Bir Acı Fotoğraf: Savaş, Hezimet, Fukaralık, Perişan Olanlar ve Diğerleri 

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, bir fotoğraf karesi üzerinden Osmanlı’nın Balkan Savaşları’ndaki yenilgisinin İstanbul’a yansımalarını ve fotoğraf karesinin kendisine düşündürdüklerini Fokus+ için inceledi.  
Mehmet Akif Koç
Bir Acı Fotoğraf Savaş, Hezimet, Fukaralık, Perişan Olanlar ve Diğerleri 
8 Kasım 2024

Zaman zaman sosyal medyada popüler olan bir fotoğraf karesi var. Orijinali siyah–beyaz bir kare bu. İlk olarak nereden çıkıp yayıldığından emin değilim, ama hemen her seferinde benzer bir tasvirle paylaşıla paylaşıla hemen herkesin görüp kanıksadığı bir yıkılış dönemi ikonuna dönüştü bu fotoğraf.   

Her gördüğümde büyük bir acı veren bu anlam yüklü fotoğraf karesinin bana düşündürdüklerini ve bundan hareketle bir geçmiş/bugün muhasebesi kaleme alacağım bu yazıda.  

Fotoğraf karesini ortaya çıkaran şartlar  

1912-13 yıllarına ait olmalı bu fotoğraf karesi; Balkan Savaşı’nda, henüz çok kısa bir süre önce bağımsızlığını ilan eden Balkanlardaki eski eyaletleri karşısında alınan utanç verici hezimet, Osmanlı İmparatorluğu’nu derinden sarsıyor.  

Yaşanan hezimet o kadar büyüktü ki asırlarca Osmanlı idaresinde kalan Balkan toprakları tamamen İstanbul’un elinden çıktı. Ekim 1912’de başlayan bölgesel savaşta Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’a karşı savaşan Osmanlı Devleti birkaç ay içinde tüm cephelerde yenilgiye uğradı. Batı Trakya, Ege Adaları, Makedonya, Arnavutluk, Selanik başta olmak üzere yaklaşık 167 bin km2 toprak kaybının yanında, asıl büyük felaket 6-7 milyon civarındaki Türk nüfusun yurtlarından kovulup İstanbul ve civarına yığılması oldu. Hasım kuvvetler, 93 Harbi’nde (1877-78) Rusların yaptığı gibi bir kez daha Çatalca önlerine kadar gelmişti.  

Ekonomisi zaten zor durumda olan İstanbul ve imparatorluk, bu göç yüküyle büyük bir sıkıntıya girdi. Ancak, asıl sorun bu değildi: Beş asırdan fazla bir süredir büyük bir gayretle Türkleştirilen ve Müslümanlaştırılan Balkan topraklarından büyük bir düşmanlık hissiyle atıldılar. Göçle gelen büyük nüfus zaman içinde Anadolu’nun farklı bölgelerine iskân edildiyse de Balkanlar gibi daha gelişmiş bölgelerin ardından geldikleri Anadolu’ya uyum sağlamakta ciddi zorluklar yaşadılar. Bruce Clark’ın bu savaştan on yıl sonra gerçekleşecek mübadelede benzer şekilde gelen ve gidenlerin durumlarını tarif ederken kullandığı meşhur tabiri ödünç almak gerekirse; “iki kere yabancı”¹ durumuna düştü bu Balkan kaçgınları.  

Savaşa yol açan etkenler bir yana, Osmanlı iç siyaseti ve ordu-siyaset ilişkileri daha sonra uzun incelemelere konu olacak kadar kötüydü ve bir felaketi davet eder nitelikteydi. İstanbul’da iç siyasete kimin hâkim olacağı konusundaki İttihatçı-İtilafçı husumeti orduya da yansımış, subaylar arasında ihtilaflar ve güç mücadeleleri koca imparatorluğu eski eyaletleri karşısında hezimete duçar etmişti. Her ne kadar savaşın birinci bölümü sona erdikten birkaç ay sonra Bulgarlara duyulan öfkeden yararlanan Osmanlı güçleri Edirne ve Doğu Trakya’yı geri alsa da Balkanlar kalıcı olarak elden çıkmış oldu.  

Bir fotoğraf karesini 110 yıl sonra yeniden okumak  

Acı dolu ve zor yıllardır 1910’lu yıllar; bütün bir Osmanlı coğrafyasını, Balkanları, Anadolu’yu, Kafkasları, Ortadoğu’yu, Trakya’yı yangın yerine çeviren bir 10 yıllık dönem kıyamet benzeri sahneler yarattı tüm bu bölgelerde. Bakan Savaşları’nda silahaltına alınıp Sakarya Meydan Muharebesi ve İzmir’in geri alınması sonrasında terhis edilebilen vatansever askerler, subaylar, çocukken orduya katılıp on sene içinde orta yaşlara erişenler, hayatlarını kaybedenler, kolunu bacağını yitirenler, vatan yitirenler, vatanlarını kaybetmemek için canlarını verenler…   

