbin enerjisinin evrenle rezonansa girerek benzer enerjileri çekebileceği ve arzularımızın tezahürünü kolaylaştırabileceği iddiasına destek olarak sunulur. Franckh çoğu kişisel gelişimci gibi kalbin elektrik akımının (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) 60 kat, manyetik alanının ise beyninkinden 5.000 kez daha kuvvetli olduğunu söyleyerek kalbin çevreyi etkilemedeki önemine dikkat çeker.
Tüm New Age eserleri gibi bu eser de kuantum fiziğine atıf yapıyor: “kuantum fiziğine göre, bir olayın gerçekleşme olasılığı geçmişten gelen teklif dalgasıyla gelecekten gelen uyumlu bir yankı dalgasının karşılaşmasıyla oluşur.”
Pozitif düşüncelerle DNA'yı harekete geçirme
Franckh düşüncelerimizin ve duygularımızın DNA'mızı etkileyebileceğine inanıyor. Olumlu düşünce ve duyguların DNA'mızda faydalı değişikliklere yol açabileceği, olumsuz düşünce ve duyguların ise olumsuz etkilere sahip olabileceği iddia edilmektedir.
Franckh, Rezonans Yasası'nı DNA hakkındaki görüşleriyle bütünleştirerek, düşüncelerimizin ve duygularımızın titreşim frekanslarının DNA'mızda kodlanmış frekanslarla rezonansa girdiğini öne sürer. Titreşimlerimizi pozitif frekanslarla hizalayarak, DNA'mızın tam potansiyelini harekete geçirebileceğimiz iddia edilmektedir.
Peki Franckh’ın iddiaları bilimsel olarak geçerli midir? Bu iddiaların doğru olduğu söylenebilir mi? Doktorasını kuantumla ilgili bir konuda yapan bir fizikçi olarak Franckh’ın iddialarının kuantum kuramı ya da herhangi bir geçerli fiziksel kuramla ilişkili olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu görüşümü temellendirmeye çalışayım.
Önce düşünce ve duyguların frekansı kavramları ile başlayalım. Frekans, tekrarlanan bir olayın bir saniyede gerçekleşme adedi olarak tanımlanabilir. Mesela, bir bebeğin kalbi saniyede iki kere çarptığından dolayı, kalp çarpma frekansı 2 Hz'dir (Hertz frekans birimidir). Şebekeden dağıtılan elektrik, saniyede 50 kere salınan alternatif akımdır; dolayısıyla frekansı 50 Hz'dir.
Peki düşünce ve duyguların frekansı var mıdır? Beyin, frekansları olan beyin dalgaları olarak ölçülebilen elektriksel aktivite üretir. Bunlar elektroensefalografi (EEG) ile tespit edilir. Derin uykuda bu dalgalar 0.5 Hz’e düşerken, üst düzey bilişsel işleme sırasında 100 Hz’a kadar yükselebilir. Bu frekanslar farklı bilinç durumlarına ve zihinsel faaliyetlere karşılık gelir, ancak belirli düşünceler veya duygularla doğrudan ilişkili değildir. Duygular karmaşıktır ve kalp atış hızı, hormonal değişiklikler ve sinirsel aktivite dahil olmak üzere çeşitli fizyolojik tepkiler içerir. Bu tepkiler ölçülebilir olsa da bilimsel bağlamda frekans değerleri ile tanımlanmazlar. Diğer bir deyişle kıskançlık ya da sevgi gibi duygulara belli bir frekans atfetmek mümkün değildir.
Rezonans nedir?
Peki rezonans nedir? Düşüncelerimiz olaylarla rezonansa girebilir mi? Rezonans, bir nesne veya sistem kendi doğal frekansıyla eşleşen titreşimlere veya dalgalara maruz kaldığında ortaya çıkan ve daha yoğun bir şekilde titreşmesine neden olan bir olgudur. Örneğin, bir şarkıcı bir şarap bardağının doğal frekansıyla eşleşen doğru notaya basarsa, bardak o kadar çok titreşebilir ki paramparça olabilir. Ya da bir gitar teline bastığınızda, belirli bir frekansta titreşir ve gitarın gövdesi bu frekansla rezonansa girerek sesi yükseltir.
