Trump’ın Arkasındaki Muhteris Güç
Kırdığı cevizler bini aşmış Trump, ilişkilerini saklaması karşılığında bir porno yıldızına sus payı ödediğinin açığa çıkmasıyla tökezleme yaşamış görünse de Kasım 2024 seçimlerinin favori adayı olmayı sürdürüyor. Siyah Protestanların yüzde 90’ı, ateist ve agnostiklerin yüzde 83'ü, Yahudilerin yüzde 70'i, Hispanik Katoliklerin yüzde 67'si Biden’ı desteklemiş olsa da 2016’da onu iktidara taşıyan beyaz Hristiyan irade, bağışçısı ve seçmeniyle hâlâ onun arkasında durmayı sürdürüyor. Trump bugün var, yarın yok ama bu sosyoloji daha kalıcı bir yapı arz ediyor ve anlaşılmayı fazlasıyla gerektiriyor.
6 Ocak 2021’de Kongre binası baskınını gerçekleştiren beyaz üstünlükçüsü Proud Boys mensupları, komplo teorileriyle kafayı bozmuş QAnon takipçileri ayrı bir analizi müstakilen hak ediyordu fakat hepsini kuşatan dinî atmosferi, slogan ve ritüellerdeki Hristiyanî karakteri görmemek mümkün değildi. Mutaassıp bir hayatı olmak şurada dursun onca cinsel taciz iddiasına rağmen ülkenin en fanatik dinî yapılarından böylesine sahiplenici bir desteğin devamlılığını sağlayabilmesi Trump’ın en büyük başarısıydı. Belki de tek başarısı.
Kendisi her fırsatta bu Evanjelik oy deposunun ağzına birer parmak bal çalsa da ne yardımcısı Mike Pence ne de Dışişleri Bakanı Mike Pompeo gibi sahiden dindar bir yaşantının disiplinine girmedi. İlki, Evanjelik desteğinin gerçekte en önemli sebebi olacak derecede camiaya güven veren bir simaydı. İkincisi de makamında Kitab-ı Mukaddes’in daima açık olmasıyla övünen ve hassasiyetleri kaşımasını bilen biriydi. Gelgelelim sinerjiyi doğuran asıl etken herkesçe fark edilebilecek şekilde ekibin İsrail yanlısı radikal ve ileri hamleleriydi. Kudüs’ün başkent yapılması ve Golan Tepeleri’nin ilhakının tanınması gibi.
Tam da Trump gibi kumarbaz ve skandalist bir şahsiyetten sadır olabilecek hamleler o kadar görkemli surette algılanıyordu ki muhtemelen İsraillilerden çok, içerideki Siyonistlerce daha fazla takdir topluyordu. Yahudi Siyonistlerden söz etmiyoruz. Bilakis onlardan daha İsrail taraftarı, hatta İsrail’den daha İsrailci Hristiyan Siyonistlerden bahsediyoruz. Nitekim Ağustos 2020'de Wisconsin mitinginde konuşan Trump malını iyi tanıdığını gösteriyordu: “[ABD Büyükelçiliğini] Kudüs'e taşıdık, bu Evanjelikler için… Evanjelikler bu konuda Yahudi halkından daha fazla heyecanlanıyor!” Doğru söylüyordu ve onların rızasının İsrail işbirlikçiliğinden geçtiğini anlayacak kadar kurnazdı.
Keza Bahreyn ve BAE’yi masaya oturtarak “asrın anlaşması” diye pazarlanan İsrail’le normalleşme sürecine ikna etmesi de Evanjeliklerce kadirşinaslıkla karşılanmıştı. Hareketin ağır toplarından Franklin Graham, aslında Trump’ın Yahudi damadının kotardığı icraat için methiyecilikte kusur etmiyordu. 10 milyona varan üyesiyle devasa bir örgüt olan CUFI (İsrail İçin Birleşen Hristiyanlar) da Trump’ın İran’la imzalanmış nükleer anlaşmayı çöpe atmasını aynı asabiyet ve hamasetle övüyordu.
Trump için “günümüzün Ester’i” benzetmesi
Onlara kalmadan Dışişleri Bakanı Pompeo, Trump’tan “günümüzün Kraliçe Ester’i” diye söz ediyordu. M.Ö. 4’üncü asırda kayda geçen Tevrat’taki bir hikâyeye göre Pers sarayındaki Yahudi kraliçe Ester, İsrailoğullarını yok etmek için planlar yapan Vezir Haman’a karşı saray içinde verdiği mücadeleden galip gelmiş ve onunla birlikte kavmine musallat olmayı planlayanları tasfiye ettirmiştir. İşte Trump güya günümüzdeki Ester’dir. Haman da bu hesaba göre İran olmaktadır. Günümüze ne de çok tekabül eden bir kıyas. Tebrike şayan doğrusu.
Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığı içinse aynı cenah tarafından Kiros’la benzeştirilmesi de bu bapta sayılabilir. Kiros da Ester hikâyesinden evvel Yahudilerin ilk sürgünü olan Babil esaretinden kendilerini kurtarıp yurtlarına dönüş hakkı tanıyan ve mabedin inşasının önünü açan Pers hükümdarıydı. Benzetmenin tek kusurlu tarafı da burasıydı; İran’ı köşeye sıkıştırmak ve diken üstünde tutmak isteyen Trump’ın Yahudilerin hep hayırla yad edegeldiği Perslerin atasıyla özdeşleştirilmesi pek de hoş ve işlevsel durmuyordu.
