Şerif Hüseyin’in İngiliz Eğitimli Pragmatik Torunu Kral II. Abdullah
Gazze’ye Orta Doğu’nun en büyük savaş makinesi İsrail’in ağır saldırısı tüm hızıyla devam ederken, uluslararası basında yer verilen 12 Şubat 2024 tarihli bir haber şu şekildeydi:
“Ürdün devlet televizyonu Al Mamlaka, askeri üniformalı Kral II. Abdullah’ın İsrail saldırılarında tahrip olan Gazze’de Ürdün tarafından işletilen sahra hastanelerine geçen hafta havadan acil tıbbi malzeme atan askeri uçaktaki görüntülerini yayımladı. Reuters, Ürdün Hava Kuvvetleri’nin, geçen hafta içinde bölgedeki hastanelere tıbbi yardım sağlamak amacıyla ikisi Fransız ve Hollanda askeri uçaklarıyla 11 hava indirmesi gerçekleştirdiğini duyurdu.”
Bu dikkat çekici haber, Ürdün Kralı II. Abdullah’la ilgili. Esasen kralın biyografisi ve hayatındaki dönüm noktaları, tek başına bir liderin özgeçmişini yansıtmanın ötesinde Ürdün’ün ve Haşimi hanedanının yönelimleri açısından da son derece ilgi çekici bir portre sunuyor.
Haşimiler ve Orta Doğu’daki politik varlıkları
1962 doğumlu olup 1999 yılında tahta oturan II. Abdullah aynı zamanda, bundan yaklaşık 110 yıl önce İngilizlerin “tüm Arapların kralı” olma vaadiyle Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı isyanını teşvik edip, para ve silah/eğitim desteği verdiği meşhur Şerif Hüseyin’in torunu. Peygamber soyundan gelen ve isyanın sonunda İngilizler tarafından verilen sözler tutulmadığı için hayalindeki “Arapların Kralı” unvanına hiçbir zaman ulaşamayan Şerif’in toplam beş oğlu vardı, bunlardan Hasan küçük yaşta hayatını kaybetti.
Şerif’in isyan sırasında aktif rol oynayan oğullarından Faysal, 1918’de meşhur “Arabistanlı Lawrence” ile Şam’a giren Arap ordusunun başındaydı. 1920’de Suriye Kralı olduğunu ilan etse de bu bölge İngilizlerce Fransa’ya “ikram edildiği” için Şam’dan çıkartıldı ve yine İngilizler tarafından 1921’de Irak Kralı olarak taç giydirildi. Irak’taki Haşimi hanedanı Faysal’ın torunu II. Faysal döneminde, 1958’de kanlı bir darbeyle alaşağı edildi ve böylece Suriye-Irak üzerindeki Haşimi iddiaları tarihe karıştı.
Şerif’in diğer oğlu Ali, babasının yanında kaldı ve onun yerine Hicaz Kralı olarak 1924 Ekim’de Mekke’de tahta oturdu, ancak bir yıl sonra 1925 sonunda Suud ailesi öncülüğündeki kuşatmaya dayanamadı ve tahtını terk etmek zorunda kaldı; kardeşinin yönettiği Irak’a sığındı, 1935’te Bağdat’ta öldü. İngilizler Suriye’de Haşimileri gözetmedikleri gibi, söz verdikleri halde Hicaz’da da Şerif ailesine sahip çıkmadı ve zinde Suud güçleriyle anlaşma yoluna gitti, nihayetinde bugünkü Suudi Arabistan İngiltere ve ABD himayesinde kurulup güçlendi.
Şerif’in Galatasaray Sultanisi mezunu dördüncü oğlu Zeyd’in Suriye’nin kuzeybatısında krallık yapması öngörülüyordu, bu plan tutmayınca ağabeyi Faysal’ın yanına gidip Irak’a yerleşti, 1930’larda Irak’ın Berlin ve Ankara’da büyükelçiliğini yaptı. 1950’lerde Londra’da sefirlik yaptığı dönemde Bağdat’ta darbe olunca ülkeye dönemedi ve ailenin koruyucusu İngilizlerin himayesinde Londra’da yaşamaya devam etti, 1970’te Paris’te öldü, naaşı Ürdün’e nakledildi.