Bilimde rezonans, belirli doğal frekanslara sahip fiziksel sistemler için geçerlidir. Rezonansın gerçekleşmesi için, bir müzik aleti gibi doğal frekansı olan bir sisteme ve bu frekansa uygun bir dış kuvvete ihtiyacınız vardır. Ancak duygularımız ve düşüncelerimiz rezonansa girecek uygun yapıda değildir. Çağdaş nörobilime göre düşünceler beyindeki elektriksel uyarılardır ve duygular beyin aktivitesini, hormonları ve fizyolojik reaksiyonları içeren karmaşık tepkilerdir. Ne duygular ne de düşünceler fiziksel bir nesne gibi sabit, belirli bir frekansa sahip değildirler. Bardak ve gitar gibi nesnelerin net, ölçülebilir doğal frekansları vardır. Düşünceler ve duygular, fiziksel nesnelerle eşleşebilen ve rezonansa girebilen ölçülebilir frekanslara sahip fiziksel varlıklar değildir. Dolayısı ile düşüncelerin ve duyguların olay ya da nesnelerle rezonansa girmesi mümkün değildir.
İyi ama kalbimiz bunu sağlıyor olamaz mı? Kalp elektromanyetik bir alana sahip olsa da, Franckh'ın tarif ettiği şekilde dış olayları veya enerjileri çekebileceğine dair bilimsel bir kanıt yoktur. Kalbin beyinden daha çok manyetik ya da elektrik alan üretmesi bu anlamda önemli bir bilgi değildir. Kalp ölçülebilir bir manyetik alan üretse de bunun olayları ve nesneleri etkilemesi mümkün değildir. Kalbin ürettiği manyetik alan 1 ila 100 pT aralığında değişir, en yüksek değerde iken bile dünyanın manyetik alanı kalbin manyetik alanından 500.000 kere daha güçlüdür. Dolayısı ile sadece dünyanın manyetik etkisi göz önüne alındığında bile kalbin manyetik alanının hiçbir önemi yoktur. Üstelik zaten manyetik alanın duygulara göre olayları etkilemesi de mümkün değildir. Son olarak çağdaş sinirbilim, duyguların öncelikle beyinde, özellikle de amigdala, prefrontal korteks ve limbik sistemin diğer bölümleri gibi alanlarda işlendiğini ortaya koymuştur. Bu beyin bölgeleri duyguların üretilmesinden ve düzenlenmesinden sorumludur. Elbette kalp duyguların fizyolojik olarak deneyimlenmesinde önemli bir rol oynar. Kalp ve beyin, sinirsel, hormonal ve biyokimyasal yollardan oluşan karmaşık bir ağ aracılığıyla iletişim kurar. Ancak kalp Franckh’ın bahsettiği rolü oynamaz.
Kuantum kuramı durumu kurtaramaz mı? Franckh görüşlerini temellendirmek için aslında çok da popüler olmayan bir kuantum yorumu olan Transaksiyonel Yorumu tercih eder. John Cramer tarafından önerilen Kuantum Mekaniğinin Transaksiyonel Yorumu, kuantum olaylarını zamanda hem ileriye hem de geriye doğru hareket eden dalgalar arasındaki işlemler olarak tanımlamaktadır. Geleceğe bir talep (teklif dalgası) gönderdiğinizi ve potansiyel alıcıların (emiciler) buna geçmişe bir kabul (onay dalgası) göndererek yanıt verdiğini düşünün. Bu dalgalar buluşup anlaştığında, olayın sonucunu belirleyen bir işlem oluşturan bir “el sıkışma” meydana gelir. Bu süreç, bir gözlemciye ihtiyaç duymadan dalga fonksiyonunun çöküşünü açıklar ve zamana yayılan bağlantılara izin vererek kuantum fenomenlerinin yerel olmayan doğasını zarif bir şekilde ele alır. Evet kuantumun tüm yorumları olağanüstü ve etkileyici; tabi biraz da anlaşılmaz.
Transaksiyonel Yorum da dahil olmak üzere standart kuantum mekaniği, kuantum olaylarının sonuçlarını belirlemede insan düşüncelerine veya duygularına herhangi bir özel rol atfetmez. Teklif ve onay dalgaları arasındaki etkileşim tamamen fiziksel bir süreçtir. Duygularımız ve düşüncelerimiz davranışlarımızı, karar verme sürecimizi ve algılarımızı önemli ölçüde etkileyebilir elbette, ancak kuantum mekaniği çerçevesinde bunların kuantum düzeyinde fiziksel gerçekliği değiştirebileceği fikrini destekleyen hiçbir mekanizma yoktur.
