Gazze, Batı Şeria, Lübnan…Sırada Ne Var?

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, Hizbullah’ın 40 yıllık lideri Hasan Nasrallah’ın İsrail suikastıyla öldürülmesi sonrasında bölgede Lübnan, İsrail ve İran özelinde yaşanabilecek gelişmeleri Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
Gazze, Batı Şeria, Lübnan…Sırada Ne Var
29 Eylül 2024

7 Ekim 2023’te başlayan ve tek taraflı bir katliama dönüşen Gazze Savaşı sürecinde bir kritik eşik daha aşıldı. 

27 Eylül günü Beyrut'un güneyinde ve Hizbullah'ın kalesi niteliğindeki Dahiye bölgesine düzenlenen hava saldırısında, Hizbullah’ın kuruluşundan beri lider kadrosunda olan ve 30 yıldan fazla bir süredir bu yapıyı yöneten Hüccetülislam Hasan Nasrallah öldürüldü. 

Bu saldırı, İsrail’in son aylarda yoğun şekilde gerçekleştirdiği nokta atışı suikast zincirinin de -şimdilik- son halkası oldu.

İsrail’in 2024 yılındaki kritik suikast zinciri  

  • 2 Ocak 2024: Nasrallah’ın da öldürüldüğü Lübnan’ın Dahiye bölgesinde, Hamas Siyasi Ofisi’nde İsmail Heniyye’nin yardımcılığını yapan Salih el-Aruri’nin öldürülmesi 
  • 1 Nisan 2024: Şam’daki İran Büyükelçiliği binasının bombalanması. Suriye ve Lübnan’daki İran faaliyetlerini koordine eden Devrim Muhafızları’nın (DMO) üst düzey komutanları Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi, Tuğgeneral Muhammed Hadi Hac Rahimi ve diğer beş DMO mensubu kıdemli subayın öldürülmesi 
  • 10 Mart 2024: Hamas’ın önemli liderlerinden ve askeri kanat İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın iki numaralı lideri Mervan İsa’nın Gazze’de öldürülmesi 
  • 30 Temmuz 2024: Hizbullah’ın kurucu kadrosundan ve üst düzey komutanı Fuad Şükr’ün Beyrut’ta bir hava operasyonunda öldürülmesi 
  • 31 Temmuz 2024: Hamas lideri ve Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin Tahran’da DMO koruması altındayken suikastle öldürülmesi 
  • 27 Eylül 2024: Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, İsrail’le doğrudan savaştan sorumlu Güney Cephesi Komutanı Ali Kereki ve Lübnan’da İran-Hizbullah askeri/istihbari işbirliğini koordine eden DMO’nun Kudüs Gücü kıdemli komutanlarından Abbas Nilfuruşân’ın ağır bir bombardımanla öldürülmesi 

Esasen bu saldırıların hepsi de birbiriyle bağlantılı; bölgede İsrail’e karşı oluşturulan ve Tel Aviv’in en büyük varoluşsal tehdit olarak algıladığı İran-Suriye-Hizbullah-Hamas eksenindeki kritik siyasi/askeri liderleri ortadan kaldırmayı ve bu bloku çökertmeyi amaçlıyor. 

Ayrıca, bu zincirin önümüzdeki dönemde Hişam Safieddin, Naim Kasım gibi Hizbullah liderleri, Yahya Sinvar ve Muhammed Deyf gibi Gazze’deki Hamas komutanları, Devrim Muhafızları’nın İran ve Suriye’deki üst düzey askeri liderleri, hatta çeşitli İranlı siyasetçi ve diplomatlarla devam etmesi şaşırtıcı olmayacak. 

Çatışmanın aktörlerinin bundan sonraki hamleleri neler olabilir? 

İsrail 


İsrail, 7 Ekim saldırılarının hemen ardından Gazze’de giriştiği sert cezalandırma hamlesini Batı Şeria’da da baskı yöntemleriyle sürdürerek, işgali daha da derinleştirecek bir strateji izliyor ve bunu dozu her gün artan bir güç siyasetiyle yapıyor. Aynı zamanda Hamas ve diğer Filistinli direniş örgütlerini destekleyen İran, Suriye ve Hizbullah’a ağır/sembolik saldırılar gerçekleştirerek gözdağı vermeyi sürdürüyor. İsrail’in, sürekli saldırı trendiyle İran’ı sert karşılık vermeye zorlamak ve bunun ardından ABD’nin de katılımıyla birlikte Tahran’daki yönetimi ağır bombardımanla devirmek yönünde bir strateji izlediği sır değil. 

Gelinen noktada İsrail’in kısa vadede sonuç alıcı olan bu siyasetini değiştirmesi için bir neden yok. İsrail iç siyaseti günden güne güvenlikleştirilerek sağa kayıyor, içeride aykırı sesler hızla bastırılıyor ve kamuoyunda direniş yanlısı Filistinlilerin “cezalandırılması gereken vahşiler” olduğu hususunda neredeyse tam bir konsensüs halinde. Uluslararası çevrelerin cılız tepkileri, “İslam Dünyası” denilen acziyet içindeki menfaat ağının umursamazlığı, uluslararası örgütlerin sonuç doğurmayan kınama kampanyaları İsrail’i durdurmaya yetmiyor; koşulsuz ABD desteği sürdükçe yetmeyecek de.  

Bu noktada Kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimleri zayıf da olsa bir umut doğurabilir Filistinliler açısından. İsrail’e Biden kadar müzahir olmayan Kamala Harris’in seçilmesi halinde, Netanyahu sürekli saldırı politikasında yeni yılla birlikte frene basmak zorunda kalabilir. İsrail’e her alanda açık çek veren Trump’ın seçilmesi halindeyse, halihazırdaki saldırıların daha da artacağını öngörmek kehanet olmayacak. 

