Nâsır Öncesi Mısır’da İki Önemli Milliyetçi Lider -1: Ahmed El-Arâbî Paşa
Necib Mahfuz’un romanlarındaki iki önemli idol
Mısır’ın –hatta Arap edebiyatının- en büyük romancısı olarak kabul edilen Necib Mahfuz (1911-2006), es-Sülasiye –Kahire Üçlemesi- olarak bilinen ve 1956-57’de Arapçası ilk olarak yayımlanan meşhur serisinde, Kahire’de mukim Ahmed Abdülcevad ve ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndan 1944’e kadarki öyküsünü ele alır. 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Mahfuz, bu serinin Saray Yolu adıyla Türkçeye çevrilen ilk cildinde bilhassa savaş dönemi Kahire’sini ve Mısır üzerindeki İngiliz-Alman rekabetini ele alırken, aile üyelerinden baba Seyid Ahmed ile oğlu Fehmi’nin şahsında, Hilafet’in ve Türklerin savaşı kaybetmesine üzüldüğünü vurgular.
Mahfuz çeşitli mülakatlarında da dindar ve disiplinli bir ailede büyüdüğünü kaydeder, hatta açıktır ki Kahire Üçlemesi’ndeki evin küçük oğlu Kemal, yazarın bizzat kendisini sembolize eder. Mahfuz, Saray Yolu’nda, evin ortanca oğlu ve hukuk fakültesi talebesi Fehmi’ye İngiliz karşıtlığı temalı ateşli milliyetçi söylevler verdirir ve onu hem gösterilerin hem çatışmaların içine sokarken, kardeşi 8-9 yaşlarındaki Kemal’i de hayran hayran ağabeyine gıpta ederken tasvir eder.
O sıralarda Mahfuz da okul çağında küçük bir çocuktur, 8-9 yaşlarındadır ve İngiliz işgali altındaki Kahire’deki evlerinde babasının her ne olursa olsun meseleyi bir şekilde, dönemin milliyetçi liderleri Sa’d Zağlul, Muhammed Ferid veya Mustafa Kamil’e bağladığını zikreder. Kitapta ise bu milliyetçi geleneği övgü dolu sözlerle anarken, Ahmed el-Arâbî Paşa’dan sonra kesintiye uğrayan İngiliz sömürgeciliği karşıtı mücadelenin Zağlul’un önderliğinde yeniden canlanmasını adeta neşeyle tasvir eder.
Peki kimdir bu Ahmed el-Arâbî Paşa ve Sa’d Zağlul? Neden Necib Mahfuz gibi devasa bir yazarın muhayyilesi üzerinde bu denli tesirli olmuşladır?
Osmanlı ve Mısır hızla gerileyip, İngilizler yükselirken
19. yüzyılın ilk yıllarındaki Fransız işgali sonrası bölgede artan İngiliz etkisiyle, Mısır üzerindeki İstanbul’un kontrolü zayıflamaya yüz tutarken; yüzyılın son çeyreği Osmanlı Devleti açısından daha acı geçecek, Mısır üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti kâğıt üzerinde dahi geçerli olmayacak kadar azalacaktı. Avrupalılaşma yolunda Osmanlı’nın yaptığı hataları de facto yarı bağımsız haldeki Mısır da çok geçmeden tekrarlayacak, her iki sarayın da üretime dönüşmeyen ve bir kısmı gösterişe harcanan borçları hızla tırmanacaktı. Ekonomik bağımsızlık sadece İstanbul’u değil Kahire’yi de Avrupa’nın büyük güçleri karşısında zayıf duruma düşürecek ve dış müdahaleler önce ekonomik, ardından siyasi ve en nihayetinde ağır askeri sonuçlara yol açmaya başlayacaktı.
Süveyş Kanalı’nın 1869’da tamamlanmasından en kazançlı çıkan ülke, ev sahibi Mısır değil İngiltere olmuştu. Zira bu yeni suyolu sayesinde Londra-Bombay arasındaki mesafe yarı yarıya azalmıştı, 1881’e gelindiğinde kanal trafiğinin %80’ini tek başına İngiltere oluşturmaktaydı. Süveyş, Kahire yönetimi –ve dolayısıyla İstanbul- açısından maddi gelir getirdiği kadar, siyasi ve jeopolitik bir risk unsuruna dönüşmüştü hızla. Ancak söz konusu yıllarda bu riskli durum yeterince anlaşılabilmiş değildi.