Dünyaya bu zaviyeden, Eski Ahit’in muharref menkıbeleri ve çelişik hurafeleri ekseninde bakan Evanjelikler kıtada epeyce bir zamandır vardı, önceki başkanlar zamanında itibar görmüşlerdi fakat Trump’la birlikte başka bir aşamaya geçtikleri aşikâr. Mesele açıkçası sadece İsrail’in himayesi veya Mesih’in geri dönüşüyle ilgili çetrefilli kehanetlerin tecellisini hızlandırma gayretkeşliğinden de öteye geçmiş bir vaziyette. Neresinden baksanız aşırılık ve tuhaflık dökülen fundemalist bir hareket dünyanın süper gücünün dış politikasını ve hassaten Cumhuriyetçi Parti’yi belirleyen başat aktör konumuna gelmiş durumda. Bundan daha irkiltici çok az şey vardır doğrusu.
Evanjeliklerin iktidarın koridorlarında dolaşmaya başlaması birdenbire olmadı ama çok uzun bir evrim süreci geçirdiği de söylenemez. Şöyle ki Kennedy, ABD’nin ilk ve tek Katolik başkanı olarak kilise ile devlet ayrılığına titizlenen biriydi ve dönemin kamuoyunun duruşu da bunu teyit eder mahiyetteydi. 1968’de yapılan bir Gallup anketine göre Amerikalıların yüzde 53'ü kiliselerin siyasetin dışında kalması gerektiğini düşünüyordu. (Evanjelik kimliği o kadar da ehemmiyet arz etmediğinden katılımcılara bu hususta sual de sorulmuyordu doğal olarak.)
1970’lerde iki büyük gelişme
Gelgelelim 70’lerin başında, Nixon zamanında iki farklı gelişme oldu. Birincisi kürtaj gündeminin fay hatlarını tetiklemesiydi. İkincisi, güneyde siyahlar söz birliği etmişçesine Demokratlara yönelmişken beyaz dindarlara kalan mecburî istikamet belliydi. Cumhuriyetçiler, Orta Batı’da olduğu gibi bir güney stratejisi takip etmeliydiler. Ettiler de. Ilımlı bir muhafazakârlığa göz kırpmaya başladılar. Ahlaka, aile ve dinî değerlere saygılı bir vurguya tevessül edince bunun Evanjelik söylemle nasıl da bağdaşık olduğunu herkes görebiliyordu. Siyahlar Demokratlarla, Evanjelikler de Cumhuriyetçilerle bu şekilde özdeşleşiyordu.
Hristiyan sağ 1976 seçimlerinden sonra siyasîlere taleplerini dikte eder ve lobi faaliyetlerinde ustalaşır oldu. Etrafında döndükleri mevzular sayıca azdı; kürtaj ve eşcinsellik karşıtlığı, devlet okullarında evrim karşıtlığı ve dindar müfredat savunusu, İsrail yandaşlığı…
Sözlerinin Beyaz Saray’da bulduğu en güçlü yankı Reagan döneminde oldu. Ulusal Evanjelikler Birliği toplantısında başkan, ‘şer imparatorluğu’nun saldırgan baskılarına karşı nükleer caydırıcılığın öneminden söz ediyordu. Evanjelik söylemle Soğuk Savaş ikliminin bu uyumu göz kamaştırıcıydı. Gelin görün ki 90’lı yıllarda bu hava aniden dağıldı. Evanjelikler İslam dünyasındaki Hristiyanların nasıl zulüm altında oldukları propagandasını gündemde tutarak etkinliklerini korumaya çalıştılarsa da azla yetinmek zorunda kaldılar. Ta ki imdatlarına 11 Eylül yetişti. Gerçi ‘oğul Bush’ böylesi sansasyonel bir hücum olmasaydı bile Evanjelik aşırılıklara meyyal biriydi velakin 14 Eylül 2001’deki o haçlı seferi konuşması ancak bu puslu havada mümkün olabilirdi.
11 Eylül Saldırısı ve Evanjeliklerin etkinliği
Komünizme karşı liberal demokrasi ideolojisiyle kavga veren ABD 2000’li yıllarda İslam âlemine karşı özgürleştirme misyonunu yüklenerek yürüttüğü işgal savaşlarında içeride de ulus devlet kimliğini perçinleme adına Evanjelik değerleri daha fazla tedavüle sokmuştur. Ülke bir yandan dış politikada Evanjelizmin Mesih’çi ve İsrail’ci ajandasına teslim olurken içeride de her zamankinden daha fazla ayin havasına bürünmüştür.
Reagan devri, lobicilik tarzı noktasında açılan çığır itibarıyla da sonraki devirleri belirlemiştir. Tarihte nadiren görülecek ölçekteki servet birikimi ‘Political Action Committees’ (PAC) denen Siyasî Eylem Komiteleri’ne akmaya başladığında bu bağışçı sınıf, siyasîlerin bigâne kalamayacağı bir itibar ve iktidar devşirir olmuştur. Öyle ki karar alma mekanizmalarının sadece lobilerinde değil oval ofiste boruları öter hâle gelmiştir. Aynı şey kamu fonları kısıtlanan üniversiteler için de geçerlidir. Bazı bağışçılar salt duvarlara adlarının yazmasıyla yetinmeyip iç işleyişe müdahil olma hakkı edinmişlerdir.
1950’lerin dünyasında hepi topu 4 milyonken günümüzde 100 milyonu bulmuş bu örgütlü camia 2020 seçimlerinde kaybeden taraftaydı fakat bu defa kazanan tarafta olmaya azimli görünüyor; Trump’lı veya Trump’sız. Dolayısıyla tweet’lerle aleme nizam vermeye kalkan bir narsistten daha ziyade projektörlerin üzerlerine çevrilmesini hak ediyorlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.