Mahşer provası gibi yıllardır bu yıllar, Muzzemmil Suresi’nde “yevme yec’alul-vildâne şîbâ” (çocukları bile ihtiyarlatan günler) şeklinde tasvir edilen sahneler yaşanmaktadır adeta bu varlık-yokluk mahşerinde!²   

Tüm bu felaketlerin, yıkımların, kavgaların, çekişmelerin, yıkılan imparatorlukların, çöken umutların, mahşer yerini andıran savaş meydanlarının ortasında bir fotoğraf karesi belirir. Siyah-beyaz bir kare bu, zihinlerden silinmeyecek, silinmemesi ve hep hatırda tutulması gereken bir sahnesi ve kompozisyonu var bu elem yüklü fotoğrafın.    

Dalgın bir adam yürüyor ön planda, üstü o kadar harap ve perişan ki bakan dönüp bir daha bakar ve dilenci olup olmadığını anlamakta güçlük çeker. Üstü başı yırtık, sökük, dökülmüş tel tel, çamura bulanmış… Ayaklarında yıpranıp harap olmuş çarıklar. Üstünde uzun bir kışlık kaban var uçları sökülüp yırtılmış, etraftaki insanlar bahar kıyafetleriyle dolaşırken bu adamın üstünde neden kışlık kaban var? Muhtemeldir ki başka da hiçbir kıyafeti yok çünkü. Kıştan o kabanla çıkmış belli. O kabanla günlerce haftalarca dağlar dereler aşmış, savaşlara girmiş çıkmış, kim bilir hangi dağda belde yatıp kalkmış, çamurların suların içinden geçmiş…  

Başında basit bir fesi/takkesi var, sırtında heybe gibi bir şey asılı ama şu fukaranın üstünde ne var ki heybesinde ne olsun? O da boş, belki bir iki parça basit çorap çamaşır vardır en fazla. Ötesi? Ötesi yok. Belki karnı da açtır, son yemeğini kim bilir ne zaman yemiştir...   

Bunca şık giyimli adamın etrafta oturup keyifle çubuk tüttürdüğü, temiz elbiseleriyle bir bahar gününü karşıladığı, açık renk takım elbisesiyle bir efendinin şemsiyesini cakayla yere vurduğu ve sanki kibriyle yeri delip de geçecekmiş gibi yürüdüğü, bir sürü başka efendinin oturup caka sattığı bu şık İstanbul semtinde, sanki başka bir çağdan ve bambaşka bir gezegenden mancınıkla fırlatılmış gibi sahneye düşen ve şunca kirli kıyafetleriyle aralarından geçen adamcağız da kim ola ki!  

Zayıf ve hastalıklı bedeniyle yürüyor biçare adam. Bu yağlı suratlı adamların, karnı tok sırtı pek şehirli efendilerin arasından zayıf bedeni ve bitkin yüzüyle yürüyor. Kendisini bekleyen ve sahip çıkacak birini mi arıyor, yoksa karnını doyuracak birinin mi yanına gidiyor… Belki kendi de bilmiyor nereye gittiğini, öylece yıkık ve bitkin yürüyor üzerinde tecessüm etmiş fukaralığıyla.  

Meğer bir asker bu… Öyle ya, İstanbul’a son günlerde yüz binlerce insan geliyor batı tarafından, bir zamanlar herkesin kafileler halinde gittiği batı tarafından, cennet gibi Balkanlardan bu sefer aynı kafileler onların torunlarını taşıyor payitahta her gün. Yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Arnavutla, Yunanla, Bulgarla, Sırpla ve envai çeşit Balkan halklarıyla bir anda hasım olmuşlar, yurtlarından kovulmuş ve bir intikam için atılmışlar yuvalarından. Onlardan biri değil ama bu adam. Balkanların adamına benzemiyor bu kara saçlı, kara kaşlı âdem. Anadolu’nun fukara halkından olsa gerek.   

Bir asker bu adam, bozgunu yaşamış da gelmiş, bozgunda fetih rüyası falan da görmüş değil. Düpedüz yenilmiş işte, sırtı yere gelmiş. Bir zamanların süper gücü Osmanlı İmparatorluğu’nun eski eyaletleri karşısında uğradığı hezimet sanki bu biçare adamın üzerinde cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş. Mücessem hezimet gibi yürüyor bu adam. O günlerde Osmanlı Devleti bir adam olsa bu adam olurdu kuşkusuz, bu adam bir devlet olsa Osmanlı Devleti olurdu o da. İki perişanlık, makro ve mikro planda, hezimeti simgeleyen adamla imparatorluğun hezimeti iç içe geçmiş; şimdi omzundaki boş heybesiyle, bu şık giyimli şehirli efendilerin arasından başı önde, zelil ve perişan yürüyor işte ikisi birden…  