Lübnan 


1980’lerin başında Ayetullah Humeyni’nin talimatıyla ve ona dini/siyasi/askeri anlamda tam ittiba edilerek kurulan Hizbullah, aradan geçen 40 yıl içinde Lübnan devletinden daha güçlü bir konuma ulaştı. 2006’da İsrail’e işgal ettiği Lübnan topraklarından geri adım attırmayı ve izleyen süreçte tartışmasız bir kara gücüne dönüşmeyi başardı. Bunda elbette İran’ın her alandaki koşulsuz desteği hayati önemdeydi, nitekim Hizbullah da Suriye İç Savaşı sürecinde Tahran’ın Suriye’de muhaliflere karşı sahaya sürdüğü öncelikli kara gücü oldu ve sahada önemli ölçüde savaş deneyimi de kazandı. 

Ancak, bu süreçte Lübnan içinde dini/etnik/mezhepsel cemaatler arasında Hizbullah’a yönelik tepkiler de artmaya başladı. Hizbullah el’an oldukça güçlü olduğu için 1970’lerdeki gibi bir cemaatler arası iç savaş beklentisi zayıf bir ihtimal, ama İsrail işgalinin sahaya yayılması halinde bu felaket senaryosu da gündeme gelebilir. Bu durumda ekonomisi ve kurumsal yapısı perişan haldeki Lübnan’ın, zaten kırılgan olan sosyolojisinin de bir daha toparlanamayacak ölçüde parçalara ayrılması ihtimali söz konusu. 

Bununla birlikte Hizbullah’ın Nasrallah suikastı sonrası zayıflayıp bölüneceği veya yer altına çekileceği beklentisi gerçekçi değil. Velâyet-i Fakih çizgisindeki örgütün başına Nasrallah’a yakın bir din adamının geçmesini, İran’ın koşulsuz desteği sayesinde örgütsel ve askeri/istihbari düzlemde yeniden yapılandırılmasını ve Şii topluluklar nezdindeki halk desteğini konsolide etmesini bekleyebiliriz. Nasrallah’ın ölümünün Şii kültüründeki “adanmışlık ve şehadet” kavramlarını besleyerek bu süreçte mobilizasyon unsuru olarak kullanılacağı da aşikâr.  

İsrail on binlerce tam donanımlı asker ve yüz milyarlarca dolarlık harcamayla Güney Lübnan’da en az on senelik bir saha kontrolü/işgal rejimi kuramazsa, Hizbullah’ın bitirileceğine dair beklentilerin ham hayalden öteye geçmesi mümkün değil. 

İran 


Şam’daki büyükelçilik binasına saldırı, Kasım Süleymani, Zahidi ve İsmail Heniyye suikastlarının ertesinde de gördüğümüz üzere, İran’ın bu tür saldırılara doğrudan misillemeyle güçlü bir karşılık vermediğini biliyoruz. Nasrallah saldırısı sonrasında da İran’ın örneğin bir İsrailli lideri suikastla tasfiye edeceğini kimse beklemediği gibi, İsrail hedeflerine yönelik kapsamlı bir füze saldırısı ve ağır bombardıman yapılacağını da elbette pek kimse öngörmüyor. Esasen İran’ın bu tür saldırılara karşı yanıtı, sahadaki vekil güçlerini daha fazla güçlendirip askeri/istihbari desteği artırarak saha hakimiyetini güçlendirmek ve nihai karşılaşmaya hazırlıkları sürdürmek şeklinde gerçekleşiyor.  

Ancak, bunun iki türlü stratejik olumsuz yansıması var İran açısından: Hem bölgede kendisinden beklentiye giren topluluklar nezdinde hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaratıyor bu zafiyet görünüşü, hem de İsrail-ABD başta olmak üzere bölgedeki İran hasmı ülke ve çevrelerde İran’ın askeri zafiyetleri daha açık hale geliyor ve caydırıcılığı sorgulanıyor. 

İran’ın yıllardır devam eden ve son aylarda dozu artan bu provokatif saldırılara sert bir karşılık vermesi halinde, kendi topraklarındaki savunma zafiyetleri ortaya çıkacak ve daha fazla zarar/zayiat verecek. Karşılık vermemesi veya zayıf bir “roket/drone gösterisi” yapması halinde, bir sonraki saldırılar için hasmını davet eden zayıf bir görüntü ortaya koymuş olacak ve kuru hamasetin boşluğunun yanında askeri caydırıcılığı ciddi şekilde zarar görecek. Bu durumda Tahran’ın, Trump’ın 2020’de Irak’taki misilleme saldırısını tarif ederken işaret ettiği, zevahiri kurtaracak bir sınırlı saldırı beklenebilir.  

*** 

Ancak, her hâlükârda İran ve onun eksenindeki ülke/örgütler için 2003’ten beri devam eden ve 2010-11 Arap Ayaklanmaları sürecinde büyük bir avantaja dönüşen bölgedeki konjonktürün kendi doğal sınırlarına yaklaştığını söyleyebilirim. İran şüphesiz bu ülke ve örgütlerle daha yakın işbirliği ve angajmanı sürdürecektir, ancak günden güne azalan caydırıcılığı ve kendi iç bölünmüşlüğünün bu hassas dengeler karşısında daha ne kadar dayanacağı İran İslam Cumhuriyeti’nin önündeki en hayati soru işareti olarak duruyor şu an. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.