Şerif’in ikinci oğlu Abdullah, bu beş oğul içerisinde şansı yaver giden tek isim oldu; İngilizler tarafından 1921’de Mâvera-i Ürdün Emiri yapıldı, bu emirlik 1946’da krallığa dönüştürüldü ve Ürdün’ün ilk kralı Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah oldu. Şerif ailesi bir asırdan fazladır Ürdün’ü yönetiyor; ancak 1916’daki İngiliz destekli “tüm Arapların büyük krallığı” planından geriye bugün sadece 89 bin km2’lik Ürdün kaldı.
Peygamber’in İngiltere ordusunda teğmen torunu
Ürdün’ün ilk kralı Abdullah bin Hüseyin, 1948’de İsrail’in kurulması ve akabindeki savaşın doğurduğu travmatik ortamda 1951’de, Arapların bir başka nüfuzlu ailesi Hüseyni klanından bir Filistinli tarafından Mescid-i Aksa’da suikastla öldürüldü. Yerine geçen oğlu Talâl ağır hastalığı nedeniyle hanedan içi tartışmalara yol açtı ve 1952’de oğlu Hüseyin lehine tahttan çekilmeye zorlandı, tedavi gördüğü İstanbul’da 1972’de hayatını kaybetti. Hüseyin ise 1952’den 1999’a kadar yaklaşık yarım asır boyunca Ürdün’ü yönetti. 1999’da ise tahta Hüseyin’in oğlu Abdullah geçti ve hükümdarlığı çeyrek asırdır devam ediyor. Abdullah 1993 yılında, Kuveyt doğumlu bir Filistinli olan Raniya el-Yasin ile evlendi, çiftin bir oğlu ve üç kızı bulunuyor.
Abdullah, aslen İngiliz olan Kraliçe Muna’nın (asıl adı Antoinette Avril Gardiner) oğlu, tüm eğitimini İngiltere ve ABD’de tamamladı. Londra yakınlarındaki Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nde tamamladığı askeri eğitiminin ardından İngiliz ordusunda teğmen rütbesiyle Britanya ve Batı Almanya’da kıta görevi ifa etti. Ardından Ürdün’e döndü ve 1980’lerin başından itibaren Ürdün kara ve hava kuvvetlerinde tank birliği kumandanı ve pilot olarak görev aldı. 1999’da krallık tacını giyene kadar İngiltere ve ABD’de siyasi ve askeri eğitimini sürdürdü. Bu esnada babasıyla birlikte yurtiçi ve yurtdışındaki kritik görüşmelerde yer aldı.
Bu sıralarda sürpriz bir gelişme yaşandı. Kanser tedavisi gören Kral Hüseyin, uzun zamandır veliaht prens olan ve tacın bir sonraki sahibi olması beklenen kardeşi Prens Hasan’ı bu konumdan azlederek, oğlu Abdullah’ı 1999 Ocak ayında (yani ölümünden iki hafta önce) veliahdı olarak ilan etti. Tıpkı komşusu Beşşar Esad gibi II. Abdullah da Batı eğitimli bir askerdi ve her ikisinin de aile içindeki dengelerden dolayı, çok geç bir döneme kadar devlet başkanı/kral olmaları uzak bir ihtimal olarak görülüyordu.
ABD ve İngiltere himayesinde, denge arayışında bir krallık
Arap dünyası içinde Soğuk Savaş dönemindeki monarşiler-milliyetçi cumhuriyetler bölünmesinde, Ürdün monarşilerin içinde yer aldı ve geleneksel dengeleri savunan bir ülke oldu. Genel itibariyle Sovyetlerin desteklediği bu milliyetçi cumhuriyetler, Nasırcı bir çizgide monarşilere sert itirazlar yöneltip bu tip rejimleri “Amerikan çıkarlarının piyonu” olmakla suçluyordu. Nitekim Irak, Yemen, Mısır, Libya gibi ülkelerde monarşiler bu anti-kolonyal söylemle milliyetçi subaylarca bir bir devrildi. Ancak devlet-toplum ilişkilerinin niteliği, bazı monarşileri bu fırtınadan kurtarabildi. Suudi Arabistan gibi bazı monarşilerle birlikte Ürdün de bu şanslı hanedanlardan biri tarafından yönetiliyor. Her ne kadar 1970’teki Kara Eylül olayları benzeri toplumsal kaotik süreçlerde Filistinlilerle, Arap Baharı sürecinde İslamcı muhaliflerle yönetim karşı karşıya gelse de her seferinde ordunun gücü ve sadakatinin yanı sıra sarayın pragmatizmi sayesinde bu meydan okumalar atlatılabildi.