Ama yüzü tertemiz bu askerin, yirmili yaşlarının başında olduğu anlaşılıyor lakin yüzü gölgeli, dalgın ve düşünceli. Yüzü yerde ve dalgın, düşünceli yürüyor. Meğerse günlerce yürümüş de gelmiş İstanbul’a. Cepheden kaçmamış ama silah bırakılmış, reayası olduğu imparatorluk yenilgiyi kabullenmiş, silah bırakıp da gelmiş o da cepheden. Günlerce yürümüş de gelmiş İstanbul’a, perişanlığı ondan meğer…   

 

***   

 

Ne düşünüyor acaba yürürken? Çok değil, 18-20 yıl sonra yine o şehirde yazılan bir şiirde o bozgunu yaşayan genç entelektüellerden Atsız’ın öfkesiyle şöyle mi diyordur o da etrafındaki kalabalıklara:³

 

Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız  

Bu amansız boğuşmada öldü yarımız  

Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız  

Size şarap oldu sanki… Şehit canımız  

 

Atsız kadar öfkeli midir o da kavgasını anlamayan şu kalabalıklara? Yoksa o şehrin bir başka namlı muharriri Peyami Safa’nın Mahşer’inde⁴ tasvir ettiği Nihad gibi mi yaklaşacak topluma? O da bir süre çıkış yolu arayacak zillet ve perişanlık içinde, sahip çıkılmayan bir zabit haysiyetiyle derdini kimseye açamayacak ve günün sonunda o kayıtsız umursamaz kalabalıklara kırgınlığıyla bunalıma sürüklenip intihar mı edecek?   

Acaba her devrin muhalifi Refik Halit’in Bir Taarruz öyküsünde anlattığı o namuslu hırsız bu mu; hani Hayrullah Efendi’nin cebindeki yedi yüz liranın içinden sadece beş lirasını alıp kaçan ama hırsız değil, namuslu bir aç adam olan o eski zabit miydi bu? “Kim bilir ne vicdan azaplarından ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her teşebbüsü, her müracaatı ümitsiz, eli böğründe kalıp o taarruza karar veren namuslu aç adam” mıydı bu temiz yüzlü âdem?  

Yoksa Ahmed miydi bu… Ahmed işte! Anadolu’nun sayısız Ahmedlerinden bir Ahmed işte! Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nın en can alıcı yerlerinden birinde anlattığı Ahmed mi acaba bu fukara adam? Gelen geçenlere oğlu Ahmed’i soran, yıllar önce vatan savunması için cepheye yolladığı gözbebeğini arayan ananın kuzusu mu bu fukara adam? “Vagonlar, arabalar, kamyonlar… hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapatmış, gizli ve çabuk geçiyor. Hayır hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü, cehennemi bile gördü… Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i bir kumarda kaybettik! ⁵

***   

Ahmed kumarda peye sürülmüş ama kaybolmamış! İşte bak orada, şık giyimli adamların arasında olanca biçareliğiyle dalgın ve düşünceli yürüyor işte!  

“Bak ana! Ahmed’in burada işte!” diye haykırmak geliyor bu fotoğraftaki perişan tenakuza baktığım her seferinde. Cepheye koşup da her şeyini kaybeden adamların kadınların dönüşte yabancıladıkları o ortamın acısı oturuyor boğazıma her seferinde. Şairin “Savaş bitmiş, ben nöbette unutulmuşum”⁶ dediği yerde öylece bakıyorum o dalgın ve perişan yürüyen fukara adama ve Ahmed’in anasına haykırmak istiyorum o sessiz sakin dalgın askerin yerine:  

“Bak oğlun burada işte, kendini anlamayan kalabalıkların arasından yürüyüp gidiyor ana! İnsanlar garipsiyor senin oğlunu, bu çarıklı da kim, nereden çıkıp geldi aramıza diyen bakışlarla bakıyorlar zelil ve perişan yüzüne. Nereden geldi de keyfimizi bozdu, huzurumuzu kaçırdı der gibi bakıyorlar o tertemiz yüzüne. Savaşa gitmemiş cephe yüzü görmemiş, mücadele edilecek yerde geride durmuş ama gün gelip de mükâfat dağıtılacak yerde herkesten önce koşmuş adamlar, senin göğsünde cehennemler söndürmüş oğlunu beğenmiyor ana! Ahmed’in kumarda peye sürülmüş ama kaybolmamış, işte burada ana! Bütün cehennemleri görmüş yaşamış, çocukları bile ihtiyarlatan günlerden gelmiş ana!”  

 


1 Bruce Clark, Twice A Stranger: How Mass Expulsion Forged Modern Greece and Turkey, London: Granta Books (2007) 

2 Kur’an-ı Kerim, Muzzemmil Suresi; 17. ayet 

3 Nihal Atsız, “Topal Asker”, Atsız Mecmua, 15 Ağustos 1931. 

4 Peyami Safa, Mahşer, İstanbul: Ötüken Neşriyat (2021) 

5 Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları (2004), ss. 108-109 

6 İsmet Özel, Of Not Being A Jew, İstanbul: Tiyo Yayınları (2017) 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.