İstanbul ve Kahire, Avrupalı bankerlerden aldıkları borçları 1876’da ödeyemez hale geldi. Mısır, Süveyş Kanalı’ndaki haklarının %44’ünü 1875’te İngiltere’ye devretmiş ama karşılığında aldığı nakit de çok dayanmadan bitmişti. Borçların yönetimi için İstanbul’da Düyûn-u Umumiye kurulurken, Avrupalılar Mısır’ı da boş geçmemiş, burada da İngiliz-Fransız müfettişler Mısır ekonomisinde en üst karar verici konumunu elde etmişti. Ekonomik bağımsızlık elden gitmiş, siyasi bağımsızlık için de kum saati hızla işliyordu.
Mısır ordusu içinde yükselen kamplaşmalar ve ilk milliyetçi çıkışlar
Mısır’da Hidiv İsmail, bu denetçileri ülkeden kovup halk desteğini sağlamaya çalışırken koltuğunu kaybetti. Kendi koltuğu da zayıf durumda olan II. Abdülhamid, İngilizlerin talebiyle 1879’da İsmail’i görevden alıp yerine oğlu Tevfik’i hıdivliğe getirdi. Avrupalı güçler zayıf Hidiv Tevfik’i, borçlara karşılık ülkenin gelirlerini ipotek ettirecek bir anlaşmaya zorladı. Tam bu esnada halkta görülen ekonomik sahadaki huzursuzluk hızla siyasi sahaya sirayet etti ve Mısır’ın ilk yabancı işgal karşıtı milliyetçi liderinin ortaya çıkması için bütün iç ve dış şartlar tamam oldu.
Ahmed el-Arâbî (Urâbî), 1841’de Şarkıye kırsalında bir köyde doğmuştu, ailesinin 13. yüzyılda Irak’tan Mısır’a geldiği rivayet edilir. Alaylı bir subay olarak ordunun içinde yetişmiş, Avrupa’da tahsil görmüş mektepli subaylardan ve asilzade ailelerinden gelmiş bürokratlardan farklı olarak, geleneksel halk sınıflarını sembolize eden, albay rütbesinde bir askerdi. Orduya katılmadan önce el-Ezher’de tahsil de görmüştü, böylece hem dini hem geleneksel halk yığınlarını temsil edebilecek bir formasyonla ortaya çıkmıştı. Ordu içinde etkin Çerkes-Türk kökenli subaylarla arası bozuktu, hatta bir anlaşmazlık sonucu askeri mahkemede yargılanmış ve ordudan üç yıl boyunca ilişiği kesilmişti. 1879’da İsmail’in hıdivlik tahtına oturmasıyla yeniden ordu içinde yükselmesinin yolu da açılmış oldu.
Arâbî’nin politik sahneye çıkışı aslında önemsiz görünen bir hadise sonucunda olmuştu. Ordu içinde Çerkes-Türk subaylarla yerli/fellah kökenli subaylar arasındaki çekişmeler arttıkça Arâbî’nin şöhreti ve nüfuzu da arttı. Hükümet 1881’de yerli askerlerin erlikten gelerek subaylığa yükseltilmelerini engelleyen bir yasa hazırlığına girişti, bu tasarı kabul edilince ordu içinde geniş bir kesim arasında huzursuzluk baş gösterdi. Albay Arâbî’nin de içinde bulunduğu bir grup subay bu yasaya karşı çıktı ve Arâbî bu huzursuzluğun sözcüsü seçildi. Huzursuz subaylar başbakana mektup yazarak askeri işler bakanının (cihadiye nazırı) görevden alınmasını istedi. Bunun üzerine askeri mahkemeye verildiler, yerlerine de Çerkes-Türk subaylar atandı. Ancak Arâbî ve arkadaşlarını destekleyen askerler bakanlığı basarak kedilerini kurtardı. Daha sonra milliyetçi bir ayaklanmanın sembolü gözüyle bakılan Arâbî, o günlerde huzursuzluğu yatıştırması için ülkedeki Fransız ve İngiliz başkonsolosların devreye girmesini talep etti. Bunun üzerine Arâbî ve arkadaşlarının talepler kabul edildi ve bakan görevden alınarak sorun çözüldü.
