İran’da 20. Yüzyılda Bir “Şahlık” Geleneği: Sürgün
Orta Doğu toplumlarında, politik ve askeri elitler arasındaki güç mücadeleleri çoğu zaman ayaklanma, askeri darbe, dış müdahale, kitlesel tasfiyelerle sonuçlanır. Devletin ve toplumun tamamını ilgilendiren bu tür büyük neticelerin yanında, daha sınırlı ama etkili sonuç üreten bir tasfiye usulü daha söz konusu: Sürgün.
Bilhassa modern İran tarihi 20. yüzyılda bu tür “şah sürgünü” geleneğinin ilginç örnekleriyle anılır. Bu sürgünlerin en önemlileri Kacarların son hükümdarları Muhammed Ali Şah ve Ahmed Şah ile Pehlevilerin baba-oğul monarkları Rıza Şah ve Muhammed Rıza Şah’tır. Şahlardan daha yetkili konumdaki Ayetullah Humeyni de sürgüne gitmiş ama diğerlerinin aksine sürgünden muzaffer dönebilmiştir ülkesine.
Sürgünde baba-oğul Kacar hükümdarları: Muhammed Ali Şah ve Ahmed Şah
İran’daki merkezî imparatorluk geleneğinin en başarısız örneklerinden biri olan Türk soylu Kacarlar (1796-1925), henüz kuruluş döneminde, kuzeydeki Rusların güneye doğru genişleme stratejisinin kurbanı olmuştu. Askeri ve politik yetersizlikleri, Kafkasya ve Orta Asya’daki topraklarının hızla ellerinden çıkıp Ruslara geçmesine yol açmıştı 19. yüzyılın ilk çeyreğinde. Sonrasındaki çöküş dönemiyse Osmanlı Devleti ile büyük paralellik gösterir; merkezî idare zayıflar, toprakları işgale uğrar, plansız askeri harcamaların yanında lüks ve israfa para yetmediği için devlet de hazine de iflas eder. Sonuçta Birinci Dünya Savaşı’ndan iki imparatorluk da dağılarak çıkar, ancak devletin dağılmasına benzer şekilde monarşiler de tarihin tozlu raflarına kaldırılır.
Kacarların son iki hükümdarı Muhammed Ali Şah ve oğlu Ahmed Şah bu süreçte sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Meşrutiyet’i boğmak için 1908’de Tahran’daki Meclis binasını topa tutarak, etkisi halen süren bir nefret objesine dönüşen Muhammed Ali Şah, Azerbaycan’da başlayan başkaldırıya dayanamayarak hâmisi Rusya’ya kaçmıştı. Yerine oğlu Ahmed Şah tahta oturtulduğunda 11 yaşındaydı ki dönemin matbuatında kendisinden “çocuk şah” olarak bahsedilirdi. Baba Muhammed Ali Şah, oğlunu devirip tahtı ele geçirmek için 1911’de Rusların desteğiyle İran’a girdiyse de başarılı olamadı ve yeniden Rusya’ya döndü.
Rusya sürgününün ardından 1920’de İstanbul’a gelen Muhammed Ali Şah, daha sonra geçtiği İtalya’da San Remo’ya yerleşti ve 1925’te burada hayata veda etti. İstanbul-San Remo hattını takip eden bir başka hükümdar daha vardı aynı tarihlerde; Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin de Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalıp, nihayetinde San Remo’ya gidecek ve Mehmed Ali Şah’tan bir sene sonra 1926’da yine aynı şehirde ölecekti. Naaşlarıysa San Remo’da kalmayacaktı her iki hükümdarın da: Mehmed Ali Şah Şiilerin mukaddes bildiği Irak’ın tarihi şehri Kerbelâ’ya defnedilirken, Vahdettin Han ise Sünniler için önemli sayılan Şam’a defnedilecek, fakat her ikisinin de naaşları dahi memleketlerine bir daha dönemeyecekti.
Ancak babasını sürgüne gönderen Ahmed Şah da tahtında daimi oturamayacak, o da sürgüne gitmek zorunda kalacak ve bir daha ülkesine dönemeyecekti.