Bilim ve Felsefe perspektifinden Franckh'ın iddialarının eleştirisi
Peki düşünce ve duygularımızın DNA’mızı değiştirdiği iddiasına ne demeli? Bu da bilimsel olarak doğru bir iddia değil. Epigenetik alanı diyet, stres ve toksinlere maruz kalma gibi çevresel faktörlerin gen ifadesini etkileyebileceğini (DNA diziliminin kendisini değiştirmeden genleri açıp kapatarak) ortaya koymuş olsa da yalnızca düşünce veya duyguların DNA dizilimlerimizi doğrudan değiştirebileceğine dair hiçbir bilimsel veri yoktur. DNA değişiklikleri bireysel zihinsel durumlardan etkilenmeyen karmaşık biyokimyasal süreçleri içerir. Bu nedenle, Franckh'ın kavramı çağdaş genetik ve epigenetiğin mevcut bilimsel verileri tarafından desteklenmemektedir.
Şimdiye kadar Franckh’ın iddialarını bilimsel yönden masaya yatırdık. Ancak iddiaları felsefe açısından da eleştirilebilir. Çekim yasası ya da rezonans kanunu gibi ilkeleri ciddiye alırsanız, Afrikalıların sömürüldükleri için değil, zengin olmayı isteyemedikleri için fakir olduklarını söylemeniz gerekir. Ya da soykırımların ve yüzlerce trajedinin, bunu yaşayanlar olumsuz düşündükleri için gerçekleştiğine inanmanız gerekir. Gazze’de yaşanan trajedi oradaki mağdurların duygu ve düşünceleri ile mi ilgili yani? Hasta mı oldunuz, kaza mı geçirdiniz, tek bir sebebi var, düşünceleriniz! Suçu gerçek nedenlerde aramak yerine, mağdurların düşüncelerinde aramanın üst seviyede bir saçmalık olduğu ve olayların yorumlanmasında ciddi bozukluğa sebep olduğu kanaatindeyim.
Peki rezonans kanunun çalıştığını iddia eden insanlar yalan mı söylüyor? Bir kısmının sponsorluk karşılığı bu iddialarda bulunduğunu düşünsek bile bazı okuyucuların gerçekten samimi bir şekilde bu kanunun çalıştığını düşündüklerine şüphe yok. Bunun en önemli neden doğrulama ön yargısıdır. Rezonans Yasası bağlamında bu, insanların olumlu düşünmenin bir hedefe ulaşmak veya koşullarında bir iyileşme yaşamak gibi olumlu sonuçlara yol açmış gibi göründüğü durumları seçici olarak fark etme ve hatırlama olasılığının yüksek olduğu anlamına gelir. Bu başarıları olumlu düşüncelerinin gücüne bağlayarak yasaya olan inançlarını pekiştirebilirler. Ancak, olumlu düşüncenin istenen sonuçları vermediği durumları gözden kaçırmaları veya rasyonalize etmeleri, belki de dış faktörleri suçlamaları veya yeterince olumlu düşünmediklerine inanmaları da aynı derecede olasıdır. Bu seçici dikkat ve hafıza, bir etkililik yanılsaması yaratarak Rezonans Yasasının gerçekte olduğundan daha etkili görünmesine neden olabilir. Sonuç olarak, insanlar gerçek başarı oranını eleştirel bir şekilde incelemeden veya deneyimleri için alternatif açıklamaları göz önünde bulundurmadan bu inanç sistemine güvenmeye devam edebilirler. Bu yüzdendir ki bu “kanunların” bilimsel test edilebilir bir formda sunulması ve insan önyargılarından etkilenmeyecek şekilde deneye tabi tutulması önemlidir. Ancak ne yazık ki “yeterince olumlu düşünme” kavramı iyi tanımlanmış ve ölçülebilir bir kavram değildir. Bundan dolayı da rezonans kanunu bilimsel teste tabi tutulamaz.
Sonuç olarak son zamanlarda popüler olan kişisel gelişim kitabı Rezonans Kanunu’nunda bilimsel olarak sunulan iddiaların bilimsel geçerliliği yoktur. Kuantum kuramı, genetik ve epigenetik ve nörobilim bu kitapta ortaya konulan iddialarla çelişmektedir. Dahası bu kanun kurbanı suçlama zihniyetine yol açabilir. Bireyler olumsuz deneyimlerinin yalnızca olumsuz düşüncelerinden veya düşük titreşim frekanslarından kaynaklandığına inanırlarsa, hastalık, maddi sıkıntılar veya diğer olumsuz olaylar gibi kendi kontrolleri dışındaki durumlar için kendilerini suçlayabilirler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.