İngiliz-Fransız nüfuzu ve sönen umutlar
Bu esnada Mısır iç siyaseti de hareketliydi, saray ve yerleşik elitlerin yanında İngiliz-Fransız nüfuzu da ayrı bir güç merkezi teşkil ediyordu. Bunların yanında geniş kitleler de eşraf-ulema-esnaf işbirliğiyle kendi menfaatlerini savunmaktaydı. Bu dönemde Arâbî Paşa da kendi adıyla anılacak bir güç haline geldi ve resmi askeri vazifesine ilaveten, Vataniyye hareketinin liderliğini üstlendi ve artık politik bir figür haline geldi. Hatta 1882 Şubat’ta işbaşına gelen el-Barudî hükümetinde cihadiye ve bahriye nazırlığına getirildi.
Bundan sonra işler beklenmedik şekilde farklı gelişti. Ordu içindeki Çerkes-Türk güç merkezini tasfiye etmeye niyetlenen Arâbî Paşa, bu çevrelerin hamisi Hidiv Tevfik ile karşı karşıya geldi. Barudî-Arâbî öncülüğündeki hükümet, meclisin kurulması gibi taleplerle monarşiyi de sıkıştırmaya başladı. Osmanlı sarayı da İngiliz ve Fransızlar da yerli Mısırlıların uzlaşılması güç bu milliyetçi çıkışına karşı görevdeki meşru Hidiv Tevfik’in yanında saf tuttu. Olaylar kontrolden çıkınca İngiliz-Fransız askeri gemileri İskenderiye önünde göründü, hatta karışıklık çıkması halinde şehri bombalama yetkileri de söz konusuydu.
1882 Eylül’de Kanal bölgesine bir İngiliz birliği çıkarıldı, 13 Eylül’de Süveyş ile Kahire arasındaki Tel el-Kebir bölgesindeki karşılaşmada Arâbî Paşa’nın milliyetçi ordusu İngilizler karşısında hezimete uğradı. Kahire’ye kaçan Arâbî bir süre sonra teslim oldu, ama İngilizler artık karaya asker çıkarmıştı. Esasen İngilizler bundan önce İstanbul’dan defalarca asker gönderip Arâbî’yi tedip etmesini istemiş ama II. Abdülhamid oyalama taktiğine başvurmuştu. İngilizler bu sefer doğrudan İskenderiye ve Kahire’yi işgal edince, Osmanlı sarayı da bu oldubittiyi kabul etmek zorunda kaldı. Böylece 1882’de Mısır’a giren İngilizler, bilahare Sudan’ı da işgal edecek ve 1956’ya kadar bu ülkeden bir daha çıkmayacaktı.
Arâbî Paşa’nın akıbeti
Arâbî ve arkadaşları muhakeme edilip ömür boyu hapse mahkûm edildi, ardından aileleriyle birlikte Sri Lanka’ya (Seylan) sürüldüler. Hidiv Abbas Hilmi 1901’de kendisini affedince Arâbî yeniden Mısır’a döndü, mal varlığı iade edildi ve siyasete karışmadan 1911’e kadar Kahire’de sakince yaşadı ve burada hayata veda etti.
Arâbî Paşa hareketi, Mısır’ın milliyetçi muhayyilesinde ilk modern dönem milliyetçi huruç hareketi olarak bilinir ve “Mısır Mısırlılarındır” sloganının da başlangıç noktasıdır. Ancak bu hareketin İngiliz işgaline davetiye çıkardığı gerçeğine bu çevrelerde pek değinilmez.
Burada hatırda tutulması gereken bir nokta da şudur: Her ne kadar sebep-sonuç ilişkileri içinde bu olaylarla İngilizlerin Mısır’ı işgali arasında bağ varsa da Londra açısından bu kadar hayati bir jeopolitik konumu olan Mısır’ın işgali için 1882’deki hadisler yaşanmasa, bir süre sonra bir başka bahaneyle bu kritik bölgenin işgali mukadder olabilirdi. Zira Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Osmanlı egemenliğinin zayıfladığı bu yıllarda Avrupalı güçlerin benzer işgalleri sıklıkla vuku bulmaktaydı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.