Pehlevilerin kaçınılmaz sürgünü: Rıza Şah
Ahmed Şah’ın çocuk yaşında tahta geçtiği Kacarların yönetmekte zorlandıkları İran, I. Dünya Savaşı’nda Ruslar ve İngilizlerin işgaline uğramış, mevcut siyasi kriz ve ekonomik zorluklara taşradaki büyük aşiret ayaklanmaları da eklenince ülke parçalanmanın eşiğine gelmişti. Bu şatlarda ordu içinde yükselen bir general, önce aşiret isyanlarını teker teker bastırdı Rus ve İngilizlerin de desteğiyle, ardından önce savunma bakanlığı ve nihayet başbakanlık görevini üstlendi. Rusların Kozak Tugayı içinde yetişen ve kısa sürede tüm gücü elinde toplayan bu asker, Rıza Han, Ekim 1923’te Ahmed Şah’ı ülkeden kaçmaya zorladı. Önce Tahran’daki İngiliz Sefareti’ne sığınan Ahmed Şah, çok geçmeden Avrupa’ya sürgüne gitti ve 1930 yılında Paris’te öldü. Naaşı ise yine babası gibi Kerbelâ’ya getirilip defnedildi.
Ancak İran şahlarının üzerindeki “sürgün laneti” Kacarlarla tarihe karışmış değildi. 1925’te Ahmed Şah ve Kacar hanedanını tahttan indiren Rıza Han, dostu ve arkadaşı Mustafa Kemal Paşa’nın İran’da cumhuriyet kurması yönündeki tüm ısrarlarına rağmen kendini “şah” ilan ettirdi (1925’ten İlginç Bir Sahne: Atatürk’ten, İran’da Cumhuriyet Kurma Çağrısı). 1930’ların sonunda Almanlarla tehlikeli bir yakınlaşmaya giren Rıza Şah, ülkesinin jeopolitik konumunun kurbanı olacaktı. 1941’de Naziler karşısında çok zor durumda kalan Sovyet cephesi çökmek üzereydi ve Müttefikler İran üzerinden Moskova’ya yardım göndermek niyetindeydi. Rıza Şah bunu kabul etmeyip İngilizlerle hesapsız bir husumet içine girince, I. Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi İran ikinci kez kuzeyden Rusların ve güneyden İngilizlerin işgaline uğradı.
Şah’ın yakın danışmanı ve eski Başbakan Muhammed Ali Fürûğî’nin girişimleriyle, ülkesi işgale uğrayan Rıza Şah’ın Eylül 1941’de tahttan çekilip sürgüne gitmesi ve yerine de oğlu Muhammed Rıza’nın şah olması İngilizler tarafından kabul edildi. Bazı kesimlerce modern İran’ın kurucusu kabul edilen Rıza Şah, İngilizlerin gözetiminde, ülkenin güneyindeki Bender Abbas’tan gemiyle ülkeyi terk etti ve önce İngiliz idaresindeki Mauritius’un bir köyüne sürgün edildi. Ardından Güney Afrika’ya gönderildi, önce bir miktar Durban’da, sonrasında 1944’te hayata veda edeceği Johannesburg’da zorunlu ikamete tabi tutuldu.
Rıza Şah ölünce naaşı Kahire’ye getirildi. Mısır’da o sırada Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarının Hidivlik hanedanı yönetimdeydi, 1952’de Nâsır ve arkadaşları tarafından devrilmelerine henüz birkaç yıl daha vardı. Rıza Şah, oğlu ve İran’ın 1941-79 arasındaki şahı Muhammed Rıza’yı 1939’da Mısır Hidivi Faruk’un kız kardeşi Fevziye ile evlendirmişti. İki hanedan arasındaki bu yakınlık, her ne kadar Muhammed Rıza – Fevziye evliliği altı yıl sürse ve 1945’te sona erse de, Rıza Şah’ın dirisine değilse de en azından naaşına Kahire’de uygun bir kraliyet kabristanı bulunmasını sağlamıştı.