Kral Abdullah’ın yönettiği Ürdün aynı zamanda, Filistin topraklarının omurgasını oluşturan Batı Şeria’yla kara sınırına sahip tek Arap ülkesi olması hasebiyle de Filistin meselesinin tarihinde ayrı bir öneme sahip. Keza Ürdün, İsrail’le 1994 yılında imzaladığı Vadi Arabe Anlaşması’yla, Kudüs’teki dini işlerden sorumlu ülke olarak da kabul edildi. Bunu güçlendiren bir başka anlaşma ise 2013’te Ürdün Kralı ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas arasında imzalandı ve Kudüs ile şehirdeki kutsal mekânların korunması ve vesayet hakkı Ürdün’e verildi. Zaman zaman gerek ülke içindeki Filistinli çok büyük nüfustan gerekse bölgedeki İsrail karşıtı çevrelerden gelen yoğun ve sert eleştirilere rağmen, II. Abdullah idaresindeki Ürdün denge siyasetine ve Batı himayesinde İsrail’le temkinli komşuluk realitesine alışmış durumda ve realpolitik şartlar gereğince istikametini tayin ediyor.
Ancak şüphesiz bu bir yüzyıllık zorlu dönemin en az hasarla atlatılmasında ve Haşimilerin 21. yüzyılı tahtta görebilmesinde en önemli dış faktör, Ürdün’ün kuruluşundan itibaren önce Britanya ardından ABD’nin koşulsuz desteği oldu. Nitekim İsrail’in 1948’de kuruluşundan itibaren Ürdün’ün oynadığı (oynamasına izin verilen) rol, “kutsal mekânlar üzerindeki vesayet” hakkı gibi ne olduğu muğlak ve pratikte bir anlam ifade etmeyen ancak Müslüman toplumların tansiyonunu düşüren adımlar, bu tür bir makro kurgunun neticesinde mümkün olabildi.
Kral II. Abdullah’ı uluslararası camianın gündemine getiren ilk ve öncelikli süreç ise 2004 yılında dikkat çektiği “Şii hilali” tehdidine yönelik açıklaması oldu. 2003’te Irak’ın işgal edildiği, ülkenin üçte ikisini oluşturan Şiilerin Saddam Hüseyin sonrasında iktidara gelmek üzere olduğu, Lübnan’da Hizbullah’ın, Suriye’de Esad yönetiminin Tahran’ın güçlü müttefikleri olarak sivrildiği bu dönemde, Batı’daki söylemlere paralel şekilde Arap dünyası içinde İran karşıtı cepheyi konsolide etmek amacıyla II. Abdullah’ın bu dönemde yaptığı açıklama çok konuşulmuştu; nitekim bu kavramsallaştırma sonraki birçok süreçte açıklayıcı bir çerçeve olarak kullanılmaya devam ediliyor.
II. Abdullah tahtta geçirdiği 25 yıl içerisinde politik ve ekonomik sahada çok sayıda yenilik ve reform adımı atmayı başardı. Hatta bazı gözlemciler Ürdün’ü, Lübnan’la birlikte, Orta Doğu’nun en liberal ve açık toplumlarının başında gösteriyor. Arap Baharı sürecinde ülkedeki kitlesel gösteriler karşısında kabineyi görevden alan ve çeşitli iyileştirme adımları atan II. Abdullah, yanı başında Mısır, Libya ve Yemen’de iktidarı kaybeden mevkidaşlarına kıyasla gösterilerin tansiyonunu düşürebilmeyi başarmış ve iç politik sahada da pragmatik adımlar atabileceğini göstermişti. Bununla birlikte, 1948’den bu yana aşama aşama ülkeye göç etmek zorunda kalan ve sayısı milyonlara ulaşan Filistinli nüfusun varlığı ve kamplarda yaşadıkları güç koşulların yan ısıra devam edegelen ekonomik sıkıntılar, kraliyeti önümüzdeki dönemde de zorlayabilecek bir unsur olarak öne çıkıyor.