Kahire’de ikinci Pehlevi mezarı: Muhammed Rıza Şah
1941’de henüz 22 yaşında İngilizlerin onayıyla tahta oturan Muhammed Rıza Şah, ilk dönemlerinde denetimi henüz kuramadığı yıllarda ülkede nispi bir özgürlük ortamı yaratsa da, güçlü başbakan Musaddık’ın ABD-İngiltere destekli darbeyle devrildiği 1953’ten itibaren ciddi bir otokrasi kurdu. 1960’lardaki Ak Devrim uygulamaları, babası gibi ulemâyı karşısına alması ve Soğuk Savaş şartlarında ABD’nin bölgedeki jandarması konumunu ihraz etmesinin İran halkında doğurduğu öfke vb. dinamiklerin birleşimiyle, 1970’lerin ikinci yarısında Şah’ın koltuğu sallanmaya başladı. Nihayet 1979’un ilk günlerinde artık ülkeyi daha fazla yönetemeyeceği anlaşıldı ve 16 Ocak’ta ülkesini terk edip sürgüne gitmeyi kabul etti.
Gerçi Muhammed Rıza Şah, Başbakan Musaddık’la bilek güreşine giriştiği 1953’te tezgâhladıkları ilk darbe başarısız olduğunda da ülkesini terk edip Bağdat üzerinden Roma’ya kaçmış, ABD’nin Ajax Operasyonu başarılı olunca İtalya sürgününden ülkesine dönebilmişti. Muhtemelen 1979 Ocak’ta ikinci kez Tahran’dan kaçarken yine geri dönebilmeyi ummuştu. Ancak bu sefer 26 yıl önceki kadar şanslı değildi; güç dengesi de uluslararası konjonktür de değişmişti, babasının izinden yürüyecekti mecburen.
1979’un ilk haftalarında bu sefer iki sürgünün güç değiş tokuşu gerçekleşti İran’da: Muhammed Rıza Şah, ABD’ye yakın Enver Sedat’ın yönettiği Mısır’ın Asvan şehrine sürgüne gidiyordu. O giderken, 1964’te sürgüne gönderdiği, Bursa ve Necef’te geçirdiği 14 senenin ardından Fransa’ya yerleşen Ayetullah Humeyni, Şah’ın Tahran’dan ayrılmasından sadece iki hafta sonra muzaffer bir şekilde Paris sürgününden Tahran’a dönecekti. Muhammed Rıza Şah ise, tedavi için bir süre takma isimle ABD’ye gitse de İran’ın yoğun baskısı karşısından geçiş hükümetinin yakınlığını kaybetmek istemeyen Washington’ın ısrarıyla sadece iki ay sonra, Aralık 1979’da yeniden Mısır’a dönmek zorunda kaldı.
Soğuk Savaş’ın en hararetli döneminde, ABD’nin bölgede on yıllarca jandarmalığını yapan Şah’a ABD sadece iki ay ev sahipliği yapabilmiş, sonrasında Tahran’daki ABD Büyükelçiliği de baskına uğrayınca Şah’ı apar topar ülkeden kovmuştu. Kısa bir süre Panama’da kalan Şah, Humeyni taraftarları eliyle suikast endişesinden dolayı önce Fas’a gitti, sonunda yine Enver Sedat’ın izniyle birkaç ay aradan sonra Mısır’a döndü; iyice kötüleşen sağlık sorunları Temmuz 1980’de Kahire’de ölümüne yol açtı. Sedat’ın yaptırdığı devlet töreniyle kadim er-Rıfaî Camii haziresine defnedildi. Baba-oğul Pehlevi şahları, 1941’te Tahran’da birbirinden ayrıldıktan yaklaşık 40 yıl sonra Kahire’de kabristanda buluşmuş oldu.
Beş önemli sürgün: Dördü dışarıya, biri içeriye
Böylece İran’ın son yüzyılına beş sürgün damga vurmuş oldu. Kacarların son iki hükümdarı Muhammed Ali Şah İtalya’ya, oğlu Ahmed Şah Fransa’ya sürgüne gitmiş, ikisinin de naaşı Kerbelâ’ya getirilmişti. Pehlevilerin iki hükümdarından Rıza Şah, Güney Afrika’da sürgünde ölüp Kahire’ye defnedilirken, oğlu Muhammed Rıza Şah da Mısır sürgününde ölüp bir süre sonra aynı kabristana nakledilecekti. Tahran’dan sürgüne giden bu dört Şah’ın aksine, bir başka sürgün, 1964’te Tahran’dan zorla kovulan Ayetullah Humeyni 15 yıl sonra tarihin en büyük devrimlerinden birinin lideri olarak ülkesine dönecek, “sürgünden Humeyni gibi dönmek” deyişi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatürüne girecekti.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.